Kadir BÜYÜKKAYA

Kadir BÜYÜKKAYA

[email protected]

BİR YANIM SÜLEYMANİYE, BİR YANIM HALEPÇE-3

05 Eylül 2014 - 20:38



BİR YANIM SÜLEYMANİYE



BİR YANIM HALEPÇE...



3. Bölüm



 



İçinde bulunduğumuz
uçak birkaç Avrupa ülkesinin üzerinden bir kuş gibi süzülerek Süleymaniye’ye
doğru yol alıyor. Alman hostesler hizmette kusur etmiyorlar. Dört saat sürecek
yolculuğun sıkıcı geçmemesi için belli aralıklarla çay ve kahve servisi
yapılıyor. Bütün duyurular Almanca ve İngilizce yapılıyor. Süleymaniye’ye uçan
ve içindeki yolcuların çoğunluğu Kürt olan bir uçakta hosteslerin Kürtçe
açıklamalar yapmamaları bana büyük bir çelişki gibi geliyor.



 



Uçağımız Karadeniz
semalarına geldiğinde olumsuz havanın azizliğine uğruyor ve türbülansa giriyoruz.
Sarsıntı nöbetine tutulan uçağımız salıncak gibi sallanıyor. Canları çok tatlı
olan birçok yolcu ölüm korkusuyla koltuklara yapışıyorlar. Üst üste yapılan
açıklamalar yolcuların korkusunu bir kat daha artırıyor. Böylesi durumlarda
çaresiz kalan insanlar genellikle dua ve niyaza sarılırlar. Nitekim bu defa da
öyle oluyor. Yanı başımda oturan ve  korkudan
beti- benzi atan eşim gözlerini kapatmış, bildiği ne kadar dua varsa hepsini
bir bir sıralıyor. Yapılan açıklamaların ardı arkası kesilmeyince  eşimin korkusu daha da büyüyor ve bana;



 



 “Allah aşkına bu adamlar ne diyor, durum çok
mu vahim?” diye soruyor.



 



Durumu biraz daha vahim
hale getirmek için eşime:



 



 “En iyisi ben söylenenleri sana tercüme etmeyeyim,
yoksa moralin büsbütün bozulacak” diyorum.



 



Bunun üzerine eşimin
korkusu  biraz daha büyüyor ve bana;



 



“Gerçekten mi?” diye
soruyor



“Evet, öyle” deyince



 “Peki ne diyorlar?”



 



“Vallahi ne diyeyim,
adamlar  “durum çok kötü, bu yüzden
birbirinizle helalleşirseniz çok iyi edersiniz” diyorlar. Yaptığım bu tatsız espri
eşimin korkusunu büsbütün artırıyor. Gözlerini sıkı sıkı kapatarak;



 



 “Sen her şeyi alaya almaya devam et bakalım,
başımıza bir şey gelirse geride bıraktığımız çocuklarımıza neler olur diye hiç
düşündün mü?” diye soruyor.



 



Onu sakinleştirmek
için:



 



“Merak etme” diyorum, “uçağın
sarsıntı geçirmesi normal bir durummuş. Ayrıca çocuklarımız için kaygı duymana
gerek yok, başımıza bir şey gelirse kızımız Xezal ne güne duruyor? O
kardeşlerine sahip çıkacak beceriyi çoktan edindi. Bu yüzden ben rahatım sen de
rahat olabilirsin” diyorum



 



Uçak Karadeniz
semalarını terk edince yürekleri ağızlara getiren şiddetli sarsıntıdan eser
kalmıyor. Uçağımız Sinop, Samsun, Malatya, Elazığ ve Van istikametini izleyerek
Irak hava sahasına giriyor. Elektronik ekranlardan Süleymaniye’ye
yaklaştığımızı gördükçe heyecanımız artıyor. Hostesler iniş için uçağın alçalmaya
başlandığını duyurunca heyecanımız had safhaya ulaşıyor.



 



Geniş bir alana
yayılan Süleymaniye şehri gecenin karanlığında âdeta dans ediyor. Şehrin orta
yerine kondurulan ve gökyüzüne doğru yükselen birkaç yüksek yapı bize “hoş
geldiniz” der gibi gülümsüyor. Mavi ışık hüzmeleri içinde yüzen ve çevredeki
binalardan daha farklı olan bir başka bina bizi büyülüyor. Mavi gelinlik giymiş
narin bir gelin gibi insana gülümseyen bu yüksek yapı şehrin gülen yüzü sanki.
Süleymaniye’nin yüksekten görünen bu güzel görüntüsü bana tarifi imkânsız
duygular yaşatıyor. Süleymaniye’nin bu kadar muhteşem olabileceğini hiç
düşünmemiştim. Büyük bir alana yayılan şehir Diyarbakır’dan çok daha büyük
görünüyordu.



 



Uçak piste indiğinde
saat gecenin ikisini gösteriyordu. Uçak havaalanı giriş kapısına yüz metre kala
uygun bir yerde duruyor.



 



Uçağın
merdivenlerinden Süleymaniye Aiport yazısını görünce içim içime sığmıyor.
Sevinçten göğsüm sıkışıyor. Uçağın durduğu yer terminal binasına çok yakın. Yolcular
bu kısa mesafeyi kolaylıkla yürüyebilecekleri halde uçağa yanaşan birkaç otobüs
bizi terminal binasına taşıyor.



 



Bu kısa mesafe için otobüse
neden gerek var diye düşünemeden edemiyorum. Eşim bu uygulamanın güvenlik
nedeniyle yapılmış olabileceğini söylüyor.



 



Terminal kapısının
üstünde Irak ve Kürdistan bayrakları yan yana duruyordu. İçeriye açılan geniş
salonun sağ tarafındaki duvarda Mam Celal Talabani’nin gülümseyen büyük boy bir
fotoğrafı duruyordu. Mam Celal Süleymaniye’ye ayak basan biz yolculara “hoş
geldiniz” der gibiydi. Onun duvarda duran fotoğrafına bakarak Necmettin abi ile
olan yakın dostluğunu, rahmetli Şehzat  Saim’in
evinde gerçekleşen o son karşılaşmamızı ve buluşma sırasında aramızda geçen o
hoş sohbetimizi hatırlayarak, sevinç ve hüznü bir arada yaşıyorum.



 



Pasaport kontrol
gişelerinin üzerinde ve çevredeki panoların tümünde Kürtçe, Arapça ve İngilizce
yazılar duruyordu. Güneyli Kürtler tarihi sebeplerden dolayı eğitimde ve günlük
yaşamda Arapça alfabesi kullanıyorlar. Hollanda’da takip ettiğim Soranice dil
kursları sayesinde Arap harfleriyle yapılan yazışmaları şöyle böyle çözdüğüm
için, sağda solda bulunan reklam ve uyarı amaçlı yazıları okumakta fazla
zorlanmıyor ve Kürtçe yazıları okuyarak mutlu oluyorum.



 



Güvenliği sağlayan
personelin rahat ve kendinden emin halleri dikkatimi çekiyor. Güvenlik
konusunda olağanüstü bir durum göze çarpmıyordu. Bir Ortadoğu ülkesinde
havaalanı gibi bir yerde insanların kendilerini bu denli rahat hissetmeleri
doğrusu beni şaşırtıyor. Avrupa ülkelerinde güvenliği sağlamak adına olağanüstü
önlemler göze çarparken, Süleymaniye’de abartılı şeylere rastlanmaması bana
biraz garip geliyor. Demek ki güvenlik önlemleri, insanlara rahatsızlık
vermeden başka yöntemlerle de sağlanabiliyormuş. Gelen yolcuları bekletmek
istemeyen pasaport kontrol memurları hızla işlerine sarılıyorlar. Pasaport
işlemleri çok seri ve ciddi bir şekilde yürütülüyor. Memurların saygılı
tavırları ve yüzlerinden eksik etmedikleri tatlı tebessüm insana rahatlık
veriyor.



 



Sıramız gelince
“Şewbaş Kaka” diyerek pasaportlarımızı uzatıyoruz. Pasaport memuru “Şewtan baş
xale can” diyerek işlemlerimizi hızla tamamlıyor. Pasaport memurunun işlemler
sırasında bizimle yürüttüğü Kürtçe diyaloglar sırasında, Kürt dili üzerindeki
yasaklı günleri hatırlayarak oldukça duygulanıyorum.



 



Pasaport işlemlerimizi
tamamlayıp bagaj bandına doğru ilerliyoruz. Bagajlarımızı almak için sırada
beklerken dış kapıda bizi karşılamaya gelen Kak Nebez’i görüyor, kendisine el
sallıyorum. Elimizde valizlerimiz havaalanının dış kapısından çıkarken yıllar
önce beni Şam Havaalanı’ndan Hollanda’ya yolculayan Necmettin abi ile Şehit
Şeyh Şemal’ın gülen yüzleri gözlerimin önünde canlanıyor. Yıllar sonra onları
bu topraklarda ziyaret etmeye geldiğimi hisseder gibi oluyorum. Onlara duyduğum
derin saygı gereği yere kapanmak ve onların adım adım gezdikleri bu toprakları
doyasıya öpmek geliyor içimden. Onların bu uğurda yaşamlarını feda ettikleri bu
topraklara ayak basmanın bana yaşattığı sevinç beni o kadar etkiliyor ki
ağlamamak için kendimi zor tutuyorum.



 



Havaalanından dışarıya
adım atar atmaz birkaç el birden valizlerimize uzanıyor. Bizi karşılamaya
gelenlerin oluşturduğu manzara bize duygusal anlar yaşatıyor. Vefa ve samimiyet
abidesi Kak Nebez, çocukları ve bir yakını ile birlikte, milli giysiler içinde
gecenin bu saatinde bizi karşılamaya gelmişlerdi. Kak Nebez ve yanı başında
duran çocukları bizi öylesine candan ve öylesine samimi karşıladılar ki
kendimizi babamızın Siverek’teki evine gelmiş gibi rahat hissediyoruz. Kak
Nebez bir baba sıcaklığıyla beni kucaklarken:



 



 “Evinize hoş geldiniz Kak Kadir” diyor.



 



Kak Nebez ve
çocuklarının yakın ilgisi bizi öylesine sarmalıyor ki, omuzlarımızdaki aşırı
yorgunluk bir anda uçup gidiyor. İlaç gibi geliyor âdeta.



Kak Nebez’ın yeğeni  Şıvan ve oğlu Heme valizlerimizi arabaya
taşırken fazlasıyla mahcup oluyoruz. Kısa süren bir hoş beşten sonra kapıda
hazır bekletilen arabalara binerek şehir merkezine doğru yola koyuluyoruz.



 



Şehir merkezine doğru
uzanan geniş ve bakımlı yol tümüyle ışıklandırılmış. Yolun sağında ve solunda
yeni yapılmış görkemli binalar göz kamaştırıyor. Altından geçtiğimiz ve daha
yeni yapıldığı belli olan bir köprünün altından farklı yönlere doğru birçok yol
ayrılıyordu. Üstünden geçtiğimiz bir başka köprünün sağ tarafında yüksek ve
bakımlı bir bina yükseliyordu. Binanın tepesine yerleştirilen ışıklı tabeladan
buranın modern bir hastane olduğunu öğreniyorum. Gecenin sessizliğinde
ilerlediğimiz geniş caddeler baştanbaşa Kürt bayrakları ve renk renk ışıklarla
donatılmıştı. Altından geçtiğimiz bir köprünün ön cephesine; “Newroz Piroz be”
yazısı konulmuştu. Bir başka alt geçidin üst kısmına 2714  rakamı yazılmıştı. Bu  rakam Newrozun  milladına işaret ediyordu. Newroz sabahına
hazırlanan Süleymaniye şehri büyük bir sükûnet içinde sabahı bekliyordu. Bir
gün öncesinden başlanan ve gün boyu süren Newroz kutlamaları yüzünden
kaldırımlarda çöpler birikmişti. Şehrin temizliğinden sorumlu temizlik
ekipmanları büyük gayretler göstererek ortalığı çöplerden arındırmaya
çalışıyorlardı.



 



Yarım saat kadar süren
bir yolculuktan sonra Kak Nebez’lerin kapısına varıyoruz. Çocuklardan birisi
arabadan atlayarak evin demir kapısını sonuna kadar açıyor. Kak Nebez’in kızı
Jale açılan kapıdan arabayı evin bahçesine sürüyor. Geldiğimizi gören Kak
Nebez’in hanımı Çınur Hanım bahçeye çıkarak bizi karşılıyor. Bir buçuk yıl
kadar önce Hollanda’da evimizde ağırladığımız Çınur Hanım’ı karşımızda görünce
son derece seviniyoruz. İçeriye girip yerlerimize oturduğumuzda yaşadığımız bu
anın gerçek olup olmadığını anlamak için kendimi kontrol etmeye çalışıyorum.



 



Gece vakti hiçbir şey yiyemeyeceğimizi
söylediğimiz halde Çınur Hanım’ın ısrarına yenik düşüyor ve hazırlanan masaya
geçiyoruz. Çınur Hanım ve güzel kızları kaşla göz arasında masadaki
eksiklikleri tamamlıyorlar. Bu arada simasından yabancı olduğunu anladığım orta
yaşlı bir bayan onlara yardımcı oluyor. Masaya oturup yemeğe başladığımızda Kak
Nebez’e:



 



 “Evet, Kak şimdi kızları bize bir bir
tanıtabilirsiniz.” diyorum, “gerçi havaalanı kapısında tümü kendilerini isimleriyle
tanıtmışlardı, ama heyecandan olsa gerek, kimin kim olduğunu tam olarak kafamda
tutamadım”



 



Şık ve zarif Kürt
elbiseleri içinde masanın etrafına dizilen kızlar babalarının bir şeyler
söylemesine fırsat vermeden başlıyorlar kendilerini tanıtmaya. Kak Nebez’in
karşımda oturan büyük kızı:



 



“Benim ismim Jala,”
diyor, “ bu Ala, annemin yanında oturan Mina’dır. Erkek kardeşimin ismi
Heme’dir. Evli olan ve şu an aramızda olmayan ablamızın ismi ise Kala’dır”



 



Çınur Hanım yanında
oturan, kısa boylu, esmer tenli bayanı eliyle göstererek:



 



“Bu da bizim kızımız
sayılır;  ismi Nima’dır.  Ev işlerinde bize yardımcı oluyor. Kendisi Nepal’den
geldi.” diyor.



 



Nima yüzümüze bakıp
tatlı tatlı gülümsüyor.



 



Tanışma faslı bitince,
Hollanda’dan Süleymaniye’ye uzanan yolculuğumuzun kısa bir özetini
masadakilerle paylaşıyoruz. Çay, kahve filan derken adım adım sabaha
yaklaşıyoruz. Kak Nebez yarınki Newroz etkinliğinden söz açarak birkaç
saatliğinede olsa  dinlenmek için bizi
uyumaya davet ediyor. Bize ayrılan odamıza geçerek kendimizi derin bir uykunun
kollarına teslim ediyoruz.



 



Bu bizim Süleymaniye’deki
ilk gecemizdi.



 



Devam edecek…



 



 



Kadir Büyükkaya/
Hollanda



[email protected]



 



 



 



Bu yazı 1766 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum