Kadir BÜYÜKKAYA

Kadir BÜYÜKKAYA

[email protected]

BIRAKALIM HERKES KENDİ DİLİ İLE KONUŞSUN

19 Aralık 2011 - 22:00

Anayurdundan çok uzaklara savrulanlar için memlekete yapılacak birkaç günlük seyahat  ekmek-su kadar değerlidir. Bunun böyle olduğunu en iyi  uzaklarda yasamaya mahkum edilenler bilir. Otuz iki yıldan beri Hollanda’da yaşadığım halde rüyalarımın çoğunu Siverek’e ilişkin görürüm. Rüyalarımda Hollandaca veya başka bir dil ile konuştuğumu hiç hatırlamıyorum. Rüyalarımda hep Zazaca konuşurum. Çünkü doğduğumda köyün yaşlı ebesi Gewrê Nine’nin  kulağıma fısıldadığı  ilk sözcükler , anne-babamdan  duyduğum ilk kelimeler zazaca olmuş. Bu yüzden Zazaca’yı ana dilim olarak benimsemişim. Kürtcenin her üç lehçesini, Avrupa dilerinden ikisini, artı Türkçe’yi günlük yaşamımda kullandığım halde her nedense rüyalarımı hep Zazaca görürüm. Ana dil Allah’ın kavim kavim yarattığı kullarına bahşettiği değerli ve kutsal bir hazinedir. Bu kutsal hazineye saygısızlık yaradana saygısızlıktır. Bu yüzden olsa gerek her insan ebediyete yolculanırken, mezar başında  imam tarafından okunması zorunlu olan  Telkin duası ölen insanin  ana dili ile okunur. İnsanlar hakkın huzuruna kendi ana dilleriyle uğurlansın diye Ademoğullarına dini tebligatlar yapılmıştır. Hal-vaziyet böyle olduğu halde haddini bilmez kimi çevrelerin  ana dil konusunda  bildik tavırlarından vazgeçmemeleri , bu konuda halen  bağnaz davranmaları anlaşılacak gibi değildir. İnsan hak ve özgürlüklerinin uluslararası antlaşmalarla güvence altına alındığı yirmi birinci yüz yılında kimi çevrelerin dil  konusunda halen bağnaz davranmaları  insanlık adına  utanç vericidir. Konuyu daha fazla detaylandırmadan anlatmak istediğim asil konuya geceyim.
        
Siverek, Urfa ve Diyarbakır’a yaptığım iki haftalık gezimi tamamlamış gönül rahatlığıyla Hollanda’ya dönüyordum. Uçağım sabah erkenden kalkacaktı. Uçağı kaçırmamak için İstanbul’da kendilerine misafir olduğum yakınlarımı  hiç gereği olmadığı halde gece yarısında ayaklandırmıştım. Yakınlarım  beni havaalanına bıraktığında uçağın kalkış saatine daha dört kocaman saat vardı. Sağda solda oyalanarak saatleri birer devirdim. Uçağın kalkış saatine az bir zaman kala yolcular uçağa alınmaya başlandı. Elimde  uçuş kartım, uçağın koridorunda ilerliyorum. Koridorun orta yerinde bulunan koltuk numaram  sağ tarafta 23 A idi. Koltuğumun bulunduğu yere geldiğimde aynı sırada  50-60 yaşlarında modern görünümlü boya küpüne batırılmış iki bayanın oturduğunu görüyorum. Bayanlardan birisi benim koltuğuma oturmuştu, diğeri orta koltuğu boş bırakacak şekilde yan koltukta oturmuştu. Bayanların kendi aralarında  yürüttüğü konuşmadan  arkadaş olduklarını çıkarıyorum. Elimde uçuş kartım ayakta beklerken bayanlara gayet nazik bir şekilde önce iyi günler, iyi uçuşlar diliyorum. Sonra yerime oturan bayana hitaben:

-   “Hanımefendi, elimdeki uçuş kartına göre benim yerime oturmuşsunuz. Fakat sorun değil, siz rahatsız olmayın, arkadaşınız orta koltuğa kayarsa ben de şöyle yan koltuğa oturulabilirim” diyorum.

Yerime oturan bayan önce yüzüme sonra arkadaşına bakınıyor. Yerime oturan bayandan herhangi bir yanıt gelmeden, yan koltukta oturan bayan bana dönerek:

-         “Aaa ne münasebet,  ben ortada oturamam, bana sıkıntı gelir” demez mi?

 Bayanın bu ani ve tepkili hareketine bir anlam vermesem de nezaket ve genel saygı kuralları gereği gayet sakin bir şekilde:

-     ” O zaman bir zahmet bana yol açın yerime geçeyim’’ diyorum.

 İki bayan istemeye istemeye, oflaya puflaya  ve üstelik ağızlarında anlaşılmaz bir şeyler geveleyerek yerlerinden kalkıyorlar. Pencere önüne otururken verdiğim zahmetten dolayı her iki bayandan teker teker özür dileyerek teşekkür ediyorum. Gösterdiğim inceliğin karşılığı somurtkan bir yüz ifadesi oluyor.

Her neyse! Uçağa yolcu gelişi devam ediyor. İnsanların yüzünde sabah mahmurluğu var. Uykusuzluk ve yolculuk telaşı insanların paçasından akıyor. Yolculuk sırasında yük getirmede sinir olduğundan yolcular fazladan birkaç kilo yük getirmek için ellerinde ağır el çantaları taşıyor. Önde oturması gerekenler koltuklarını arka taraflarda aradığı için kısa sureli karmaşalar yaşanıyor. Yolcular yerlerine geçmek için uğraşırken, benimle aynı hizada oturan iki bayan arasında koyu bir sohbet başlıyor. Bayanlardan birisi geçen hafta  satın aldığı pahalı yüzüğünden söz ederken, diğeri de geçenlerde evlenip boşanan bir yakınından söz ediyordu.

Bu arada atmış beş yaşlarında elinde bastonu ve yürümede zorluk çeken yaşlı bir kadın uçağın koridorundan arka tarafına doğru zorlukla ilerliyor. Yaşlı kadını yirmi beş yaşlarında başı kapalı genç bir kadın izliyor. Genç kadın elinde ağır bir el bagajı taşıyordu. Önünde yürüyen yaşlı kadına bir şeyler söyleyerek muhtemelen oturacakları koltuğun yerini tarif etmeye çalışıyordu. Yaşlı kadın kendisine söylenenlere uyarak birkaç koltuk ötemizde uçağın sağ tarafında bir koltuğun önünde duruyor. Yorulmaktan canı çıkan kadıncağız, düşmemek için bütün gücü ile elindeki bastona dayanırken diğer eliyle uçağın koltuğuna yaslanıyordu. Yaşlı kadını izleyen genç kadın elindeki çantayı koltukların üstünde bulunan  raflardan birisine yerleştirmek  için rafın kapağını kaldırdığında dolabın ağzına kadar eşya ile dolu olduğunu görüyor ve bu arada yaşlı kadınla genç kadın arasında ne yapılacağı konusunda Kürtçe bir diyalog  başlıyor. Genç kadın Kürtçe;

-         “Anne bu yerler dolu.” diyor.

Yaşlı kadın da kızı veya gelinine Kürtçe olarak:

-         “ Kızım hele birilerine sor bize yardımcı olmazlar mı?”  diye söyleniyor.

Bu iki kadının kendi aralarında Kürtçe konuşmaları yanımda oturan iki kadını fazlasıyla rahatsız ediyor. Kadınlardan birisi yanındaki arkadaşına dönerek üstelik herkesin duyacağı şekilde:

-         “Bunlar var ya bunlar, tümden kudurdular. Bunlar bulundukları her yerde inadına kendi dilleriyle konuşuyorlar. Türkçe konuşmamak için bu acayip dili kullanıyorlar’’ diyor.

Bu arada on taraftan arkaya doğru ilerlemek isteyen yolculardan bir-ikisi yolu kapatan iki kurt kadına bağırarak yerlerine geçmelerini söylüyorlar. Söylenenlerden bir şey anlamayan yaşlı kadın, kendilerine bağıranlara dönerek, Kürtçe: 

-         “ Bavêmin hun çi dibêjin , ez wê fahm nakim. ” [1] diyor.

Kadının söylediği bu Kürtçe kelimeler bardağı taşıran son damlalar oluyor. Yanımda oturan kadınlardan birisi hışımla arkasına dönerek Kürtçe konuşan yaşlı kadına:

-         “ Sen ne söyleniyorsun? Türkçe  konuşsana, senin konuştuğun o acayip dilden kimse anlamıyor” diyor.

Yanımda oturan kadının hareketlerinden ve ses tonundan hakarete uğradığını fark eden yaşlı kadın etrafına bakınarak  çevreden adeta imdat bekler gibi bakınıyor. Çevreden kendisini sahiplenecek birileri çıkmayınca, kadıncağız sessizce yerine geçiyor. Olayı izleyen yolcuların bana ne lazımcılık anlayışından cesaret alan sosyete bozuntusu kadın bu duyarsız ortamdan cesaretlenerek daha da ileri gidip, vatan kurtaran kahraman edasıyla hakaretlerine devam ediyor. Kadın yanında oturan arkadaşına dönerek:

-         “Yok anam yok, bunlar tümden kudurdular.” dediğinde

öfkeden gözlerim kararıyor. O an nerde olduğumu, nerden nereye gittiğimi bir çırpıda unutuyorum. Ayağa kalkarak yaptığı küstahlıktan dolayı kadını kınıyor ve kendisini terbiyeli olmaya davet ediyorum. Tam havasına girdiği sırada kendisini terbiyeli olmaya davet eden birisinin hışmıyla karşılasan kadın, bir anda neye uğradığını şaşırıyor. Kadın kem-kum etmeye zaman bulamadan ben dilime hücum eden ne kadar laf ve söz varsa hepsini kadının yüzüne karşı bir bir savuruyorum. Uçak yolculuğunda Türkçe dışında herhangi bir dil ile konuşmanın hiçbir şekilde men edilemeyeceğini , bu konuda herhangi bir yasaklamanın olamayacağını  söyleyerek,  bu ilkel ve ırkçı tavrından dolayı kadını şiddetle protesto ediyorum. Hostesler dışında hiç kimse olaya müdahale etme gereği duymuyor. Dil yasaklama yetkisini kendisinde gören, bu sonradan görme kadın  hosteslerin müdahalesiyle sus-pus oluyor. Meseleyi tadında bırakmak için ben de yerime oturuyorum.

Yolcular uçağa akmaya devam ediyor. Yüzlerce insanin gözleri önünde cereyan eden bu hakaret içeren davranışın kimseden tepki almaması beni hayrete düşürüyor. İnsanların; “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın.” anlayışı beni kahrediyor. Hakarete uğrayan yaşlı kadının dolu gözlerle etraftan destek araması ve kimseden gerekli desteği alamaması, hançer gibi yüreğime saplanıyor. Ben insanım diyen her beşeri ilgilendirmesi gereken bu vahim olay karşısında, insanların duyarsız kalmaları incinen ruhumu kanatıyor. Hırsımdan ağlamak veya doya doya bağırıp çağırmak geliyor içimden. İnsanların kendi aralarında, kendi ana dileriyle konuşmaya tahammül etmemek, insanlığın içine yuvarlanabilecekleri en rezil pislik çukuru olmalıydı.

Yurtdışında, dünyanın değişik ülkelerinde ve özellikle de Avrupa ülkelerinde yüz binlerce yabancı yaşıyordu. Sadece yaşadığım şehirde yetmişten fazla ecnebi millet yaşıyordu. Herkes kendi dilini ve kültürünü koruyarak yaşamaya çalışıyordu. Kimsenin dili, dini ve rengiyle uğraşacak zamanı yoktu. Hatta yabancı göçmenler kendi ana dillerini geliştirsinler diye devlet tarafından yılda milyonlarca Euro para harcanıyordu. İnsanların dil ve inançlarına karşı gösterilen tahammülsüzlük gibi ilkel anlayışlar Avrupa ülkelerinde  yüzyıllar öncesinden  toprağın derinliklerine gömülmüştü. Böyle olmasaydı Avrupa’nın değişik ülkelerinde yıllarca nasıl barınabilirdik? Kaldığımız ülkelerde konuştuğumuz dilimizden dolayı, kültürel farklılıklardan ve inançlarımızdan ötürü bu ülke insanları tarafından her gün aşağılanıp yasak ve baskılarla yüz yüze kalsaydık, yabancılar olarak halimiz ne olurdu?
Bütün bunları düşündükçe yanımda oturan kadına karşı öfkem kabarıyor. Fakat uçakta bulunan diğer yolculara karsı saygısızlık olmasın diye, kabaran öfkemi kontrol altında tutmaya çalışıyorum.

Bu arada kendimi daha fazla tutamıyorum ve hakarete uğrayan Kürt bayana bir-iki şey söyleme gereğini hissediyorum. Dolayısıyla oturduğum yerden ayağa kalkarak az ilerde iki büklüm olmuş  yaşlı kadına dönerek kendisine Kürtçe olarak:
        
-  “Teyze üzülmene gerek yok. Sen kendini bilmez bu kişilerin söylediklerine bakma ve ana dilinle konuşmaya devam et. Uçak Almanya’ya  indiğinde size yardımcı olacağım.” diyorum.

Yaşlı kadın sahiplendiğini görünce mutlu oluyor ve bana Kürtçe olarak bir sürü hayır-duada bulunuyor. Kürtçe konuştuğumu gören koltuk komşum hoşnutsuzluğunu ve memnuniyetsizliğini yüzüne yansıtmış olsa da bunu fazla umursamıyorum.
          
Uçak havalanıyor. Bir saate yakın ne benden ve ne de komşularımdan çıt çıkmıyor. Aslına bakılırsa yaşanan tatsızlıktan dolayı herkesin keyfi biraz kaçmış durumda. Bunu acık seçik görebiliyorum. Uçak havalandıktan bir saat kadar sonra yanımda oturan kadınlardan birisi, yanındaki arkadaşına dönerek:

-         “ Konserde seslendireceğimiz parçaları belirlediniz mi? diye sormaz mı?

Meğer bizim kafatasçılar ses sanatçısıymış. Soruya muhatap olan kadın cebinden bir kağıt parçası çıkararak:

-    ”Evet evet, çıkardım. Dün gece üzerinde biraz çalıştım.”

diyerek birkaç müzik parçasının ismini sıralıyor. Yaşlı bir Kürt kadının kendi dili ile konuşmasına tahammül etmeyen bu iki kadının sözde ses sanatçısı  olmaları  beni daha da üzüyor. Bir toplumun sanatçıları olarak geçinenler ruhlarını ve beyinlerini ırkçı düşüncelerden arındırmazsa, biz sıradan insanlara ne demeli. Sanat ve sanatçı inceliği ile ırkçılığı ve şovenist söylemleri nasıl yan yana getireceğiz? Yıllar önce Hollanda’ya misafirliğime gelen büyüğüm Merhum Ali Karahan günün birinde dostlarımızın bir araya geldiği bir toplulukta bizlere Siyabend ile Xece türküsünü söylemiş ve hemen ardından bizlere:

-         “ Türkü söyleyen insandan, müzik ile ilgilenen kişilerden çekinmeyin. Onlardan insana zarar gelmez. Çünkü müzik insanin içinde oluşan bütün pislikleri silip süpürür. Pas tutmuş bakir bir tasın ilacı nasıl ki kalaydır, ruhu kirlenmiş insanların da tek ilacı müziktir. Bu yüzden hepinize türkü söylemeyi tavsiye ediyorum” demişti.

Yıllar yılı Ali Amca’mın söylediği bu sözlerinin doğruluğuna inanmış ve zaman buldukça kendi kendime türküler söylemiştim. Uçakta yan yana oturduğumuz iki kadının sanatçı kimliği ve sergiledikleri ırkçı tavırdan sonra Ali Amca’nın müzik konusunda bana aktardığı  söylemi bir anlamda kendiliğinden çürümüş oluyordu. Ve buna son derece üzüldüm. Umut ederim ki bu olay tekil ve istisnai olsun. Ben bunları kafamdan geçirirken sanatçı geçinen kadınlardan birisi elinde tuttuğu kağıt parçasından Türk Sanat müziğinden bir parçayı hafiften seslendiriyor. Ön ve arka koltukta oturan yolcularla birlikte onurumuza  verilen bu parasız müzik ziyafetini isteksiz de olsa dinlemek zorunda kalıyoruz. Sergilenen bu saygısızlık sinirlerime dokunuyor. Görgü kuralları dışına çıkan ve beni rahatsız eden bu kadına söyleyecek bir-iki şeyi  kafamda bir güzel tasarlıyorum.  Kadına:

-         “ Hanim efendi sesinizi keser misiniz? Benim üçüncü sınıf pavyon sanatçılarından müzik dinlemeye tahammülüm yok. Bu nedenle lütfen sesinizi kesin. Siz şarki söylemeye devam edersiniz biraz sonra ben de türkü söylemeye başlayacağım. Hem de o  beğenmediğiniz ve çok acayip gördüğünüz ana dilimle.”

Ben, kafamda tasarladığım bu onur kırıcı şeyleri söylemek için önce bir lahavle çekerek kadına doğru yönelirken, kadın ile göz göze geliyoruz. Kadın niyetimi anlamış olacak ki acele ile elindeki kağıdı  katlayarak  sessizce cebine yerleştiriyor. Irkçılıkla sanatçılığı bir arada götürmeye çalışan kadının bu hareketine herkesten fazla ben seviniyorum. Çünkü kendisine üçüncü sınıf pavyon sanatçısı olduğunu hatırlatmam durumunda onun içine düşeceği ruhsal durumu çok az tahmin ediyordum. Buna gerek bırakmadığı için onun adına çok sevindim. Çünkü insanları incitirken sonradan  en fazla ben inciniyorum.

Uçağımız Almanya’nın Dusseldorf havaalanına indiğinde, yaşlı kadının ağır çantasını alarak kendisine yardımcı oluyorum. Yaşlı kadını ve gelinini polis kontrolünden geçirip valizlerin geleceği bolüme götürüyorum. Valizlerini bir taşıma arabasına aktararak kendilerine iyi günler diliyorum. Yaşlı kadın benden ayrılmadan önce gösterdiğim yakınlıktan dolayı bildiği bütün duaları tekrarlayarak bana nereli olduğumu soruyor. Siverekliyim yanıtını verince kadının gözleri gülüyor ve bana:

-         “ Ben Bingöl, gelinim de Vartoludur” diyor.

Birbirimizle el sıkışırken kadına:

-         “ Teyze çirkin insanların dilimize ne kadar düşman olduklarını gözlerinle gördün. O halde şimdiye kadar yaptığınız gibi bundan sonra da çevrenizde ana dilinizle konuşmaya devam edin” diyorum.

Yaşlı kadın havaalanı salonundan dışarı çıkarken son bir kez arkasına dönerek bana el sallıyor. 

Kadir Buyukkaya

[email protected]

Bu yazı 2112 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum