Kadir BÜYÜKKAYA

Kadir BÜYÜKKAYA

[email protected]

ARKADAŞIM HALİT - 1. BÖLÜM

15 Ocak 2017 - 15:51

ÖNSÖZ…


 


İnsanın en anlamlı  en unutulmaz yılları çocukluk dönemidir.  Nereye gidersen gidin, ne kadar yaşarsanız yaşayın,  o günleri unutmanız  mümkün değildir. İnsan her zaman çocukluk yıllarına özlem duyar, arar durur o günleri.


 


Sosyal konumu ve pozisyonu ne olursa olsun insan çocukluk günlerinden kopamaz bir türlü. Aklındadır hep geçmişte yaşadığı acı tatlı günleri.


 


Farklı huylar, alışkanlıklar, kişilik ve karakter insanın çocukluk döneminde şekillenir çoğunlukla. İnsan daha çok bu süreçte birçok özellik kazanır ve sonraki yaşamını bu özellikler yönlendirir.


 


Bu yüzden çocukluğumu önemsiyorum. Her insanın çocukluk döneminde aslında gizli bir tarih saklıdır. Bu gizli tarihin sayfalarında bazen adı sanı bilinmeyen bir köyün geçmişini okuruz. Anılar ve hatıralar özetler bize olup bitenleri. Çocukluğumuzun kapalı tarihi bazen bir şehrin geçmişini gözler önüne sermekle kalmaz geleceği konusunda da bilgilendirir insanı. Adına tarih dediğimiz geşmiş hiçbir şeyi saklamadan net ve açık olarak ortaya koyar . Yeter ki biz bakmasını ve okumasını bilelim.


 


Çocukluğumuzun tarihi bazen bizi ismi çoktan unutulmuş bir mahalleye misafir eder. Orda soyu, nesli tükenmiş güzel insanlarla tanıştırır bizi. Bazen hüzünlenir bazen de mutlu oluruz bu yolculuk sırasında.   Geçmişe yolculuk her zaman için güzeldir, anlamlıdır. Çekmecemde epeydir beklettiğim       “ arkadaşım Halit “ Yazı dosyamı bölümler halinde sizlerle paylaşmak ve bunun  heyecanını sizlerle yaşamak istedim.


 


İyi mi ettim, kötü mü ettim buna sizler karar vereceksiniz.


 


Selam ve sevgiyle


Kadir Büyükkaya


 



 


ARKADAŞIM HALİT



BİRİNCİ BÖLÜM..



 


 


Yıl 1966. Sonbahar. Yedi –sekiz yaşlarında ya varım ya yokum. Köydeki evimizde hummalı bir çalışma yürütülüyordu. Babamın aldığı ani bir kararla Siverek’e yerleşecektik. Taşınma konusunda babam hariç herkes gibi ben de gönülsüzdüm. Evimizde hiç kimsede huzur adına bir şey kalmamıştı. Sanırım bu durumun en savunmasız mağduru bendim. Köydeki akrabalardan, her gün birlikte oyun oynadığım arkadaşlarımdan, kapımızdaki hayvanlardan, bahçemizdeki tavuklarımızdan kısacası köyden ayrılmak bana çok ağır geliyordu. Diline, huyuna, giyimine kuşamına kısacası her şeyine yabancı olduğum bir şehirde beni nelerin beklediğini düşündükçe içime büyük bir korku düşüyordu. Şehir bana ürkütücü geliyordu. Ne var ki yapılacak bir şey yoktu. Babam doğruluğuna inandığı bir kararın altına imzasını atmış bize de bu karara sadece uymak düşüyordu.


 


Gençliğinin en güzel birkaç yılını İstanbul’da geçirmiş olan babama köy yaşamı artık çok sıkıcı, anlamsız ve itici geliyordu. Kişiliği ve mizacıyla bir köylüden ziyade bir şehirliyi andıran babam köy yaşamına bir türlü ısınamıyordu. Böyle olduğu için de eli hiçbir işe uzanmıyordu. Köydeki akrabaların ceviz kabuğunu doldurmayan havadan sudan nedenlerle birbiriyle didişmeleri babamın aklına bir türlü yatmıyordu. Bu yüzden bir an evvel köyden ayrılıp şehre yerleşmek istiyordu.


 


Babam ilk evliliğini 1948 ‘in sonbaharında Siverek’te yaşayan yakın bir akrabamızın kızıyla yapmıştı. Kızın ailesi köy yaşantısına tümüyle yabancı olan kızını çok haklı olarak köye göndermeye razı olmadıkları için bizimkiler gönülsüz de olsa babamın şehre taşınmasına rıza göstermişler. Babam şehre yerleşince ailenin desteğiyle kendisine küçük bir iş yeri açmış ve köy ortamından kurtulduğu için Allah’ına bin şükür etmiş. Ne var ki babamın Siverek’te sürdürmeyi düşündüğü rahat yaşam hayali ve düşüncesi pek uzun sürmemiş. Delicesine sevdiği, uğruna adet ve töreleri ayaklar altına aldığı, ata-ecdat sözünü çiğnediği kadın bir hastalık sonucu ölünce babamın yaşam rotası bir anda tersine dönmüş. Babamın âşık olduğu, uğruna sevda şiirleri yazdığı eşi Makbule yedi sekiz ay süren çok kısa bir beraberlikten sonra babamı terk ederek ebediyete göç etmiş. Makbule’nin ölümüyle sarsılan, hayatı kararan babam hayatının en büyük acısıyla tanışarak kaderine küsmüş. Kısa bir süre Siverek’te kalsa da daha sonra ailenin zorlamasıyla köydeki baba ocağına geri dönmek zorunda kalmış.


 


Çok sevdiği eşini toprağa veren babam doğup büyüdüğü ecdat topraklarında daha fazla kalamayacağını anlayarak ailenin karşı çıkmasına rağmen “ ver elini İstanbul “ diyerek düşmüş gurbet yollarına ve yillarca oralarda yaşamış.  Uzunca bir süre Köye uğramamış hiç.  Taparcasına sevdiği ve ancak yedi sekiz ay birlikte kalabildiği eşinin acısını unutmak için savrulduğu İstanbul’da dayısı Prof. Abdulkadir Karahan’ın çevresinde kalkıp oturmuş ve bu  çevrede kravat, takım elbise ve fötr şapkayla tanışmış.  Ama gel gör ki herkesin rüyalarını süsleyen Şehri- İstanbul babama kaybettiği eşi Makbule’nin acısını bir türlü unutturamamış… Derken günün birinde talihin önüne çıkardığı altın değerinde önemli bir fırsatı değerlendirmek için köye dönmesi icap etmiş. 1951’lerde Almanya’ya gitmeyi aklına koyan babam anne ve babasından helallık istemek için köye uğramış. Almanya’ya gitme meselesini duyan dedem ve ninem neye uğradığını şaşırmışlar. Almanya sevdasından vazgeçsin diye babamı yanlarına alarak soluğu köy hocasının yanında almışlar. Hoca Mehmet Efendi, babamı ve dedemi dikkatlice dinlemiş. Sonra başlamış bildiklerini sıralamaya. Hocanın Almanya’ya gitme konusunda verdiği bilgiler ve yaptığı dini açıklamalar babamın yüreğine büyük bir korku salmış ve onu niyetinden caydırmış. Hocanın anlattığına göre Gavuristan ellerine giden ve oralarda ölen bir Müslüman dinden imandan mahrum olarak diğer tarafa gidiyormuş. Dahası Müslüman birisi oralarda öldüğünde tabuta konulur konulmaz hemen o an çirkin bir domuza dönüşüyormuş. İnsanın yüreğine korku düşüren bu bilgileri hocadan alan babam Almanya sevdasından vazgeçerek İstanbul’a dönmemiş artık. Almanya hayali suya düşen babam köyde kalarak ikinci evliliğini annemle yapmış. Evlendikten kısa bir süre sonra annemi Mustafa amcam ve eşi Güliş yengeme bırakarak askere gitmiş. Askerliğini İstanbul’da yapmış. Askerlik dönüşü benden önce iki kardeşim dünyaya gelmiş, ama ne var ki ikisi de yaşama tutunamamışlar.  Hastalık sonucu iki çocuğunu kaybeden babam hayatının ikinci büyük acısıyla tanışmış. Onun bu ruh hali onu köyden ve köy yaşantısından iyice soğutmuş.


 


 


İstanbul günlerinden edindiği alışkanlıklar, köy yaşamına olan ilgisizliği ve daha bir sürü nedenden dolayı köyde kalamayacağını anlayan babam bir müddet sonra şehre yerleşmeyi kafasına koymuş ve kendisini bütünüyle bu konuya kilitlemiş. Her gün her saat şehre yerleşmenin plan ve programıyla yatıp kalkmış.  Ne var ki planlarını yaşama geçirmek için önünde ciddi bir engel varmış: Babası Halil’é Nofel! Yani dedem! Dedem Halile Nofel şehir ismi duyduğunda hırsından küplere biniyormuş. Cömertliği ve misafirperverliğiyle bütün bölgeye nam salan,  hayvan besiciliği alanında uzman olan Halile Nofel’e göre şehre yerleşmek için insanın aklını yitirmesi gerekirdi. Köyden şehre göç etmek intihar etmek kadar akılsızca bir şeymiş dedeme göre.  Bu yüzden dedem büyük bir tepki göstererek babamın önerisini kesin bir dille reddetmiş. Dedemin düşüncesine göre “köylü köyünde köylülüğünü icra edecek, şehirli de şehirde işini yapacak ki dünyanın dengesi sağlanmış olsun.”


 


Dedemi ikna edeceğinden umudunu kesen babam “ Nasıl olsa günün birinde bana gerekli olacak “ diyerek sürüden ayırdığı tam kırk adet koyun ve keçisini Siverek’te pazara sürmüş ve elde ettiği parayla orda kendisine şöyle böyle bir ev satın almış. Babam ev aldığını bir müddet dedemden ve yakın akrabalardan saklamış. Fakat daha sonra bunun böyle devam edemeyeceğini anlayarak meseleyi dedeme açmaya karar vermiş.  Dedem meseleyi duyduğunda hırsından deliye dönmüş ve büyük tepki göstermiş. Anlatılanlara göre dedem o kadar öfkelenmiş, o kadar kızmış ki gece boyu bir saniye olsun uyuyamamış ve sabah kalktığında da yaşadığı büyük üzüntü yüzünden gözünün birinde halkımızın deyimiyle gelincik çıkmış.


 


Devam edecek...


 


 


 


 


Kadir Büyükkaya / Holland


[email protected]


 


 

Bu yazı 2152 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum