Kadir BÜYÜKKAYA

Kadir BÜYÜKKAYA

[email protected]

BİR YANIM SÜLEYMANİYE BİR YANIM HALEPÇE-5

05 Kasım 2014 - 23:19

BİR YANIM SÜLEYMANİYE


BİR YANIM HALEPÇE..


5.Bölüm


 


 


Bulunduğumuz noktadan Süleymaniye’yi uzaktan seyrederken çok önemli bir ayrıntı dikkatimi çekiyor ve oldukça şaşırıyorum. İki milyonluk bu kocaman şehirde bir tek minare gözüme çarpmıyor. Bu garip duruma bir anlam veremiyorum. Kamçılanan merakımın kuyruğuna takılarak şehri bir uçtan diğer uca çok dikkatli bir şekilde gözden geçiriyor ve tek bir minareye rastlamıyorum. Çok ilginç bulduğum bu durumu eşimle paylaşmak istiyorum. Az ileride bir grup bayanla sohbet eden eşimin yanına giderek kendisine birkaç kilometre ötemizde uzanan Süleymaniye şehrine çok dikkatlice bakmasını istiyorum.  Eşim büyük bir dikkatle seyre koyuluyor. Sonra bana dönerek: “Evet ne oldu, dikkatini çeken bir şey mi oldu?” diyor.


 


“Bir daha bak” diyorum gülümseyerek.


 


Eşim aklıma önemli bir şey taktığımı görerek yüzünü tekrar şehre doğru çeviriyor. “Evet baktım, fakat dikkatimi çeken önemli bir şey göremedim.” diyor.


 


“Bak hanım şu kocaman şehirde tek bir minare gözüne ilişiyor mu?” diyorum. Bu kez daha dikkatli bir şekilde şehri gözden geçiriyor ve sonra:


 


“Allah Allah gerçekten de öyle, çok ilginç bir durum. Bu koca şehirde nasıl minare olmaz? Yoksa burada cami yok mu? diyor.


 


Karşılaştığımız bu acayip manzara karşısında şaşırmamak elde değil. İki milyonluk şehirde nasıl bir minare olmazdı. Nüfusu iki yüz bini bulmayan bizim Siverek gibi bir ilçede bile en az elli minare vardır. Diyarbakır ve Urfa’da minareleri saymak insanın en az birkaç saatini alır. Bırakalım büyük şehirleri birkaç yıl öncesine kadar içme suyu olmayan birkaç hanelik köylerde bile yüksek minareler yükseliyor artık. Hal böyle iken Süleymaniye’de minarelerin olmaması aklın alacağı şey değildi. Bu konudaki merakımı gidermek için yanı başımda oturan ve sigarasını tüttüren dostum Nebez’e:


 


“Kak Nebez önemli bir soruyla yüz yüzeyiz. En iyisi sorunun cevabını sizden alalım” diyorum. Kak Nebez yüzüme bakarak buyurun anlamında “Fermo” diyor. Gözlerimi Süleymaniye yönüne çevirdim:


 


“Dikkat ettim bu Süleymaniye şehrinde minare filan yok. Hanım da göremedi. Şimdi bana bunun sırrını anlatır mısın? Bizim oralarda, şehirler minarelerden geçilmiyor. Diyarbakır gibi bir şehirde boyu kırk elli metreyi bulan yüzlerce minare var. Gökyüzüne yükselen bu minareleri çok uzaklardan bile rahatlıkla görmek mümkün. Peki sizin buralarda neden rastlanmıyor?” diye soruyorum.


 


Başını göğe kaldırıyor Kak Nebez, gözleri gülümsüyor:


 


“Vallahi ne diyeyim Kak Kadir” diyor, “senin söylediğin biçimde yüksek minareler bizde pek olmaz. Bizim camilerin bir köşesinde boyu birkaç metreyi aşmayan sembolik minyatür minareler vardır. Fakat ucu gökyüzüne değecek kadar uzun minareler inşa etmek bizim buralarda pek adetten değildir. Bizim en eski camimiz büyük camidir, onun da minaresi on-on beş metreyi ya bulur ya bulmaz. Son yıllarda yapılan birkaç yeni camimiz daha vardır ve onların da senin bahsettiğin gibi öyle yüksek minareleri yoktur. Bizim buralarda minare yüksekliği genellikle cami kubbesiyle aynı hizada tutulur”


 


Nebez arkadaşın söylediklerini çok anlamlı buluyorum. Bizim minare anlayışımızla buradaki minare anlayışı birbirinden çok farklı. Adamlar buralarda boyu altmış kulacı bulan şatafatlı minareler dikmeyi gerekli görmezken bizler katıksız Müslümanlığımızı ispatlamak için habire minarelerin boyunu yükseltmiş ve belki de Müslümanlığımızı bu şekilde kabullendirmeye çalışmışız. Yani bir başka deyişle işin özünden ziyade reklam boyutuyla uğraşmışız.


 


Nebez:


 


“Yahu Kak Kadir bırak şimdi bu tür şeyleri.Heci baba minarelerle uğraştığını duyarsa senin için iyi olmaz” diyor dostça yüzüme gülümsüyor, “en iyisi gel ben sana başka şeyler anlatayım”


 


Nebez’in konuyu değiştirmek istediğini anlıyorum. “Evet Kak seni dinliyorum” diyorum.


 


Kak Nebez yüzünü sol tarafımızda yükselen dağın zirvesine dikiyor. “Bak Kak “ diyor, “bu karşıda gördüğün dağın ismi Şér Kuj’dır. Özgürlükten önce bizler bu çevre dağlarda Peşmerge’ydik. Kimin ne zaman bir kurşuna kurban gideceği hiç bilinmezdi. O günlerde her Peşmerge gibi ben de Süleymaniye’de yaşayan annemi, babamı ve yakın akrabalarımı özlerdim. Bazen Süleymaniye ışıklarını görmek ve bu şehri uzaktan seyretmek için arkadaşlarla bu tepeye kadar gelirdik. Biz şehre, şehir bize hasretle bakar dururduk. Birkaç kilometre ötemizde bulunan yakınlarımızın kokusunu duyar gibi olurduk. Ne var ki onlara dokunmamız yasaktı. Peşmerge arkadaşlarımızla bu tepede saatlerce oturarak birbirimize Süleymaniye sokaklarında geçen çocukluk günlerimizden söz ederdik. Bazı arkadaşlarımızın Süleymaniye’de geride bıraktıkları narin sevgilileri vardı. Onların yüreklerinde depreşen derin özlemi bastırmak için sigara üstüne sigara içmeleri bir başka oluyordu. Gün ağarmaya başladığında bizler bu tepeden ayrıldığımızda yüreğimize tarifi zor bir hüzün çökerdi. Fakat günün birinde bu tepeden özgür Süleymaniye’ye bakacağımıza dair umudumuzu hiçbir zaman yitirmedik. Ama doğrusunu söylemek gerekirse günün birinde bu tepeye yakın bir yere bir ev yaptıracağımı ve sizin gibi güzel dostlarla oturup geride kalan anılardan söz edeceğimi de aklımdan geçiremezdim”


 


Geçmişte kalan o sıkıntılı günlerden söz ederken, o günleri yeniden yaşıyor âdeta. Kak Nebez bitme noktasına gelen sigarasını yenileyip; “Kak Kadir, bu özgürlük kolay mı elde edildi sanıyorsun? Bu dağların her köşesinde kendi ellerimle gömdüğüm onlarca yoldaşımın mezarı var. Elde edilen bu kazanımları görsünler diye onları bu dünyaya bir saatliğine davet etmek mümkün olsaydı neler vermezdik ki?”


 


Kak Nebez’in dedikleri beni duygulandırıyor. Aklıma Necmettin Abi ve Süleymaniye kökenli onlarca şehit arkadaşı geliyor. 1977’lerde Diyarbakır’a gidip gelen bu Peşmergelerden Süleymaniye kentiyle ilgili ne kadar çok anı dinlemiştim. O tarihlerde yapılan sohbetlerin çoğu gelecek günlere ilişkindi. Herkesin hayalinde ve yüreğinde özgürlükten sonra Süleymaniye sokaklarında yürütülecek sohbetlerin heyecanı vardı. Ne var ki onların çoğu menzile ulaşmadan hayatlarını kaybettiler. Hayatta kalmayı başaranlar, gidenleri anarak özgürlüğün tadını çıkarıyorlar.


 


O günlerden tanıdığım ve hayata kalarak özgürlüğün tadını çıkaran birkaç kişi şimdi Süleymaniye’de iyi mevkilerde bulunuyorlar. Bunlardan Noşirvan Mustafa değişim hareketinin başında bulunuyor. Bir dönem Süleymaniye’de valilik yapan Salar Aziz’in Süleymaniye’de sakin bir yaşam sürdürdüğü söyleniyor. Birkaç ay önce Necmettin Abi’nin ölüm yıl dönümü için Diyarbakır ve Siverek’e davet edilen Molla Bahtiyar, Yekiti hareketinin genel sekreterliğini yapıyor. 1977 ve 78’lerde Siverek ve Diyarbakır’da sık sık karşılaştığım bu insanlarla, geçmiş üzerinden bireysel görüşmeler yapmaktan  rahatsızlık duyduğum için bu çevrelerle görüşüp görüşmeyeceğimi henüz netleştirmiş değilim.


 


Kak Nebez’le olan sohbetimizi sürdürürken gözüm karşı dağın yamacında bir koyun sürüsüne takılıyor. İki yüz kadar küçükbaş hayvandan oluşan sürü dağ yamacında otlanarak yavaş yavaş yukarılara doğru çıkıyordu. Sürünün en önünden yürüyen keçiler doğanın kendilerine sunduğu yeşilliklerden yararlanmak için büyük bir aç gözlülükle sağa sola saldırıyorlardı. Yanında köpeği, elinde değneği olan çoban, sürüden ayrılmaya meyil gösteren hayvanları yönlendirmeye çalışıyordu. Çobanı bir süre dikkatlice izliyorum, sonra: “Kak Nebez şu dağın yamacından yukarıya doğru ilerleyen koyun sürüsü geceyi bu dağda mı geçirecek?” diyorum.


 


Geniş bir alana yayılan ve çobanın kontrol etmekte zorlandığı sürüye gözlerini diken Kak Nebez: “Evet, çoban sürüyü dağa götürüyor ve geceyi de dağda geçirecek”


 


Sürünün dağda kalacağını öğrenince ikinci bir soru yöneltiyorum; “Peki Kak Nebez, sürü geceyi dışarda geçirdiğinde herhangi bir tehlikeyle yüz yüze gelmiyor mu? Mesela hırsızların sürüye dadanmaları ve benzer sorunlar yaşanmıyor mu?” diye soruyorum.


 


Kak Nebez sorduğum soruyu yadırgamış olacak ki; “Hırsızlık mı? Vallahi ne diyeyim bu yaşıma geldim senin dediğin türden bir olayın bu yörede cereyan etiğine hiç tanık olmadım. Yani bu tür şeyler Saddam zamanında bile buralarda olmazdı. Bugünden sonra da olacağına ihtimal vermiyorum. Geçenlerde içeriye almayı unuttuğumuz bir battaniyemiz bilinmeyen bir şekilde ortadan kaybolmuştu. Birkaç gün boyunca battaniyenin başına gelenleri biraz merak ettik. Zira bu çevrede kimsenin bir başkasının malına el uzattığı görülmemiştir. Derken birkaç gün sonra şu az ilerde oturan bir komşumuz bizden habersiz götürdüğü battaniyemizi geri getirdi. Meğer bizim evde olmadığımız bir sırada komşularımızdan birisinin evine beklenmeyen birkaç misafirler gelmiş. Adamlar ödünç battaniye için bizim eve gelmişler, bizi evde bulamayınca da ortalığı gözden geçirerek, dışarda bir köşede duran battaniyemizi alıp götürmüşler. Birkaç gün sonra da kendiliğinden getirerek yerine koymuşlar” diyor.


 


Kak Nebez’in hırsızlığı yadırgaması beni şaşırtıyor. Kürdün olduğu yerde hırsızlığın olmaması görülmemiş, duyulmamış bir şeydi. Hayrete düştüğümü gören Kak Nebez;


 


“Kak Kadir buralarda hırsızlık hadiselerine rastlanmaz deyince baktım ki hayrete düştün? Peki sizin oralarda hırsızlık halen yapılıyor mu? Yani sizin oralarda vatandaş kendine ait malını geceleri dışarıya çıkarmaya cesaret edemiyor mu?” diye soruyor.


 


Bir an ne diyeceğimi kestiremiyorum. Kak Nebez’in sorusuna, bizim oralarda hırsızlıktan geçilmiyor desem kendi insanımı kötüleyecek ve bunun ucu bir şekilde bana da dokunacak!. Ne de olsa ben de oralardan geliyordum. Aksi şeyler söylesem yalana bulaşacaktım. Kak Nebez, cevap vermede zorlandığımı görünce en iyisi gerçeği söyleyeyim diyerek ona; “Vallahi Kak Nebez sana ne yalan söyleyeyim. Bizim oralarda hayvan hırsızlığından geçilmiyor. Bizimkiler gece sürüsünü dağlara götürdüğünde hırsız-haydut korkusundan ağır silahlarını yanına almadan bir adım atmaya cesaret edemezler. Fakat buna rağmen -yanında silahları olduğu halde- yine de hırsızların hışmından kurtulamıyorlar. Bütün tedbirlere rağmen hırsızlar bir yolunu bulup, çobanları el ve ayaklarından bağlayıp sürüyü önlerine katıp götürüyorlar. Sabahleyin mesele duyulduğunda hırsızlar malı kamyonlara doldurmuş, bölgeden çoktan uzaklaşmış oluyorlar. Köylünün çalınan, daha doğrusu zorla el konulan malı el altından tüccarlara ve et fabrikalarına satılıyor” diyorum. Söylediklerimi dikkatlice dinleyen Kak Nebez şaşkın şaşkın yüzüme bakıyor:


 


“Senin bu söylediklerin gerçekten doğru mudur? Yani bu söylediklerin sizin oralarda halen oluyor mu? Yani hırsızlık gibi yüz kızartıcı bir suç siz de yadırganmıyor mu? Peki halk kendi imkanlarıyla bunun önlemini alamıyor mu? Hem hükümet buna nasıl seyirci kalıyor? Yoksa bu çeteler hükümetle işbirliği için de mi bu işi yapıyor?” diye ardı ardına bir sürü soru sıralıyor.


 


Kak Nebez’e nasıl bir cevap vereceğimi bilemiyorum. Bu işin nasıl yapıldığını, hangi vicdan ve hangi ahlak anlayışıyla yürütüldüğünü anlamak için çok kafa yormak gerekiyordu. Ortada bir durum vardı ki o da bizim o taraflarda soygun, hırsızlık ve talandan geçilmediği idi. Nedenleri üzerinde saatlerce fikir yürütmek neye yarayacak, neyi çözecekti ki? Kak Nebez yüzüme bakarak kendisine vereceğim yanıtı bekliyordu. Benden beklediği yanıt yerine, konuyu başka bir noktaya çekerek kendisine yarısı espri, yarısı ciddi bir şey söylüyorum:


 


“Kak Nebez bizim oralarda yapılan hırsızlığın sebepleri üzerinde bir şey diyemeyeceğim, fakat sizin buralarda hırsızlık gibi adi işlere neden tenezzül edilmediğini, bu işlerin buralarda neden yapılmadığını çok iyi anlamış durumdayım” diyorum.


 


“Öyle mi, peki nedenmiş?” diye soruyor.


 


“Çünkü sizin buralarda minareler az da ondan!” diyorum.


 


Kak Nebez kendisine verdiğim cevap karşısında önce sessizliğe gömülüyor, sonra da sesli sesli gülüyor. “Yahu Kak Kadir bu söylediğin şey üzerinde düşünmek gerekir, sana göre bu işin minarelerle ilgisi gerçekten de olabilir mi?” diye soruyor.


 


Söylediğim şeyin Kak Nebez tarafından ilgiyle karşılandığını görünce konuyu biraz daha açmak istiyorum:


 


“Kak Nebez şimdiye kadar hiç kimsenin dinine diyanetine karışmadığımı,kimsenin  inancına karşı herhangi bir saygıssızlıkta bulunmadığımı sende biliyorsun.Bu yapıda bir insan olmadığımı herkesten önce sen bilirsin.Fakat ne var ki bazen öylesi şeylerle karşılaşiyorum ki  düşünemeden edemiyorum.İşte biraz önce konuştuğumuz şu minareler meselesi.Minarelerin çokluğu ve yüksekliği insanların kişiliği üzerinde tek başına olumlu bir etki yapmaya yeterli olmuş olsaydi bizim oralarda herkesin barış içinde ve birarada yaşaması gerekirdi.Ama maalesef yok. O zaman demek oluyor ki ya insanlarımız minarelerden fazla birşey öğrenememişler yada minareler insanlarımıza  kendilerini yeterince anlatamamışlar.Bunun başka izahı olabilir mi ? Dediğim gibi sizin buralarda her köşe başına bir minare dikilmemiş fakat insanlar malını mülkünü korkusuzca dağlara sürebiliyor.Bizim oralarda başı gökyüzüne erişen görkemli minarelerden geçilmediği halde insanlarımızın mal ve can güvenliği hiçbir şekilde sağlanamamış.Türkiye’nin her yerinde ve özeliklede İstanbul,İzmir ve Ankara gibi büyük şehirlerde her gün işlenen cinayetler, fuhuş, hırsızlık ve insan hakları ihlalini göz önünde bulundurduğumuzda göreceğiz ki yükselen minarelerin topluma olumlu hiçbir faydası olmamış, faydası olsaydı, bizim oralarda insanı canından bezdiren onca uygulama tanık olmak mümkün olurmuydu ? Ama gel gör ki herşey ortada. Yüksekliği onlarca metreyi bulan sayısız minarelere rağmen köy ve kasabalarımızda insanın insana reva gördüğü haksızlıkların hadi hasabı yoktur. Minarelerin gölgesinde göz kırpmadan her yıl binlerce cinayet işleniyor. Minarelerden günde beş vakit ezan sesi yükseldiği halde insanlar fırsat bulduğunda birbirinin boğazına sarılıyor. Oysa sizin buralarda gösterişli minareler olmadığı halde insanlar birbirine zarar vermekten özenle kaçınıyor. Kimse kimsenin hakkına el uzatmıyor. Biraz önce gördüğümüz şanslı çoban, hırsız ve haydut korkusu demeden kendini dağlara vurabiliyor. İşte bu nedenle diyorum ki bütün bu rahatlığı olsa olsa minarelerin sadeliğine  borçlusunuz. Bunu başka nasıl izah edebiliriz?”


 


Kak Nebez söylediklerimi dinledikten sonra bana; “vallahi orasını bilmem. Bizde gösterişli minareler yoktur. Ama buna rağmen insanlar birbirinin malına ve canına kastetmezler. Sizde bol miktarda minare varsa ve buna rağmen eğer insanlar halen birbirinin malına canına kastediyorsa demek ki sizde dine çok yanlış yaklaşılmış. Yoksa insanlar onca haksızlığı birbirine nasıl reva görürler” diyor.


 


Kak Nebezlerin bağ evinde devam eden Newroz oturumumuz gecenin geç saatlerine kadar devam ediyor. Gece geç saatlerde Kak Nebezlerin şehir merkezindeki evlerine dönüyoruz. Kak Nebez’in ısrarlarına dayanamayarak evde bir çay içip öyle uyuyoruz.


 


 


Devam edecek...


Kadir Büyükkaya / Hollanda


[email protected]

Bu yazı 1619 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum