Kadir BÜYÜKKAYA

Kadir BÜYÜKKAYA

[email protected]

BİR YANIM SÜLEYMANİYE, BİR YANIM HALEPÇE 9. BÖLÜM

19 Ocak 2015 - 17:30

BİR YANIM SÜLEYMANİYE


BİR YANIM  HALEPÇE…


9.BÖLÜM


 


Halepçe’nin girişinde asayişten sorumlu Peşmergelerin sıcak ilgisi karşısında kendimden geçercesine duygulanıyorum… Kontrol noktasının sağ tarafında yüksekçe bir kaideye Mam Celal Talabani’nin büyük boy bir fotoğrafı konulmuş. Bu tablo karşısında gurur duymamak elde değil. Bu kontrol noktasının bir yerinde “Baasçılar bu şehre giremez!” yazısı duruyor. Tabeladaki bu uyarı yazısı -herkes gibi- benim de dikkatimden kaçmıyor.


 


Kullandıkları kimyasal silahlarla Halepçe şehrini binlerce insana mezar eden Baasçıların bu kadim şehre girmemelerini istemek bence Kürtlerin en doğal hakkıdır. Halepçe katliamımda suçu ağır olan zalimlerin bu şehre ayak basmaları elbette ki engellenmelidir. Kürt olmak dışında hiçbir suçu olmayan günahsız insanların kanına giren bu canilerin bu topraklarda nefes alıp vermeleri yasaklanmalı.Aksi durum Halepçe şehitlerine karşı bir nevi saygısızlık olurdu. Kısacası kimyasal saldırılarda yaşamını kaybedenlerin ruhunu incitmemek adına Baasçıları bu şehre sokmamak çok doğru ve yerinde bir karardı.


 


Programımızda önce Halepçe katliamında yaşamlarını kaybedenlerin anısına inşa edilen Katliam Müzesini ziyaret etmek vardı. Ana caddenin sağından ilerleyerek, yolun bir yerinde arabadan iniyoruz. Halepçe Müzesinin kubbesine oturtulan simgesel anıt gelenleri selamlar gibiydi. Kürtler el ele verip kimyasal gazlarla vurulan Halepçe şehitleri için görkemli bir müze inşa etmişler. Dışardan Halepçe’yi görmeye gelen yerli ve yabancı misafirlerin en çok ziyaret ettiği yerlerin başında bu müze geliyor. Bu müze Kürtler için kutsal bir mekândan daha kutsal ve daha mübarek sayılıyor. Müzenin kapısında kayda değer bir kalabalık birikmişti. Bu kalabalık gitgide büyüyor. Aso arkadaş kapıdaki görevliye bir şeyler soruyor. Sonra bize dönüp: “Müze saat 13.00’te açılacak.” diyor. Açılış saatine daha çok var. “Müzenin kapısında bekleyeceğimize başka yerlere uğrayalım.” diyor bu kez. Aso’nun önerisi üzerine ana caddeden şehir merkezine doğru ilerliyoruz.


 


Ana caddenin sağında ve solunda yer alan siyasi parti binaları göz dolduruyor. PDK ve KYB’nın binaları diğerlerine göre biraz daha ihtişamlı duruyor. Yeni yapılan Belediye binası tüm heybetiyle bizi selamlıyor âdeta.


 


Aso arkadaş bizi Halepçe’nin dışında bir mesire yerine götürmek istiyor. Oraya nasıl ulaşabileceğimizi kestiremeyince birkaç yerde mecburen durarak birilerine adres soruyor. Yolu sorduğumuz insanlar yabancı olduğumuzu anlayınca olağanüstü ilgi gösteriyorlar. Aldığımız tarif üzerine yolumuza devam ediyoruz. Yol bir mahalle arasında çatallaşıyor. Hangi yöne gideceğini tam olarak kestiremiyor Aso. İşi tesadüflere bırakmak istemiyor. “En iyisi birilerine soralım” diyerek arabayı uygun bir yerde durduruyor. Birlikte arabadan iniyoruz. Bu arada sıcaktan bulanan diğer yol arkadaşlarımız da arabadan iniyorlar.  İşte tam bu sırada sokağın köşesinde yaşlı bir adam beliriyor. Adam kendisine bir şeyler soracağımızı tahmin ederek dikkatli dikkatli yüzümüze bakıyor. Yaşlı adam yakınımıza gelince Kak Aso ona “merhaba” diyor,  sonra gitmek istediğimiz yeri, nasıl ve hangi yoldan ulaşacağımızı soruyor. Yaşlı adam kak Aso’yu dinledikten sonra önce saatine bakıyor. Daha sonra arabaya yakın bir yerde bekleşen yol arkadaşlarımızın yüzüne dikkatlice göz atıyor. Yabancı olduğumuzu, dışardan geldiğimizi anlayınca:


 


“ Babam olasan, anladığım kadarıyla dışardan geliyorsunuz? Bu öğle sıcağında nereye gideceksiniz? Hem kaldı ki, bak tam yemek vaktidir. Günün bu saatinde misafire yol verilmez. Haydi önce bizim eve buyurun. Allah ne kısmet ettiyse birlikte yeriz. Ondan sonra istediğiniz yere gidersiniz” diyor.


 


Adamın bu aşırıya kaçan ilgisi karşısında şaşırmadım desem yalan olur. Biz adama adres soruyoruz, adam, ‘yemek vaktidir’ diyerek bizi evine davet ediyor. Kak Aso adama gösterdiği ilgiden dolayı teşekkür ediyor ve gitmemiz gerektiğini söylüyor. Fakat adam isteğinde ısrar etmeye devam ediyor. Kak Aso:


 


“Xala can çok teşekkür ediyoruz, biz az önce başka bir yerde yemeğimizi yedik. Allah seni de evini de var etsin” dedikçe adam:


 


”Yok babam yok katiyen olmaz! Size bir lokma bir şeyler yedirmeden sizi aha şuradan buraya bırakmam!” diyor. Kak Aso yemek yediğimize dair adamı ikna etmek için bir sürü dil dökünce, adam:


 


“ O zaman hiç olmazsa gelin evimde bir çayımı için, biraz dinlenin ve öyle gidin.” diyor.


 


Adamcağız bunları söylerken az ötede duran Çınur Hanım ve eşime dönüyor, onlardan yardım istiyor. Çınur Hanım Aso’nun söylediklerini tekrarlayınca adam bizi evine götüremeyeceğini anlıyor ve Kek Aso’ya:


 


“Babam vallahi bana haksızlık ediyorsunuz, günün bu saatinde misafiri yemeksiz bırakmak çok ayıba kaçar. Evime gelmemekle inan ki beni çok küçük düşürüyorsunuz…”diyor. Bütün çabasına rağmen bizi evine götürmeye ikna edemeyen Halepçeli amca sonunda yelkenleri suya indiriyor ve bize gideceğimiz yere nasıl ve hangi yoldan gideceğimizi tarif ediyor. Teşekkür edip arabamıza binerken o hâlâ nazik davetini kabul etmediğimiz için kendi kendine söylenip duruyordu.


 


Halepçe katliamına gözleriyle tanıklık eden bu yaşlı adamın misafirperverliği karşısında gereğinden fazla duygulanıyorum. Bizim oralarda ve özelikle de yaşadığımız Avrupa ülkelerinde bu tür şeylerin nasıl ortadan kalktığını düşündükçe kendi kendime üzülüyorum. En yakın dostumuzla ve arkadaşlarımızla özlem gidermek için bile günler öncesinden randevular ayarlamamız gerekiyordu. Yol üstü kapımızı çalan en yakın dostumuza bile kapıyı açarken içimizden “çat kapı gelinmez ki be adam, insan en azından bir telefon açar!” dememek için kendimizi zor tutuyoruz. Hatta bazılarımız kendini tutamayıp yarı şaka-yarı ciddi bu sözleri dostlarının yüzüne karşı açıkça söyleyebiliyoruz.


 


Adamın çok içten ve o çok samimi hali beni o kadar etkiliyor ki eşime dönüp:


 


“Hanım” diyorum, “adamın bize gösterdiği şu olağanüstü misafirperverliği gözlerinle gördün. Evet demiş olsaydık adam bizi alıp evine götürecekti. Adamın eşi ve çocukları hiç görmedikleri,  hiç tanımadıkları bizleri karşılarında görünce ne yapacaklardı acaba? Hem eve habersiz misafir getirdi diye bu adamcağıza nasıl bir tepki göstereceklerdi?”


 


Eşim:


 


”Adamın yaptığı ve yapmak istediği bu tür şeyler artık tarihe karıştı. Değişen dünya kendisiyle birlikte bu tür güzellikleri de birer birer ortadan kaldırıyor.” diyor, biraz da üzüntüyle söylüyor bunu.


 


Halepçeli yaşlı adamın bize gösterdiği yakın ilgiyi eşimle konuşurken, direksiyondan gözünü ayırmayan Aso araya girerek çok önemli bir açıklamalarda bulunuyor. Aso’nun söylediğine göre Halepçe insanının konukseverlik kültürü dillere destanmış. Zamanında bu yörede Peşmergelik yapmış, yaşlı Peşmergeler bu yöre insanın misafirperverlik kültürüne ilişkin öylesine şeyler anlatıyorlar ki hayran olmamak insanın elinde değil. Bu bölgenin konukseverlik kültürü sadece köylerde yaşatılmıyor. Babadan, dededen miras kalan bu güzel kültür şehir içinde de yaşatılıyormuş. Şehre ayak basan her yabancı şehirde oturan her ailenin doğal misafiri sayılıyormuş. Bu yüzden nüfusu seksen beş bine yaklaşan Halepçe şehrinde bir tek otel yokmuş. Dışardan gelen herhangi bir yabancı şehirde oturan bir aile tarafından seve eve götürülüp konuk ediliyormuş.


 


Seksen beş bin nüfuslu bir şehirde otel olmamasını büyük bir hayretle karşılıyorum. Halepçe insanı konukseverliğine gölge düşürmemek adına bu şehirde şimdiye kadar otel yapılmasına izin vermemiş.


 


Aso’nun bana aktardığı bu ilginç mesele karşısında şaşırmamak elde değil. Yaşlı amcanın bizi evine götürmek için gösterdiği çabayı gözlerimle görmemiş olsaydım Aso’nun söylediklerini belki de biraz abartılı bulacaktım. Fakat adamın bizi evine misafir etmek için harcadığı o olağanüstü gayreti ve enerjiye tanık olduktan sonra Aso’ya inanmamak için hiçbir neden yoktu...


 


Yaşlı amcanın tarifi üzerine istediğimiz yere ulaşıyoruz. Dağ ve tepelerle çevrili olan bu mesire alanı tanrı tarafından doğanın bütün güzellikleriyle donatılmıştı. Kurban olduğum Allah dağ ve tepeleri yapılandırırken buraya ayrı bir önem vermiş ve her karış toprağı ayrı ayrı güzelliklerle donatmıştı. Mesire alanın tam ortasında nerden geldiği belli olmayan bir pınar kaynıyordu. Küçük bir gölede akan temiz su insanı şaşırtacak kadar berrak ve soğuktu. Göledin çevresinde kurulan tesislerde insanlara hizmet sunuluyordu. Asırlık çınarların altına tezgâhlarını kuran hamarat kadınlar hünerli elleriyle gözleme açıyorlardı. Kızgın saçtan yükselen taze peynir kokusu yüz metre uzaktan bile rahatlıkla alınabiliniyordu.


 


Newroz tatilini fırsat bilenler, birkaç saatliğine de olsa sevdikleriyle birlikte bu güzel mesire yerine koşmuşlardı. Gelenler arasında İran’dan gelen Kürtler de vardı. Savaştan-kavgadan usanan insanlar doğanın cömertliğine sığınarak kendilerini buralara atmışlardı. Barış ve özgürlüğe susayanlar yerle gökyüzünün kucaklaştığı bu güzelim yerde barış içinde bir arada yaşamının sınavını veriyordu. Şehirlerin kuru gürültüsünden bunalan insanlar ağaç altlarına serdikleri sofralarda güzel günlere ilişkin güzel sohbetler yürütülüyordu. Yaşlı nineler ve dedeler küçük çocuklara eskiden kalma kadim hikâyeler anlatıyordu. Gençler ömürlerinin en güzel anlarını yaşadıkları için çok mutluydular. Ana ve babalar bombardıman kaygısı taşımadıkları için büyük bir huzur içindeydiler. Kısacası herkes özgürlüğün sevincini yaşıyordu. Ve herkes bu güzel anların özgürlük sayesinde elde edildiğinin farkındaydi.


 


1988 yılının 16 Mart’ında kimyasal gazlarla katledilen altı bin insanın anısına inşa edilen Soykırım Müzesinin açılış saatine daha epey zaman vardı. O saate kadar olan süreyi iyi değerlendirmemiz gerekiyordu. Uğradığımız mesire yerinde yapacağımız fazla bir şey yoktu. Zaman kaybetmeden başka yerlere gitmeliydik. Bu yöndeki düşüncemi Aso’ya iletiyorum. “Tamam” diyor, “gidelim hemen.”


 


Arabaya doluşuyoruz. Aso:


 


“Şimdi, doğruca ENEB  Tepesine gidelim” diyor.


 


ENEB; Halepçe katliamı sırasında ölümlerin en fazla yaşandığı tepenin ismidir. Ölümden kaçmaya çalışan yüzlerce insan bu tepenin zirvesinde yığılıp kalmış. Kimyasal gazların deştiği yüzlerce yürek bu tepede toprakla kucaklaşmış. Kan ve ölüm kokusunun sindiği bu tepe şimdi Kürtler tarafından kutsal bir ziyaretgâh haline getirilmiş.


 


ENEB Tepesine ulaşmak için Halepçe’yi ikiye bölen ana yolu bir baştan diğer başa geçiyoruz. Şehrin ortasında ana caddenin bir yerinde bir heykel gözüme ilişiyor. Kim olduğunu öğrenmek için Aso arkadaşın bilgisine müracaat ediyorum yine. Aso’nun anlatımlarına göre Halepçe’nin birçok ünlü edebiyatçısı varmış. Bunlardan en önemlileri Şair Goran ve Şair Ahmet Muxtarcahf’tır. Şehrin ortasına dikilen bu heykel Halepçe doğumlu Şair Ahmet Muxtarcahf’a aitmış. Heykelin sağ tarafında inşa edilen bir okula vefa gereği şair Ahmet Muxtarcahf ismi verilmişti.


 


ENEB Tepesine yaklaştıkça kalp atışlarım sıklaşıyor. Başımdan aşağıya doğru kaynar sular yürüyor. Hafızam beni 1988 yılının 16 Martına götürüyor. O kahrolası günün acısını iliklerime kadar yeniden yaşıyorum. Televizyon haberlerinden aşina olduğumuz o çocuk çığlıkları yeniden kullaklarımı tırmalıyor. Yüreğim on yerinden yeniden kanıyor. Binlerce insanın toprakla kucaklaştığı  bu topraklara ayak basmak bana işkence gibi geliyor. İlerlediğimiz her cadde başında, her köşesinde Halepçeli çocukların masum yüzleriyle karşılaşıyorum. Arabamızın ilerlediği toprak yoldan çocuk kokusu alıyorum. ENEB Tepesine yaklaştıkça çocuk yüreklerine basar gibi oluyorum. Çocuk bedenlerine basarak yürümek insan vicdanının kaldıracağı, kabul edeceği şeyler değildi.


 


Kısa bir süre sonra ENEP tepesine varıyoruz. Arabamızı uygun bir yerde park ederek yüzlerce insanın toplu halde gömüldüğü şehitliğe yöneliyoruz. Yan yana kazılan, uzun ve geniş mezarlara yüzlerce insan toplu olarak gömülmüştü. Kimyasal saldırı sırasında neye uğradıklarını şaşıran ve Kürt olmaktan başka hiçbir suçu olmayan binlerce günahsız insan canını kurtarmak için can havliyle rastgele değişik yönlere  dağıl- mışlar. Bazıları Halepçe’nin sırtını dayadığı Sazan Dağına yönelmiş. Kimisi kurtuluşu İran’a kaçmakta aramış. İran’a kaçmak için karlı Hewraman Dağlarını aşmak gerekiyordu. Hawraman Dağlarına ulaşmak için de halkın “ENAP Tepesi” dediği bu tepeyi aşmak gerekiyordu. Ne var ki Saddam’ın ölümcül silahlarından kaçmak pek kolay olmamış. Binlerce Halepçeli ardında Azrail beyhude bir çabayla ancak bir yerlere kadar kaçabilmişler. Yaşanan can pazarında yürekler soluksuz kalmış. İnsanlar yığılmış beşer-onar ecelsiz. Kaçmak, kurtulmak mümkün olmamış yasak gazların pençesinden.


 


Halepçe insanının mahşeri aratmayan ölümden kaçış çabası -bazıları için ancak- başında bulunduğumuz bu tepeye kadar devam edebilmiş. Gökyüzünün maviliğinden aşağılara dökülen zehirli gazlar ölümden kaçan Kürt insanına tarihin en acımasız ve en hain oyununu bu tepenin zirvesinde sahneye koymuş. Kimyasal maddelerin oluşturduğu tehlikeli bileşimler öylesine sinsice hazırlanmış ki insanlar bu tepeden öteye geçememişler.


 


Toprağa sinen ölümcül gazlar kaçmak isteyenleri yüreklerinden toprağa çivileyerek onları birer birer yere sermiş. Önce gün görmüş yaşlılar tepeye varmadan yenik düşmüşler tıkanan nefeslerine. Toprağa serilen yaşlı analar ve babalar menzil alan çocuklarına yük olmamak, onları yaklaşan gaz bulutlarına kurban vermemek için çığlıklarını yüreklerine hapsetmişler. Yüreklere hapsedilen sessiz çığlıkları yüreklerinde hisseden kimi gençler yaşlıları kurtarmak için geriye döndüklerinde onlarla birlikte toprağa düşmüşler. ”Ana hakkı, baba hakkı!” diyerek Azrail’e güreşmeyi göze alan tıfıl gençler yaşlıların akıbetinden kurtulamamışlar. ”Yaşam güzel, can tatlıdır” diyerek cesetlere basarak kurulmaya çalışanların hedefinde Hewraman Dağları varmış. Ne var ki yılın on iki ayı zirvesinden kar eksik olmayan Hewraman Dağları, Kaf Dağı kadar uzaktı Halepçe kurbanlarına.


 


Halepçeli Kürdün ölümden kaçış maratonu ne yazık ancak bu  tepeye kadar sürebilmiş. Kimyasal gazların yerinden söktüğü kanlı yürekler sahiplerini ancak bu noktaya kadar taşıyabilmiş. Nefesleri tükenen ölüm firarileri “her şey buraya kadar” diyerek üst üste yığılmışlar bu tepede. Ölümden kıl payı kurtulan acılı insanlara yakınlarını bu tepede toplu olarak toprağa gömmek düşmüş. İyi günde kötü günde kader birliği yapmış yüzlerce insana ayrı ayrı mezarlar kazımak mümkün olmamış. Hısım akraba, kapı komşu yüzlerce Halepçeli yana yana, üst üste toplu olarak indirilmiş derin çukurlara.


 


Kimyasal gazlardan kaçamayan ve son nefesini bu tepede veren insanların anısına bir anıt yapılmış. Demirden yapılan bu anıtın tepesinde bir Kürt bayrağı dalgalanıyor. İnsanlar ödenen ağır bedelin tesellisini bu bayrağın gölgesine sığınarak bulabiliyor. Bu teselli de olmazsa olup bittenler karşısında insanının aklını yitirmemesi elde değil. Yaşanan bunca acı karşısında Kürt insanın dayandığı tek teselli elde edilen kısmi özgürlüktür. Bu tepeye dikilen sanatsal anıtın tepesinde dalgalanan Kürt bayrağı yakınlarını kaybetmiş acılı insanların yaralı yüreklerine bir nebze olsun merhem olmuş durumda. Saddam rejiminin bütün pislikleriyle birlikte bu topraklardan sökülüp atılmış olması sayesinde yakınlarını kaybeden insanların yürekleri az da olsa soğumuş.


 


Yan yana dizilen toplu mezarlar arasında bir süreliğine dolaşıyoruz. Kuzeyden esen hafif bir yel, zirvesi karlarla kaplı olan Hevraman Dağlarının serinliğini bize kadar ulaştırıyordu. Tanrının doğaya bağışladığı çeşit çeşit nebatlardan çevreye yayılan güzel kokular Newroz’un ruhunu uygun bir şekilde mezarlarında uyuyanların ruhlarına huzur ve dinginlik veriyordu.


 


Mezarlık çevresinde açan rengârenk çiçekler ebedi istirahatlerine çekilen yaralı ruhlara huzur vermeyi vazife etmiş gibiydi. Bulunduğumuz tepeden kuş bakışı görünen Halepçe şehri acılar içinde kıvranan bir yaralı bir güvercin gibi duruyordu. Newroz havası ve sevinci istese de bu acıyı hafifletmeye kâfi gelmezdi. Yaşanan felaketin üzerinden 26 yıl geçsede Halebce semaları halen kan ve ölüm kokuyordu.


 


Önümüzde göz alabildiğine uzanan Şehra-zur Ovası ve bu ovanın su ihtiyacını karşılayan Şirwan Barajı duruyordu. Seyrettiğimiz bu güzelim manzara usta bir ressamın fırçasından tuvale düşmüş bir nakış gibi insanın başını döndürüyordu. Arkamızda yükselen başı karlı Hevraman Dağları kimyasal gazlardan kaçan firari Kürtlere kucak aç(a)madığı için utancından başını önüne eğmiş gibiydi. Önümüzde uzanan Şirwan Barajı kimyasal gazlarla kavrulan çocuk yüreklere bir damla su yetiştiremediği için geçmişinden ve gövdesinde biriktirdiği milyonlarca metreküp sudan utanır gibiydi. Her şeyin ve herkesin tek tesellisi ödenen ağır bedeller karşılığında Saddam’ın hak ettiği cezaya çarptırılması ve Kürtlerin kendi topraklarında özgür ve korkusuzca yaşamasıydı.


 


Yüreklerimizi on yerinden kanatan bu hüzünlü ziyaretimizi çok karmaşık duygular içinde tamamlıyoruz. Saat birde açılacak Halepçe Müzesine gitmek üzere arabamıza bindiğimiz bir sırada Hollanda’da yaşayan sürgün yorgunu bir arkadaşımın bana ilettiği mütevazi bir istediği aklıma geliyor. Şiirlerini severek okuduğum, Şair arkadaşım Sevda Kuran’a çıkacağım seyahatten söz ettiğimde ‘eğer yolun Halepçe’ye düşerse o topraklardan bana mutlaka bir taş parçası getir’ demişti. Sevda Kuran’ın bu anlamlı isteğini hatırlayınca direksiyonda bulunan Aso arkadaşa arabayı durdurmasını rica ediyorum.


 


Aso arkadaş yüzlerce şehidin gömülü olduğu Şehitlik Tepesinin sağ yamacında bulunan bir tümseğin kenarında arabayı durduruyor. Arabadan inip toprağa ayak bastığımda tarifi imkânsız bir duyguya kapılıyorum. Yere basmak, toprağı çiğnemek bana ödenmesi mümkün olmayan bir günah gibi geliyor. Az önce ENEP Tepesinde insanların toplu olarak gömüldükleri mezarlar arasında dolaşırken kapıldığım duygulardan daha farklı duygulara kapılıyorum. Önemsediğim bir şair arkadaşım için bu yamaçtan bir taş almak için arabadan indiğimde kapıldığım bu garip hissin nedeni üzerinde düşünerek bir süre olduğum yerde hareketsizce duruyorum. Daha sonra yere dizlerimin üstüne çökerek uzun uzun etrafıma bakınıyorum.


 


Çevremde bolca bulunan taşlardan hangisine el atacağımı bilemiyorum. Sevda Kuran arkadaşıma götürmek için yerden kaldırmaya yeltendiğim her taş Kürdün talihsizliğine ağlıyordu. El uzatmak istediğim her taşın üstüne Halepçeli çocukların acı çığlıkları sinmişti. Gözümün önünde duran her şey bana Halepçe’yi, Halepçe’de katledilen çocukları ve anne sütüne doymamış bebekleri hatırlatıyordu. Önünde durduğum bu dik yamaç dile gelmek ve bana 1988 Newrozunda bu tepede nelerin yaşandığını anlatmak ister gibiydi.


 


Her şey bir filim şerdi gibi gözlerimin önünden akıp gidiyor. Kimyasal gazlardan kaçmak isteyen binlerce insan kim bilir hangi ruh haliyle bu yamaçlardan yukarılara tırmanmak istedi? Kaç anne ve kaç çocuk can havliyle tırnaklarıyla kanattı bu yamaçları?  Kimyasal gazların pençesine aldığı kaç can son nefesini bu yamaçta verdi ve kaç tanesinin cansız bedeni boş bir çuval misali bu yardan aşağılara yuvarlandı?


 


Çevremde bulunan bu taşlara kaç çocuk, gelinlik çağına gelmiş kaç genç kız, kaç anne ve kaç yaşlı insan tutunarak kurtulmak istedi ve başaramadı? Yüreği kan ağlayan kaç anne elini elinden kaçırdığı çocuğunu kurtarmak adına kendini bu yamaçtan Azrail’in kucağına attı? Bütün bunları düşünürken bir an başımın döndüğünü hissediyorum.Fakat buna rağmen çöktüğüm yerden kalkmıyorum.O anları düşünmeye devam ediyorum.


 


Evet ,yerde duran bu taşların birçoğu belki de çocuk cesetleriyle birlikte yuvarlandı bu yamaçtan. El uzattığım her taşın dile gelmek isteyişi belki de bundandı. Etrafımda bulunan bütün taşlar bu yamaçta yaşananları, kare kare, kelime kelime bedenlerine kazımış gibiydiler. Görmek ve anlamak isteyenler için bu taşların her birisi başvurulacak tarihi birer kitabeydi. Her taşın yüzünde katliama ilişkin acıklı birer hikâye vardı. Gözümün önünde duran bu taşların her birisi bu yamaçta yaşanan insanlık dışı bir katliamın cansız tanığıydı buralarda. İnsanlığın ve Kürdün bu dilsiz taşlardan öğreneceği çokça şey vardı. Eli kalem tutan aydınlarımızın bu taşlardan bir-ikisini konuşturması durumunda neler ortaya çıkmazdı ki? Cilt cilt romanlar, seri filmler, yürek dağlayan ağıtlar ve türküler. Hepsi mümkündü. Yeter ki tarihe tanıklık eden bu taşlara dokunma becerisini gösterebilelim. Dünyası karartılmak istenen mazlum Kürdün başına örülen Halepçe felaketini romanlaştırmak için bu taşlara dokunmak, onlara el sürmek yeterliydi. Yeter ki bu duyarlılık ve bu sorumluluk hatırlanmış olsun.


 


Halepçe katliamına tanıklık eden bu taşlardan birisini yerden alarak arabaya dönüyorum. Elimde tuttuğum bu taşı çok önemli bir emanet gibi bir gazete kâğıdına sarararak onu arabanın bir köşesine usulca bırakıyorum.


 


Rengini, dokusunu ve bütün kimyasal özeliklerini bu topraklardan alan bu kutsal taş bundan böyle artık Hollanda’da yaşayan şair Sevda Kuran’ın evinde kalacaktı.Anayurdundan  uzak bir diyarda sürgün hayatı yaşayacak  bu taş artık bir mülteciydi . Hiçbir zaman diliminin  acısını hafifletemeyeceği, bu taş  şair Sevda Kuran’ın evinde gelen  giden bütün insanlara durmadan Halepçe’yi anlatacaktı. Sevda Kuran’ın evine gidip gelenler  Halepçe’den Hollanda’ya sürgüne gelen bu yaralı  taşın çığlığına kulak verip Kürdün acısına  ortak olacaklardı. Ve kim bilir belki de günün birinde Sevda Kuran odasının  bir köşesine bıraktığı bu taşın sesine kulak vererek  Dostavoski’ye parmak ısırtacak tarihi bir roman ya da Nazım Hikmeti kıskandıracak bir  isyan şiiri yazacaktı. Sevda Kuran bunu yaparak Kürdün çaresizliğine içten ağlayan bir taşın çığlığını sayfalara dizerek dünyaya duyuracaktı.


 


Devam edecek..


Kadir Büyükkaya / Hollanda


[email protected]

Bu yazı 1468 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum