Kadir BÜYÜKKAYA

Kadir BÜYÜKKAYA

[email protected]

ARKADAŞIM HALİT-15.BÖLÜM

11 Mayıs 2017 - 17:03

ARKADAŞIM HALİT
ON BEŞİNCİ BÖLÜM


 


Evimizin sol tarafında, az ilerimizde arkadaşım Halit’in amcası Bahserli Eyyüp Dayı’nın evi vardı. Eyyüp Dayı geçim sıkıntısı yüzünden Adana taraflarına taşınınca evi Cımé Keçunan  adlı Hestolu orta yaşlı birisi satın aldı. Cımé Keçunan’ın soyismi Arıtürk’tu. Çevrede iyi bir duvarcı ustası olarak tanınıyordu. Bir keresinde  bizim evin bir duvarını o örmüştü. Yanlış hatırlamiyorsam iş esnasında geçirdiği kalp krizi sonucu  duvardan düşerek yaşamını kaybetti. 


Bahserli Eyyüp Dayı zamanında bu evin sokak kapısı güneye bakıyordu. Cımé Keşunan evi satın alıp yeniden onardı ve  kapının yerini değiştirerek yönünü doğuya çevirdi. Cımé Keçanan kimseye zararı olmayan birisiydi. Ne var ki yüzü hep asıktı. Onun güldüğünü gören yoktu. Kim bilir belki de kendine sakladığı,  hiç kimseye  anlatamadığı, paylaşamak istemediği yığınca sorunu vardı! Bu saygıdeğer komşumuz vakitsız ölünce çocukları anneleri Emine Abla’yı yanlarına alarak Siverek’ten  İzmir’e göçtüler.


Keçunanlı aile İzmir’e göçünce oturdukları  evi  Fırat yöresinden Siverek’e yerleşen İlbişli bir aile satınaldı.Evin reisi Recep Varan’dı.Kasaplar Çarsısında Manav dükkanı işletiğini hatırlıyorum.Gün görmüş yaşlı bir annesi vardı.Çok iyi bir kadındı. Bazen evimize gelir, uzun yaşamından ilginç hikayeler anlatırdı anneme.


 


Keçunanlı aileye yeniden dönersek; Bu ailenin çocuklarından M. Emin, İsmail ve bir de Ömer’i hatırlıyorum. M. Emin Siverek Çarşısı’nda bir kahvehane de çalışıyordu. Daha sonra bir ara Uludağ pastahanesinde çalıştı. Kardeşi İsmail ise bir süre Siverek’te Diyarbakır Caddesi’nde bulunan Feran Palas Oteli’nde kâtip olarak çalıştı. O aynı zamanda bir süreliğine benim gurbet arkadaşım da olmuştu. Onunla 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı sırasında Adana’da birkaç ay birlikte şehirlerarası otobüs garajında seyar satıcılık yapmıştık.


Ailenin başka çocukları da vardı fakat ben onları hatırlamiyorum. Aklımda kaldığı kadarıyla Zülfiye isminde  dört-beş yaşlarında ufak tefek bir kızları vardı. Annesiyle birlikte evimize geldiğinde “Seni oğluma isteyeceğim“ diyerek kendisine takılırdım. Sevimli bir çocuktu.Sanırım ailenin en küçüğüydü.Cımé Keçunan’ın eşi  Emine Abla hanımefendi bir kadındı. Annemle arası oldukça iyiydi.Bir araya geldiklerinde dertleşirlerdı.


Keçunanlar  Siverek’te kalabalık bir aileydi. Haliliye Mahallesi’nde birbirine yakın oturuyorlardı. Sanırım on-on beş ev vardı. Bunlar zamanında kan davası belasından kaçarak Çermik yöresinden Siverek’e taşınmışlardı. Geldikleri köyün ismi Hesto’idi. Bu yüzden geldikleri köyün ismiyle tanınıyorlardı.


Halam’ın oturduğu sokakta, köşe başında Abbas-é Mirseydanlara komşu bir aile vardı. Mehmet ve karısı Hacice. Bunlar da Keçunanlıydı. Halamlarla kirveydiler. Ailenin M. Salih ve Cemil isminde liseye giden iki yetişkin oğlu vardı. Bu iki kardeş  sanırım bir ara Mardin Eğitim Enstitüsü’nde okudu. 1979 Haziranında Necmettin abiyle Mardin’e yaptığımız bir ziyaret sırasında  caddede yürürken onlarla tesadüfen karşılaşmış ve selamlaşmıştık.  Diğer kardeşlerden Zülfikar ve Süleyman’ı da hatırlıyorum. Ailenin başka çocukları da vardı.


 


Şair İbrahim Rafet İlkokulu’na yakın bir yerde ikamet eden Keçunanlı başka bir aile daha vardı. Ailenin reisi Hamza Arıtürk çarşıda yağ ve yün alım satım işiyle uğraşıyordu. Onlarca evden oluşan bu kalabalık aile karıştıkları bir kavga yüzünden Siverek’i terkederek hep birlikte batıya göçtüler.


 


Kan davası yüzünden doğup büyüdükleri Hesto’dan kaçmaları ve yoksuluğun diz boyu olduğu, rızkı kıt, belası bol Siverek coğrafyası ne yazık ki onlara hasret kaldıkları huzuru verememiştı. Onlar beladan kaçtıkça bela her köşe başında önlerine çıkmıştı. Böyle olunca da sonunda:  “Bizim bela ile uğraşacak mecalımız kalmadı, Siverek sizin olsun!“ diyerek huzurun bol olduğu ve belanın olmadığı  başka yerlere doğru yollara düştüler. Kim Adana, kimi Mersin, kimi İzmir ve kimi de de başka illere gittiler...


 


Bahserli Eyyüp dayıya sözü yeniden getirirsek; evimizin az ilerisinde Ali-é Macir’ın evine bitişik oturan Bahserli Eyyüp Dayı kendi halinde, son derece sakin ve mülayim bir insandı. Nesli tükenmiş bir evliya gibiydı. Giyim kuşamında sade, çevresiyle uyumlu, herkesle iyi geçinen, kanaatkâr ve mütevazı  ve o bizim mahallemizin Eyyüp Dayı’sı idi.


 


Eyyüp Dayı’nın maddi durumu pek iyi değildi, ama o yoksulluğu, fukaralığı kendine dert edinenlerden değildi. Cebi şişkin gözü doymazlardan hiç değildi. Eli açık, gönlü geniş birisiydı. Çoluk çocuğunun nafakasını kazanmak için alın terini keçeci tezgâhlarında pazarlıyordu. Buradan kazandığı cüzi bir parayla çoluk çocuğunu geçindirmeye, onları kimseye muhtaç etmemeye çalışırdı. Keçecilik mesleğini bilenler bilir, bu meslek insanı ne öldürür ne de diriltirdi. Öldürmezdi öldürmemesine ama çok fena süründürürdü. Süründürmekle kalmaz bir de inim inim inlettirirdi bu zahmetli meslek. Siverek’te başka iş alanları olmadığı için keçecilik birçok ailenin tek geçim kaynağıydı. Onlarca aile umudunu bu mesleğe bağlamıştı.


Eyyüp Dayı birçok meslektaşı gibi akşamın ilk saatlerinden gecenin ilerleyen saatlerine kadar Siverek Kalesi’nin güneyinde yer alan rutubeti bol, havasız, loş bir mekândan ibaret olan yeraltı hamamında yalınayak çıplak beden durmadan saatlerce keçe döverdi.


Keçe dövmek kolay iş değildi. Kalıba dökülmüş koyun ve kuzu yününü keçeye dönüştürmek için insanın yedi kez ölmesi ve yeniden dirlilmesi gerekiyordu. Yoksul Siverek insanının gücü ve alınteriyle biçimlenen keçelerin keçeye dönüşmesi için her milim santimetresinin insan teriyle ıslanması ve acı kuvvetle dövülmesi gerekiyordu. 


Bu işin üstesinden gelmek için insanların kendilerini bütünüyle bu işe vermeleri gerekiyordu. Genişliği bir metre, uzunluğu üç metreyi bulan yün silindiri bazen güçlü ayak darbeleri ve bazen de çıplak gögüs vuruşlariyla habire dövülmeliydi. Bu işi meslek edinen emekçiler akşamdan sabaha kadar durmadan dinlenmeden habire oluk oluk ter akıtırdı. Vücudun su ihtiyacını karşılamak için hamamın bir köşesinde duran testiden bol bol su içmek gerekiyordu. Aksi halde insanın ciğeri susuzluktan Arabistan Çölü’ne döner ve böbrekler iflas ederdi.


Keçe döven keçeciler arasında sesi güzel olanlar alınlarına sinen dert ve kederi bertaraf etmek için yanık sesleriyle içli türkülere müracaat ederdi. Hamamın taş duvarları arasında yankılanan yanık türküler herkesten çok Eyyüp Dayı’ya dokunurdu. Çünkü herkesten çok o çekiyordu yoksuluğun elinden.


Keçecilerin keçeyle olan savaşı şafak vaktine, güneşin ilk ışınları Karacadağ zirvesinden Fırat’a vuruncaya  kadar devam ederdi. Siverek insanı yeni bir güne merhaba dediğinde Eyyüp Dayı akşamdan beri inatla boğuştuğu ve sonunda tuş ettiği keçesini yorgun omuzlarına alarak hamamdan çıkardı. Eyyüp Dayı binbir emek ve zahmetle ortaya çıkardığı eserini sahibine teslim etmek için gideceği yere doğru yola koyulurdu. 


Eyyüp Dayı ve onun gibi emekçilerin binbir emekle vücuda getirdiği kaliteli keçeler köy ortamında köylünün, şehirdeki beylerin misafir odalarını süslerdi. Odalara serilen bu keçelerin her yönüyle sağlıklı olduğuna inanılırdı. Keçeler yaz aylarında odaları serin, kışın aylarında ise sıcak tutardı. Rengârenk motiflerle süslenen ve halı kilim niyetine yere serilen bu keçeler kırsal alanlarda başka amaçlara da hizmet ediyordu. Köylülük yerde koyun, kuzu güden çobanların kepenekleri keçecilerin alın teriyle şekilenen bu keçelerden yapılıyordu. Kardan, yağmurdan ve aşırı sıcaklardan emektar çobanlar yine keçeden yapılmış bu kepenekler korunmuş olurlardı.


 


Eyyüp Dayı el emeği göz nuru karşılığında sahibine keçesini teslim ettiğinde kendisini dünyanın en mutlu ve en huzurlu insanı olarak görürdü. Çünkü o evine helal lokma götürmenin huzurunu her şeyin üstünde tutuyordu. Eyyüp Dayı cebinde çoluk çocuk nafakası evinin yolunu tutarken gözünden uyku akardı. 


Eyyüp Dayı evinin kapısından içeriye adım atmaz geceden kalma yorgunluğu üzerinden atmak için hemen evinin bir köşesine çekilerek uyumak isterdi. Fakat bunu çoğu zaman pek başaramazdı. Sokakta oyun onayan çocukların kulakları sağır eden şamatası ona uykuyu zehir ederdi. Eşi Yaşar Abla’nın sokak kapısına çıkıp çocukları uyarması çoğu zaman işe yaramazdı. Eyyüp Dayı uyumakla uyumamak arasında bir süre gider gelir ve sonunda kendisine rahat yüzü vermeyen çocuklara zararsız küfürler savurarak yataktan çıkardı. Yaşar Abla’nın hazırladığı yemekten bir iki lokma alan Eyyüp Dayı yeni bir iş tutma umuduyla “ ya Allah diyerek “ çarşıya doğru yolla koyulurdu.





Devam edecek…





 


Kadir Büyükkaya /  Hollanda


[email protected]


Bu yazı 1741 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum