Kadir BÜYÜKKAYA

Kadir BÜYÜKKAYA

[email protected]

AMCAM MUSTAFA 8

04 Nisan 2013 - 17:14

AMCAM MUSTAFA 8.BÖLÜM





100 YILLIK TARİH....







Paşa-yı Mıllâ Ali nasıl ve niçin vurulmuştu. 1934 yılının sonbaharında 10 kişilik bir kaçakçı grubu Suriye’den yükledikleri güçlü ve cesur atlarıyla Siverek üzerinden, Çermik’e doğru yol alıyordu. Günlerden beri yollarda olan bu kaçakçılar Fırat boylarında bulunan köylerine, çoluk-çocuğuna sağ-selamet ulaşmak için gözler ufukta,parmaklar tetikte durmadan yürüyorlardı. Üç-dört günden beri yollarda olan kaçakçılar yorgun ve bitkindiler. Çoluk-çocuk rızkı, ekmek aş kavgası diyerek kendilerini ölümün kol gezdiği belalı yollara vuran bu kaçakçıların atları onlardan da yorgundu. Ne varki buna rağmen onlar güvenli bir bölgeye ulaşmadan mola vermemeye kararlı görünüyorlardı. Yıllardan beri gidip geldikleri bu yolları avuçlarının içi gibi biliyorlardı. Bu yollardan nasıl ve ne zaman geçeceklerini çok iyi bilen kaçakçılar herhangi bir hadiseye meydan vermemek için son derece tedbirli davranıyorlardı. Tuzak ve tahlikelerle dolu olan bu yollarda faka basmamak için kaçakçılar gözlerini dört açıyordu. Yollarını gözleyen çoluk-çocuğuna sağ-selamet kavuşmak isteyen kaçakçılar için en emin ve en güvenli yollar tenha olan kestirme yollardı. Onlar oldum olası hep bu ara yolları kullanıyordu. Ara yollar uzun ve meşakatlı olsada kaçakçılar emniyet açısından bunu göze alıyorlardı.





Bir öğle üzeri Siverek etrafından dolanarak Dindar, Hamamveran üzeri yollarına devam eden kaçakçılar jandarmanın takibi altında idi ve onlar kendilerini bekleyen bu büyük tahlikeden habersizdiler. Yapılan uğursuz bir ihbar Jandarmayı alarma geçirmışti. Hasan Çavuş öncülüğünde hazırlanan bir jandarma müfrezesi zaman kaybetmeden yollara düşmüştü.



Tepeden tırnağa silahlı olan ve her attığını onikiden vuran bu asi dağ insanlarından oluşan kaçakçılara basitçe yaklaşılamayacağını Hasan Çavuş deneyimlerinden çok iyi biliyordu. Komutasına aldığı jandarmalarla birlikte amansız takibi sürdüren Hasan Çavus’un amacı kaçakçıları hiç beklenmedik bir yerde gafil avlamaktı. Takıldıkları takipten haberi olmayan kaçakçıların amacı akşamdan önce Karahan bölgesine ulaşmak ve orada mola vermekti. Gün boyu boğazlarından bir lokma ekmek ve bir yudum su geçmeyen kaçakçılar kendileri için Karahan bölgesini güvenli buluyorlardı. Onlar bu bölgede ün ve nam yapan Paşa-yı Mıllâ Ali’nin isimini çok duymuşlardı. Kaçakçılardan bazıları zamanında ona misafir olmuş ve ekmeğini yemişlerdi. Paşa’yı yakından tanıyanlar onun gözü pekliğine ve yiğitliğine bizzat tanıklık etmişlerdi. Dolayısıyla Paşa’dan kendilerine herhangi bir kötülük gelmeyeceğine inanıyorlardı. Onlara göre bu bölgede mola vermede her hangi bir sakınca yoktu. Çünkü bu bölge bütünüyle Paşa-yı Mıllâ Ali’den soruluyordu. Kaçakçılar böyle düşünürken kaçakçıların izini süren Hasan Çavuş çok daha farklı şeyler düşünüyordu. Hasan Çavuş bütün hasaplarını Paşa-yı Mıllâ Ali üzerinden yürütüyordu. O’na göre Paşa kendileri için bulunmaz bir müttefikti. Böyle olduğu için de kaçakçılar Karahan bölgesine yani Paşa’nın söz sahibi olduğu bölgeye adım atar atmaz düğmeye basılacak ve kaçakçılara karşı operasayon başlatılacaktı. Bu yapılırken Paşa’nın güç ve desteği esas alınacaktı. Paşa’nın işin için de olması kaçakçıların cesaretini tamamen kıracak ve onların sorun yaratmadan teslim olmalarını sağlayacaktı. Jandarma çavuşuna göre Paşa yöredeki hâkimiyetini güçlendirmek için devlet ile iyi ilişkiler içinde idi. Gerçi yedi-sekiz yıl önce devlet yörede bulunan birçok aşiret ileri geleni gibi Paşa’yı da İstanbul’a sürgüne göndermiş ve herkes gibi O,nu’da biraz olsun gücendirmişti. Oysa bütün aşiret ileri gelenleri gibi Paşa’nın da devlete bir sürü yardımı olmuştu. 1920 yıllarında Viranşehir çevresinde söz sahibi olan İbrahim Paşa-yı Milli’ye karşı devlet harekete geçtiğinde bölgedeki birçok aşiret reisi gibi Paşa-yı Mıllâ Ali’de himayesinde bulundurduğu adamlarıyla birlikte Viranşehir’e yürümüş, yaptığı fedakârlıklar, gösterdiği yararlılıklar ve yaptığı değerli hizmetlerden dolayı devlet büyüklerinden takdir görmüştü. Fakat daha sonra ne olmuşsa, olmuş, devlet onunla birlikte onlarca aşiret reisini,  dil ve adetlerini bilmedikleri uzak diyarlara, İstanbul’lara sürgüne göndermişti.



Kaçakçılar herşeyden habersiz kendilerini Karahan bölgesine atıyorlar. Dinlenmek için kendilerine emniyetli bir nokta seçen kaçakçılar gecici bir süre için yüklerini yere yığıyorlar. Gün boyu yürüyen yorgun atlar ağır yüklerinden kurtuldukları için rahat bir nefes alıyorlar. Bir köşeye bağlanan atların başına yem torbaları asılarak bir sonraki yolculuk için güç ve kuvvet toplamaları sağlanıyor. Kaçakçıların konakladıkları nokta çevreye hâkim bir yerdi. Zamanında köy olan fakat daha sonraları boşaltılarak kaderine terk edilen bu köyün taş duvarlardan ibaret olan virane kalıntıları bazen geceyi dışarda geçirmek zorunda kalan insanlar için korunaklı ve emniyetli bir sığınaktı. Yıkık ve virane köyün şurasında burasında çobanlar hayvanlar için  bir-kaç HEVŞO yapmışlardı. Dört bir tarafi taşlarla örülmüş olan bu hewşolar özelikle uzun ve yağışlı kış gecelerinde yöredeki çobanlara ev sahipliği yapıyordu. Geceleri birkaç saatliğine hayvanlarını dinlenmeye çektikleri bu hewşolar çoban milleti için çok önemli idi. Atlarını yanı başlarında taşlara bağlayan ve boylarına yem torbalarını asan kaçakçılar, birşeyler yemek için yere çömelirken etrafı gözetlesin diye arkadaşlarından birisini gözcü olarak görevlendirmeyi ihmal etmiyorlar. Kaçakçılar çıkınlarını açıp, ağızlarına bir-iki lokma atmadan gözcü olarak bıraktıkları arkadaslarından gelen jandarma uyarısıyla hemen toparlanıyorlar. Hasan Çavuş komutasında hareket eden bir sürü jandarma onları ablukaya almak için yoğun bir hareketlilik içerisinde idi. Durumu fark eden kaçakçılar hemen silahlarına sarılarak gerekli pozisiyona geçiyorlar. Çok geçmeden Hasan Çavuş’un “teslim olun” sesi akşam serinliğinde karşı yakada bulunan kayalıklarda yankılanıyor. Kaçakçılar bu tür durumlara tümden yabancı değildi. Onların bütün yaşamı kalleş pusularda ve çetin ablukalarda geçmişti. Yaşamlarında sık sık karşılaştıkları bu tür pusulardan nasıl ne ne şekilde kurtulacaklarını gayet iyi biliyorlardı. Dolayısıyla etraflarında çember oluşturan jandarmadan yana ciddi bir korkuları yoktu. Bellerinde fişeklikler, ellerinde kısa Alman Filintaları ve uzun İngiliz mavzerleriyle mevzilerini sağlamlaştıran kaçakçılar Rüstem-i Zal kadar korkusuzdular. Cephane yönünden hiçbir sıkıntıları olmayan kaçakçılar mevzilendikleri bu elverişli konum sayesinde gerekirse, gece yarısına kadar çatışır ve gece karanlığı çökünce de yüklerini yükleyip bir yılan sesizliğiyle çatışma alanından uzaklaşbilirlerdi.



Jandarma Çavuşu canını dişine taksa da yanı başında yere uzanan jandarmalar ekmek kavgasında olan bu kaçakçılara karşı ölümüne bir çatışma içerisine girmeye pek hevesli değillerdi. Onlar uzaklarda bıraktıkları yakınlarına kavuşmayı herşeyden çok daha önemli buluyorlardı. Çok geçmeden “teslim olun” yönünde gelen uyarılar tekrarlanıyor. Kaçakçılar Hasan Çavuş’un  “Teslim olun” uyarısına silahla karşılık veriyorlar. Derken Silahlı çatışma başlıyor.



Silah sesleri duyulduğunda Paşa-yı Mıllâ Ali  koruması ŞéXé SEYD  ile birlikte  Şilan köyünde  aile dosları KAKO’nın  evinde misafir olarak kalıyorlarmış. Paşa-yı Mıllâ Ali silah seslerini duyar duymaz hemen silahını kuşanmış ve atına atlıyarak, Şéxé SEYD ile birlikte çatışmanın olduğu bölgeye doğru yola koyulmuş. Yaşanan çatısma yavaş yavaş şiddetlenirken çatışmayı sevk ve idare eden çavuşun bir gözü devamlı  Karahan yolunu gözlüyormuş. Paşa’nın gecikmesi Hasan Çavuş’un canını sıkıyordu. Böylesi durumlarda jandarmanın yardımına koşmak bölgede yaşayan asiret reislerinin öncelikli görevlerindendi. Bir defasında, yani bir-iki yıl  kadar önce Karahan’dan uzak bir yerde Modan bölgesinde Apéxe köyüne yakın bir yerde bir gurup kanun kaçağı mahkum ile jandarmalar arasında yaşanan  çetin bir çatışma sırasında yedi asker yaşamını yitirmişti. Bu çatışma sırasında yardıma gidilmedi diye bir sürü aşiret reisi devletin üst yöneticilerinden azar işitmiş ve bu tür şeylerin tekrarlanmaması için çok ciddi şekilde uyarılmışlardı. Eyıb-é Hamidan isimli mahkûmun hayatını kaybettiği bu çatışma yüzünden birçok aşiret reisi gibi Paşa da payina düşen azarı devleten işitmişti.



Devletin yardımına anında koşmamanın suç kapsamına girdiğini bilen Paşa bu yüzden silah sesini duyar duymaz hemen çatışma alanına yönelmişti. Kaldı ki böylesi durumlarda yararlılıklar göstersin diye devlet bir-iki yıl önce çatışmada ölen Ayıb-é Hamidan’ın mavzerini Paşa’ya hediye olarak vermişti.



Siverek’te insanlar arasında anlatılanlara göre; Ayıb-é Hemidan ve Hasan Kucak’ın içinde bulunduğu bir grup mahkûm ile Jandarmalar arasında çıkan ve saatlerce süren çatışmada yedi asker yaşamını yitirmişti. Çatışma sırasında yaralanan ve yaralı haliyle direnmeye devam eden Ayıb Hemidan’ın korkusuzluğuna dair birbirinden ilginç meseleler anlatılıyordu. Bir rivayete göre, çatışma esnasında ağır yaralanan Eyıb-é Hamidan’nın barsakları dışarıya fırlamıştı. Yere dökülen barsaklarını kendi elleriyle yerine yerleştiren Ayıb-é Hamidan yerine yerleştirdiği barsakları, dışarı sarkmasın diye yarasının içine etraftan topladığı bir tutam kuru ot tıkamıştı. Ayib-e Hamidan ismi bu cesur ve korkusuz davranışı halk arasında yıllarca konuşulmuştu. Ayıbé Hemidan olay yerinde yaşamını kaybettiğinde kanlar içinde tanınmayacak hale gelen cesedi, sahipleri tarafından teslim alınsın diye Siverek’te bir çöplüğe bırakılmıştı. Korkudan kimsenin sahip çıkamadığı ceset bir-iki gün içinde koktuğundan belediye tarafından kimsesizler mezarlığında toprağa verilmişti. Bunun doğru olup olmadığını en iyi Ayıb-é Hemidan’ın bugün hayata olan yakınları bilir.



Paşa, çok geçmeden çatışma alanına ulaşıyor. Elinde devletin kendisine üç yıl kadar önce hediye ettiği Ayib-e Hamidan’ın mavzeri vardır. Jandarmanın mevzilendiği XELEFAN bölgesine ulaşan Paşa Jandarmaya rahat bir nefes aldırıyor. Paşa’nın silah kullanmadaki maharetini ve yöredeki etkinliğini bilen jandarma Çavuşu jandarmaya hemen ateşkes emri veriyor. Paşa sayesinde himayesindeki jandarmaları tahlikeden uzak tutacağını hasaplayan Hasan Çavuş biraz olsun rahatlamıştı.



Paşa’nın atından inmesiyle  çevreye derin bir sesizlik çöküyor. Silahlar karşılıklı olarak susuyor elinde silahıyla birisinin jandarmanın olduğu alana doğru kaydığını gören kaçakçıların yüreğine nedeni belirsiz bir rahatlık çöküyor. Kaçakçılar ortaya çıkan bu silahlı kişinin Paşa-yı Mıllâ Ali olduğunu bilmiyorlar. Böyle olsa da kaçakçılar gene de biraz rahatlıyorlar. Gerçi bilseler bile onlar için değişecek bir durum yoktu. Onlar önülerine çıkan herkese silah doğrultacak durumda değilerdi. Hatta jandarmayı kurşunlara hedef yapmakta yoktu onların hasabında. Onların bütün derdi kendilerini korumak ve can bedel buralara kadar ulaştırdıkları yüklerini sağlam bir şekilde bölgelerine ulaştırmaktı. Bu nedenle onlar çatışma sırasında silahlarının namlusunu hep havaya doğrultarak ateş ediyorlardı. Onlar jandarmayı anne kuzusu birer emir kulu görüyor ve bu nedenle Jandarma onların direkt hedefleri değildi.



Jandarma Çavuşu ile buluşan Paşa durum hakkında Çavuş’tan gerekli bilgileri alıyor. Jandarma çavuşu Paşa’ya “Kaçakçıların yanında onlarca balya içinde bir sürü kaçak mal var. Adamları ölü veya diri olarak bana teslim et, malların hepsi senin olsun” diyor. Paşa’nın dünya malında gözü yoktu. O,nun bütün derdi nam ve şöhretine daha fazla ün katmaktı. Paşa elindeki silaha ve yüreğinde taşıdığı büyük cesarete o kadar güveniyorduki Hasan Çavuş’un kendisine iletiği bu teklifi işten bile saymıyordu. Jandarma Çavuş’una dönen Paşa “Hasan Çavuş, siz hiç merak etmeyin ben kanun nizam tanımayan bu kaçakçıları sağ veye ölü inlerinden kesinlikle çıkaracağım” diyor.



Paşa elinde silah kaçakçıların bulunduğu alana doğru yöneliyor. Kaçakçıların mevzilendiği noktaya az bir mesafe kala, durarak kaçakçılara teslim olun çağrısı yapıyor. Jandarmaların olduğu taraftan kendilerine doğru birisinin geldiğini gören ve kendilerine teslim olun çağrısı yapan bu insanın kim olduğunu merak eden kaçakçılar, eceline susamış bu insanın gelişini büyük bir kaygı ve hayret ile izliyorlar. Sonunda gurubun sözcülüğünü yapan bir kaçakçı kendilerine teslim olun çağrısı yapan bu cesur ve sorumsuz adamı uyarmayı gerekli görüyor. Mevzilendikleri yerden Paşa’ya seslenen kaçakçı;



-Heeey! Beni âdem!



-Kimsin? Kimlerdensin?



-Bizden ne istiyorsun?



-Biz ki çoçuklarımızın rızkı için ölümü göze alan biçare kaçakçılarız. Evimizden, çoluk-çocuğumuzdan ayrılalı aylar haftalar oldu. Çocuklarımız, eşlerimiz, anne ve babalarımız dört gözle yollarımizı gözler. Bizim seninle bir hasabımız yoktur. Jandarmayla da bir işimiz yoktur. Bizimki ekmek kavgasıdır. Bize yol verin çoluk çocuğumuza, sevdiklerimize gidelim” diyor.



Paşa’nın bu tür sözlere karnı toktur. O, devletin jandarmasına verdiği sözü yerine getirmeyi herşeyin üstünde görüyordu. Dolayısıyla kaçakçıların mevziye yatıkları noktaya dönerek onlara “Heeyyy! Beni âdem, Ben Paşa-yı Mıllâ Ali’yim. Bütün bu bölgenin benden sorulduğunu bilmez misiniz? Benim iznim olmadan bu gök kubede tek bir kuş bile kanat çırpıp uçamaz. Paşa-yı Mıllâ Ali ismi duyulduğunda bu bölgede yaşayan her türlü vahşi mahlûkat bile kaçacak delik ararken siz hangi hakla benden habersiz bölgemde konaklarsınız. Size net ve çok açık söylüyorum, sizin için en hayırlısı şartsız-koşulsuz teslim olmanızdır. Aksi halde bu bölgeden sağ olarak çıkmanızın hiçbir mümkünatı yoktur” diyor.



Kaçakçılar Paşa’nın ismini duyunca hem biraz rahatlıyorlar ve hem de biraz tedirgin oluyorlar. Rahatlıyorlar çünkü ismini çok duydukları hatta zamanında yemeğini yedikleri Paşa, yiğitliğin ve mertliğin bir gereği olarak kendilerine yol verecek diye düşünüyorlardı. Tedirgindiler, çünkü inat etmesi durumunda işlerinin zora sürüleceğini gayet iyi biliyorlardı. Bu nedenle O’nu ikna etmek için biraz daha dil dökmeyi gerekli görüyorlardı. Kaçakçıların sözcülüğünü yapan Heci-yé Qadır Paşaya seslenerek:



-Paşa-yı Mılla Ali, eğer sen Paşa-yı Mılla Ali isen, bende uzak yolların yolcusu kaçakçı Heci-ye Qadır’ım. Bütün ömrüm at sırtında tuzaklarla dolu bu yollarda geçmiştir. Bütün gençliğimi sınır boylarında tel deryası, mayın tarlasında tüketmişim. Çocuklarımın rızkı için önce Allah’ın büyüklüğüne sonra da silahlarımızın şaşmaz namlusuna sığınmışız. Karanlık gecelerde ay ve yıldızları yorgan bellemişiz. Biz yastık niyetine silahlarımızın dipçiğine baş koyarak sabahlamışız. Yolumuza çıkan hiç bir kula eyvallah etmemişiz. Ne var ki sana karşı silahlarımızın namluları eğiktir. Bizim Hesaran bölgesinde senin şan ve namını duymayan hiçbir insan yoktur. Senin gibi yiğit ve cesur bir insana karşı bizim boynumuz kıldan incedir. Bizler uzak yolların fukara yolcusuyuz. Biz yaban ellerde konaklamak zorunda kalmış tanrı misafirleriyiz. Senin bölgende senin gibi bir insanın gölgesine sığınmışız. Bizim gibi çaresizlere yol vermek senin gibi mert ve yigit insanların şanındandır. Senden habersiz senin bölgende konakladığımız için senden özür diliyoruz. Şimdi gel bize bir büyüklük göster ve bize yol ver. Yol verki hayatımız boyunca çoluk çocuğumuzla birlikte sana minnettar kalalım. Bizi tek tek öldür ama bizden teslim olmamızı isteme. Bir aydan beri bu yollardayiz. Bu noktaya kadar bir sürü tuzak, bir sürü badire atlatık. Yanımızda getirdiğimiz bu yükler çoluk çocuğumuzun yıllık nefakasıdır. Yorgunluktan bitkin düşen bizlere acımıyorsan, bari bizimle ayni cefayi çeken bu zavallı atlarımıza acı. Bizleri perişan etmek senin şanına yakışmaz. Bu nedenle gel bize yol ver. Yol verki çoluk-çocuğumuza gidelim’’diyor.









Devam edecek...





Kadir Büyükkaya





[email protected]

Bu yazı 1591 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum