Mustafa Karadağlı

Mustafa Karadağlı

[email protected]

ÜNİVERSİTELER ÜZERİNE

04 Mayıs 2019 - 14:51

Hoşuma giden bir tanımı vardır üniversitenin: “Eflatun ve Aristo’nun öğrencileri ile felsefi tartışma meydana getirdikleri evrensel ölçekte bağımsız ve tüzel kişiliğe sahip kurumlar, felsefi tartışma ortamında akıl sürecini, duygusal sürecin önüne alarak kişilerin olayları görerek ve tartışarak farkına varabilmelerini sağlayan bilimsel ortamlardır.”


Bugünkü anlamda ilk üniversite yapılanmalarına Abbasiler döneminde Bağdat’ta rastlandığı ileri sürülmüştür. İlk kurumsal üniversiteyse, Emeviler tarafından Fas’ın Fez şehrinde 859 senesinde kurulan Keyruvan Üniversitesidir. Eski Yunan ve Roma dönemlerinde bazı yüksek eğitim ve öğretim teşkilatları olmasına rağmen bunların bugünkü anlamda kurumsal bir üniversite niteliği pek yoktur.


Batı, üniversitelerinin tarihi, İslam medeniyetinin Endülüs Emevi Devleti vasıtasıyla Avrupa’ya girmesiyle başlar. Fas, Kurtuba ve Gırnata üniversiteleri, ilim ve fennin, kilise ve piskoposların tesirindeki ruhban sınıfına mensup öğretim üyeleri olan okullara girmesine vesile olarak, sadece hukuktan ibaret olan öğretim dalına; tıp, astronomi, ilahiyat ve benzerlerini de ekleyerek zirve yapmıştır. O zamana kadar Avrupa kralları ve devlet adamları tedavi olmak için Kurtuba Üniversitesi’nin Tıp Fakültesine gidiyorlardı. Hatta dünyanın düz olduğuna inanan Avrupalılar, Galileo, Kopernik, Newton gibi bilim adamları dünyanın döndüğünü İslam kitaplarından öğrenip söyleyince, onları suçlu görüp hapsedecek kadar ilim ve fende tutucuydular. Bağdat’taki Nizamiye Medresesi (1065), Osmanlılardaki ilk üniversite olan İznik Medresesi (1331), gibi misalleriyle de Selçuklular ve Osmanlılar döneminde hızla gelişen medrese müessesesi Tanzimat’a kadar fen bilimlerinde de söz sahibiydi. Bilimi, Endülüs Emevileri vasıtasıyla İslam medeniyetinden alan Batı, Doğu devletlerinin önüne geçmeye başladı. Bugün herkesin girmeye çalıştığı ilk 500 Avrupa üniversitelerinin temeli, bu üniversiteler üzerine kurulmuştur. İbn-i Haldun’un tabiriyle; “nimet, kıymet bilinmeyen mekânı terk eder” sözü burada bir hakikati ifade etmek için yeterli olsa gerek.


 


Bugün ülkemizde bir üniversite cenneti var. Herkese ve herkeseye uygun üniversiteler… Nüfusu büyük şehirlerin bir mahallesi kadar bile olmayan bazı şehirlere üniversiteler açılıyor. Aileler bu okulların ne tür katkı sağlayacağını bilmeden, dişinden tırnağından arttırarak çocuklarını üniversite okumaya yolluyor. Hatta bazı şehirlerimize bir değil, onlarca üniversite bile açılıyor. İstanbul’daki üniversite sayısı 50’yi aşmış durumda. Ticari amaçla kurulmuş Vakıf Üniversitelerinin sayısı bile tek başına 70 civarı ve bunların bir çoğunun kampüsü bile yok. Üniversiteler, merdiven altı şartlarda diploma veriyorlar…


Sayıları gittikçe artan üniversiteler, ilime, bilime, teknolojiye, Ar-Ge’ye duyulan meraktan mı, yoksa ticari kaygıdan mı açıldılar? Bunu iyi bir şekilde tahlil etmek şart! Eskiden devlet büyüklerinden fabrika, askeri birlik, şehirlerarası yol istenirdi. Bugün ise halk, ne olduğunu tam olarak bilmedikleri üniversitelerin açılmasını istiyor. Hemen her yıl yoğun istek üzerine onlarca üniversite açıyoruz. AB ülkelerinin pek çoğunda son 50 yılda açılan üniversite, neredeyse yok gibi. Daha da önemlisi, onlar, doktora eğitimi için en az 30 yıl sabrederken, biz daha ilk mezunlarını vermeyi bile beklemeden, yüksek lisans ve doktora öğrencisi alıyoruz.


Öğrenci sayısı durmadan katlanırken, öğretim elamanı sayısı adeta yerinde sayıyor.
Bırakın öğrencileri, öğretim elamanlarından yabancı dili olmayanların sayısı, tahminlerin çok üzerinde!.. Bir de şu gerçek var ki: İşsizler sıralamasının en tepesinde üniversite mezunları geliyor! Zorunlu eğitimle birlikte, zorunlu üniversite fikri mi bilmiyorum ama bildiğimiz tek hakikat, MEB’in zorunlu eğitim kararıyla birlikte eğitimi bir türlü düzeltemediğidir. Her yıl artan öğrenci sorunu ve bunların yerleşecekleri liselerde büyük sıkıntı var. Durmadan lise türleri ve tabelaları değişiyor ama, PİSA verileri bir türlü ileriye doğru değişmiyor ne yazık ki…


Bilinen bunca hakikate rağmen peki niye hâlâ yeni üniversiteler açılıyor? Ya da bunlara üniversite demek doğru mu?


İdealist genç bir akademisyenimizin tespitleri kayda değer: “Üniversiteler artık, bana sorarsanız, bilim yuvası değil!. Mühendislikten mezun olacak öğrenciye kg ile N farkını sordum, bilemedi ve böylece de mezun oldu. Bu öğrencinin devlete yıllık maliyeti yaklaşık 40 bin TL. Biz, bir hiç için mi bu 40 bin TL x 4= 160 bin TL harcadık? 4 yılda bitiremediğini, düşündüğünüzde bu masraf, daha da katlanıyor tabii ki. Şu üniversiteler özelleşsin istiyorum artık. Sesimiz de çıkmıyor, Taksim’de kendimi yakacağım. Nedir bu yahu? Meslek liselerinden beter bir haldeyiz. Hâlâ 2023 hayali kuruyoruz! Ufacık üniversitenin, ufacık fakültesinde, yeni yeni bölümler açılıyor. Bir tane bile laboratuvarı yok üniversitenin adam gibi. YÖK buna nasıl onay veriyor? Biraz isyankâr bir tarz ama inanın birçok ifademi yumuşattım. İnanın kafayı yememek elde değil!”Hocamızın anlattıkları elbette ülkesini ve üniversitesinikaralamak değil; ülkesini ve üniversitesini daha da ileriye götürmek tabii ki…


Üniversiteler, aklın ve bilimin yuvası olması gerekirken, deprem fay hatlarının üzerine, tarım arazilerinin göbeğine, kuş uçmaz kervan geçmez dağlara üniversiteler kuruluyor, ve halen kurulmaya devam ediyor. Üniversitelerin 100 tane misyonu varsa, yarısını göz ardı ederek, “kurduk oldu” kabilinden öğrenci almaya devam ediliyor. Verdiğimiz diplomaları, bırakın başka ülkeler, kendimiz bile kabul etmiyor, benimsemiyoruz. KPSS gibi sınavlarla, mezunların yeterliliklerini, bir kez daha sorgulamaya çalışmamız sizce neyin nesi? Üniversitelerin bilim, özgür düşünce, araştırma, kalite ve en önemlisi de sosyal sorumlulukları unutuldu gitti. Yüksek Öğretim Kurumu, üniversiteleri açarken kalite arayışına pek girmiyor; fakat kurulduktan sonra kalite arayışına giriyor. Kanımca; üniversitelerin hemen her konudaki suskunlukları, dünya sıralamalarında neredeyse hiç yer almamaları, mezunların donanımlarının yerlerde sürünmesi gibi sıkıntıların temel kaynağını bu sorun teşkil ediyor. Peki, tehlikenin farkında mıyız? Dünya standartlarına yükselmek için bir arayış içinde miyiz?
Sanırım, konuşması gerekenler pek konuşmuyor, ‘bana neci’ tavırlarla günü kurtarıyor. Her şey gibi üniversiteleri de sıradanlaştırıldı, diplomalar önemini kaybetti. Yetişen mezunlar da işsizlikten üniversite mezunu olmayanların işine göz dikmiş bir vaziyete girdi. Evet yüksek lisans mezunları, fayans ustasının işini kapma peşinde, kimyager, pazarda küçük bir tezgah almak için belediyeden adam bulma telaşına girmiş ne yazık ki…


Katıldığı bir programda serzenişte bulunan Tarihçi Prof. Dr. İlber Ortaylı, Türkiye’deki eğitim sistemini ince bir şekilde eleştirmiş ve olması gerekeni bir bir saymıştı. "Her yere üniversite açıyorlar. Her yere üniversite açılmaz, her yerde çocuk okutulmaz. Çocuğun okutulacağı işler vardır, teknik eğitim falan. Öyle marangozsuz, elektrikçisiz insan olmaz. Kız adını bile duymadığı bir üniversiteye gidiyor. Doktorun yanındaki sekreter anası da ona para yetiştirmek için didiniyor. İşletme okuyormuş, genel müdür olacak herhalde. Kafaları bozuk, hepsi savcı olacak, hepsi genel müdür olacak. Dağın başında üniversite okuyacak ve genel müdür yardımcısı olacak ama hiçbir zaman doğru düzgün bir işe girmiyorlar ve bundan istifade ediliyor" ifadesini kullanarak bir hakikati dile getirmişti; fakat dinleyen var mı?


Yanlış anlaşılmasın, bence kötü olan YÖK değildir. YÖK’ün iyi organize olmamasıdır asıl sorun. Tabii ki ihtiyaca binaen üniversite açacaksın ama; Hakkari’nin, Bayburt’un, Tunceli’nin, Kastamonu’nun dağına değil. İcabında Ankara’ya 20 üniversite kurulabilir ama donanımlıysa. Taşradan gelen çocuklar o şehrin kültürünü benimsemeli, medeniyeti yaşayarak, bilimi ise uzmanından öğrenmeli! İyi bir metropol üniversitesinde yetişmiş taşralı çocuklar, buradaki şehir kültürünü memleketlerine taşıyabilir ve yeni ufuklara kapı açabilirler. Çünkü üniversitede sadece bilgi değil, aynı zamanda şehrin kültürü de öğrenilir. Her yönüyle taşra çocuklarının hayallerini süslemeli metropol üniversiteleri.


Taşrada üniversite okumak, diplomadan başka ne kazandırabilir bir öğrenciye. Belki esnafı kalkındırabilir; ama ilerisi için bu çocukların istihdamındaki sorunlar daha da büyük sorunlara da neden olabilir.


Bir defa, neden herkes üniversiteli olsun ki? Dünyada böyle bir ülke var mı? Üniversite okuyan biri, iyi bir kültür görmeli, kendine bir şey katamayacaksa, üniversiteli olmak ne kendisine ne de ülkesine katkı sunar. Burada bilimde üretilemez zaten. Bunun ülkeye hizmetle filan alakası da yok... Kaliteli üniversiteler olmadan asla ve asla, çağın teknolojisiyle yarışacak büyük ve güçlü bir ülke de olamaz.


Biz çok iyiyiz demekle iyi olunmuyor, öğrenci sayımız 7.5 milyonu buldu demekle de ülke çağ atlamıyor maalesef. Hakikaten üniversitelerimiz bugüne kadar bilim ve araştırma adına ne yaptılar, önce bunu konuşmamız ve irdelememiz lazım. Üniversitelerde bilim öğretiliyor ama bilim üretilmiyor ne yazık ki. Türkiye markalarının çoğu, özel şirketlerin Ar-Ge’leri sayesinde markalaşıyor, patent alıyor. Ülkenin geleceğine yön verecek kurumlar sadece iyi niyet, beyanıyla payidar olmaz. Samimiyet, kararlılık, inanç ve en önemlisi de hem insan gücü hem de maddi kaynak gerektirir. Açtık oldu, demekle üniversite açılmış olmuyor. Bunların ihtiyaçlarını kim karşılayacak? Çoğunun; temizlik sorunu, öğretim elemanı sorunu, bina sorunu, yurt sorunu haddinden fazla. Taşrada üniversitelerin kurulması için büyük yatırımlar yapıldı, peki ya sonrası? Heyecanla basının gözü önünde büyük projeler tanıtılıyor ama kimse akıbetini sorgulamıyor bile. Projelere ayrılan meblağların haddi hesabı yok. Birçoğu hava-civa kabilinden…


 


Kent ya da bölge bazında merkezi laboratuvarlı üniversiteler olması gerekirken, her üniversite önce kendini düşünüp birilerinin gözüne girme yarışına girmiş durumda. Bu da yetmedi, üniversite içinde herkes, küçük olsun, benim olsun yarışına girmiş durumda. Böyle bir ortamda hiçbir üniversite yeterince gelişme fırsatı bulamaz zaten. Önce bundan vazgeçmek lazım. Büyük üniversiteler, merkezi laboratuvarlarla da adını duyurmalı. Gezip görme imkanına sahip olduğum Gebze Yüksek Teknoloji Enstitüsü ve Urla’daki yüksek teknoloji enstitüsü bu amaçla kurulmuştu. Ne yazık ki bir tanesi, daha yolun başında tökezleyip, normal üniversiteye döndü. Yapılan devasa kampüs çürümeye terk edildi. Şimdi yeni kampüsünde yeni heyecanlar arıyor olmalı... Diğerine de ne kadar destek sağlandığını bilmiyorum. Turgut Özal döneminde, araştırmaya yönelik özgün üniversiteler modeli tartışılmaya açılmış kuruluş aşamasına bile gelinmişti. İş, Meclis’e intikal etti ve neredeyse her milletvekili, kendi ilindeki üniversitenin de özgün olmasını isteyince, iş farklı boyuta kaymış ve projeden vazgeçilmişti. Evet ne yazık ki, bilimsel ve teknolojik kaygılardan ziyade sadece şehrin ekonomik değerine katkı olsun diye açılan üniversiteler, üzülerek belirtelim lise düzeyinde bile eğitim veremiyor. Yazıya başlarken özellikle şu cümleyi kullandım: “Üniversite, felsefi tartışma ortamında akıl sürecini duygusal sürecin önüne alarak kişilerin olayları görerek ve tartışarak farkına varabilmelerini sağlayan bilimsel ortamlardır” İşin doğrusu için; duygusal düşünmekten ziyade mantıksal yönünü ele alıp metropollerdeki üniversitelerin sayısını arttırmak, vakit kaybetmeden gecekondu üniversiteleri kapatmak ve herkesi üniversiteli yapma kaygısından vazgeçmektir. Aksi durumda ne dünyada ilk 500 üniversite içine gireriz, ne de PİSA verilerinde dünya sıralamasını yakalamış oluruz. Unutmayalım ki kurumsallaşmış bir yüksek öğretim sistemi ülkenin kalkınması için yegâne kaynaktır.


 


Selam ve Muhabbetle.


 

Bu yazı 1429 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum