Kadir BÜYÜKKAYA

Kadir BÜYÜKKAYA

[email protected]

BİR YANIM SÜLEYMANİYE, BİR YANIM HALEPÇE-6

04 Aralık 2014 - 21:30

BİR YANIM SÜLEYMANİYE,


BİR YANIM HALEPÇE



6.Bölüm



 


Ertesi gün kahvaltıdan sonra Kak Nebez’in önerisi üzerine Süleymaniye Çarşısına iniyoruz. Kak Nebez’in yeğeni -aynı zamanda koruması- Kak Aso arabayla bizi çarşıya bırakıyor, arabayı park etmek için uygun bir yer arıyor.  Kawa Caddesi’nin karşı tarafına geçerek az ilerimizde bulunan büyük bir kapıdan içeri giriyoruz. Burası bir kapalı çarşıydı. İnsan sesleriyle çınlanan çarşının içi oldukça kalabalıktı. İç içe geçen dar ve kalabalık sokaklar bana çocukluğumu hatırlatıyordu. Kak Nebez karşılaştığımız insanlarla selamlaşıyor, iş yerlerinin önünde iskemlelerinde oturan esnafın birçoğu Kak Nebez’i görünce yerlerinden kalkarak ona saygı ve sevgilerini ifade ediyorlar ve ona Xala Nebez diye hitap ediyordu. Xala, Kürtçe’de ‘dayı’ anlamına geliyor.


 


Birkaç dakkika süren kısa bir yürüyüşten sonra bir dükkânın önünde duruyoruz. Dükkânın ortasında, ayakta, üstünde yerel elbiseler olan orta yaşlarda biri duruyordu. Tahmin ettiğim kadarıyla dükkânın sahibi olmalıydı. Dükkânda halı, muşamba, naylon ve benzeri şeyler satılıyordu. Birkaç basamaktan oluşan merdivene yöneldiğimizi gören dükkân sahibi hemen hareketlenerek bizi içeriye buyur etti. İçeri girince Kak Nebez beni adamla tanıştırıyor. Altmış yaşın üzerinde olan ve Kak Nebez’in ‘‘Hacı’’ dediği kişi oturmamız için bize yer gösteriyor. Oturur oturmaz da bize ne içeceğimizi soruyor ‘‘Çay” deyince yanında çalışan genç birisini hemen çay söylemeye gönderiyor. Çaylarımız gelene kadar Hacı ile birşeyler konuşuyoruz. Çaylarımız geliyor... Sohbetimizi iyice ilerletiyoruz. Ben ona Diyarbakır’ı, o bana Süleymaniye’yi anlatıyor. Bu arada dükkânın önünde yetmiş yaşlarında kısa boylu birisi beliriyor. Adam selam verip içeriye giriyor. Kak Nebez yaşlı adama saygı göstererek oturması için ona yanında yer açıyor. Adam yerine oturunca herkesle ayrı ayrı merhabalaşıyor. Kak Nebez yaşlı adamı benimle tanıştırıyor. Kırlaşmış saçları ve pos bıyıklarıyla gün görmüş birisine benzeyen bu adama her nedense hemen kanım kaynıyor. Onu yıllar önce Siverek’te Necmettin Abi’ye misafir gelen ve bir gözü kör olan emektar bir peşmergeye benzetiyorum. Bu sempatik şahısın bana yönelttiği bir iki soruya yanıt verdiğim bir sırada içeriye bir başka şahıs giriyor. Dükkân sahibi yeni gelene hemen bir iskemle uzatıyor. İçeri giren şahıs bizimle tokalaşırken Kak Nebz’in yanında oturan ve benim eski bir peşmergeye benzettiğim yaşlı amcaya:


 


“Bu yıl Hacca gidiyor musun?” diye soruyor.


 


Yaşlı adam:


 


‘‘Ben o görevi Allah’a şükür bu yıl yerinde getirdim ama Mekke’ye giderek değil. Benin Hacım-Kâbem Kerkük’tür. Bildiğiniz gibi çok sevdiğim kardeşim yıllar önce Kerkük’te şehit olmuştu. Aradan uzun yıllar geçmesine rağmen ve çok istediğim halde ne yazık ki şimdiye kadar mezarını görmeye gidememiştim. Allah bu yıl kısmet etti ve gidip kendisini ziyaret edebildim. Mezarı başında gözyaşları içinde ruhuna fatiha okurken Allah’tan bu ziyaretimi Hac yerine saymasını temenni ettim.” diyor.


 


Soruyu soran aldığı yanıt karşısında sus-pus oluyor. Yabancı olduğumu anlayanınca da Kak Nebez’e benim kim olduğumu, nerden geldiğimi filan soruyor. Kak Nebez de kendisine benimle ilgili birşeyler aktarıyor. Tabii bu arada Necmettin Abi ile olan akrabalığıma vurgu yapmayı da ihmal etmiyor. Yanıma oturan bu şahısla şurdan burdan sohbet ederken Kak Nebez’in yanında oturan ve biraz önce kardeşinin Kerkük’teki mezarından söz eden yaşlı adam:


 


“Kak Kadir biliyor musun, şu bizim Xala Nebez’le aynı yıllarda dağa çıkmıştım. Yani anlayacağın Nebez benim çok eski bir arkadaşımdır. Onunla yaz aylarının kavurucu sıcağında bir yudum suyu kardeşçe pay etmişim. Uzun kış gecelerinde, dondurucu soğuklarda tek sermayem olan tütünümü onunla seve seve ve hakça paylaşmıştım. Yani anlayacağın Nebez’le aynı kaderi ve aynı acıları paylaşmışız. Fakat şu kadarını söyleyeyim ki o birçok konuda bana göre çok daha şanslıydı. Mesela boy konusunda o çok şanslı ben ise çok şanssızdım” diyor bana.


 


Adam bunları söylerken göz ucuyla Kak Nebez’e bakıyor. Eski arkadaşının sözü nereye getireceğini kestiren Kak Nebez hafiften gülümsüyor. Kısa boylu şahıs kaldığı yerden sözüne devam ediyor:


 


“Evet Kak Kadir kısa boylu oluşum benim için ciddi bir sorundu. O yıllarda kalaşinkoflar henüz yaygın olarak kullanılmıyordu. Peşmergelerin elinde genellikle Bırno tipi uzun İngiliz tüfengleri vardı. Boyu iki metreyi bulan bu uzun silahları taşımak her babayiğidin harcı değildi. Benim gibi kısa boylu olanlar için bu silahı taşımak bir nevi işkenceydi. Boynumun iki katı olan bu uzun silahı taşırken yürümede zorluk çekiyor ve bazen onu yerde sürüklemek zorunda kalıyordum.”


 


“Bana zor anlar yaşatan bu eziyetten kurtulmak için neler yapabileceğim konusunda günlerce kafa yormuştum. Ve günün birinde üstüme kayıtlı olan bu uzun tüfeğin namlusunu yarıdan kesmeye karar veridim. Sorumluluktan çekindiğim için bu yöndeki düşüncemi bizim grubun sorumlusuna ilettim. Sorumlumuz beni dinlettikten sonra bana, ‘böyle birşey yapmaya sakın kalkışma çünkü bunu senden önce deneyenler oldu ve ne yazık ki tüfek tüfek olmaktan çıktı. Yani adamlar silahı silah olmaktan çıkarttılar. Bu nedenle bu olmayacak fikrinden hemen vazgeçmelisin!’ dediğinde bütün hayallerim suya düşmüştü. Neyse ki çok geçmeden kalaşinkoflar piyasaya çıktı ve benim gibi kısa boylu peşmergeler bu sıkıntıdan kurtuldular.”


 


Yaşlı peşmergenin anlattığı bu ilginç mesele dükkânda oturanları güldürdü. Bu arada Kak Nebez araya girerek o günlerden kalma bir-iki anısını dile getirdi. Yürütülen sohbetten anlıyorum ki kendisine misafir olduğumuz esnaf Hacı da eski bir peşmergeymiş. Bir ara o da sohbete katılıyor. Eski günlerden söz edilirken orda bulunan herkesin gözünde eski günlerden kalma acı tatlı anılar canlanıveriyordu.


 


Kak Aso bir müddet sonra bulunduğumuz yere geliyor. Dükkân sahibi Aso’ya yer göstererek kendisine bir çay söylüyor. Aso çayını içtiken sonra kendisine: “Dışarı çıkıp çevrede biraz dolaşmak istiyorum.” diyorum.


 


“ Memnuniyetle…” diyor.


 


Kak Nebez’in de onayını alarak dükkândan ayrılıyoruz. Önce pazarın içinde biraz dolaşıyoruz. Sonra şehrin doğusuna doğru uzanan bir caddeden yukarıya doğru çıkıyoruz. Yürüdüğümüz caddenin sağında ve solunda bulunan kaldırımlardan insanlar yürüyordu. Sağdan soldan Kürtçe müzik sesleri yükseliyor, kaldırımlara tezgâh kuran çarşı esnafı müşteri çekmek için kimseye rahatsızlık vermeden mallarının reklamını yapıyorlardı. Yoğun bir kalabalık yaşanmasına rağmen kimse kimseye herhangi bir rahatsızlık vermiyordu. İnsanlar birbirine karşı son derece saygılı hareket ediyordu. Kalabalık şehirlerde rastlanan itip kalkmaların ve kaba hareketlerin burda olmaması hemen dikkatimi çekiyor.


 


Kaldırımın sağında gözüme çok ilginç bulduğum birşey takılıyor. Şaşkınlığım artıyor. Yan yana kurulan derme çatma tezgâhlarda insanlar çok rahat bir şekilde döviz alım satım işi yapıyordu. Döviz işi için kaldırımlarda tezgâh kurmaları benim için alışageldiğim bir durum değildi. Kaldırıma tezgâh niyetine konulan ve tek bir insanın başında beklediği tahta masaların üstü deste deste kâğıt paralarla doluydu. Tezgâh başında duran insanların rahatlığı karşısında insanın şaşırmaması elde değildi. Medeniyetin beşiği Avrupa ülkelerinde bile para konusunda insanlar kendini bu denli güvende hissetmezken Kürtlerin Süleymaniye’de kaldırım başlarında döviz ticareti yapmaları ve kendilerini güven içinde bulmaları doğrusu şaşılacak bir durumdu. Avrupa’da döviz alım satım işleriyle uğraşan ticari firmalar soygun ve hırsızlığa karşı kendilerini kurşun geçirmez camların arkasına hapsederken, bizimkilerin bu işi hiçbir emniyet tedbirine gerek görmeden yapmaları aklın alacağı birşey değildi. Masalarda gelişigüzel sergilenen değişik ülke paraları ilk görünüşte bana sahte gibi geliyor, üst üste yığılan onca paranın gerçek olabileceğine kendimi bir türlü inandıramıyorum. Yanı başımda yürüyen Kak Aso’ya:


 


“Bu paralar gerçek mi?” diye soruyorum yarı şaka, yarı ciddi…


 


“Kak Kadir” diyor Aso, “bu işle uğraşanların bir devlet bankası kadar güvenilir ve şimdiye kadar bu pazarda bir tek sahte para birimine rastlanmadım.” derken bir Süleymaniyeli olarak adeta bütün Kürtler adına kendisiyle ile övünür gibiydi.


 


“Peki,” diyorum bu kez, “bu işi kaldırımlarda yürüten esnafın can ve mal güvenliği konusunda herhangi bir endişeleri olmuyor mu ?”


 


“Kesinlikle, hayır!” deyince hayretim gerçekten de artıyor. Kürtlerin para gibi çok hassas bir konuda birbirlerine güven vermeleri ve bu işi yapan insanların kendilerini güvende hissetmeleri sıradan bir iş değildi. Kısa bir süre içinde bu güven ortamını tesis etmeleri gurur verici bir gelişmeydi…


 


Aso arkadaşın verdiği bunca referanstan sonra o kadar etkileniyorum ki herhangi bir bankaya gideceğime yanımda bulundurduğum bir miktar dövizi kaldırımda iş yapan bir dövizcide bozduruyorum. Parayı uzatığım şahsın insana güven veren rahat hareketleri o kadar doğal ve o kadar candandı ki kendimi evimdeymiş gibi güvende hissediyorum. Masalarda duran onca paraya insanların dönüp bakmaması görülmüş, duyulmuş birşey değildi. Tezgâhlardaki tomar tomar paralara bakınca Türkiye ve Avrupa’da sık sık yaşanan gasp, hırsızlık, yankesicilik, banka ve kuyumcu soygunları aklıma geliyor.


 


Aso ile birlikte yürümeye devam ediyoruz. Yürüdüğümüz caddenin ismi Nali’ydi. Nali Kürt dilinin gelişmesine önemli katkılar sunan tanınmış bir dil bilimcinin adıdır. Zamanında meslektaşları Salim ve Goran ile birlikte Kürt dilinin gelişimi için önemli hizmetlerde bulunmuş. Bu önemli hizmetten dolayı da Süleymaniyeliler onun ismini bu caddeye vermişler.


 


Caddenin sağ tarafına düşen kaldırımlarda birçok kitap ve kırtasiye tezgâhı kurulmuştu. Kurulan tezgâhlarda birçok dilden kitap ve neşriyat sergileniyordu. Tezgâhları birer birer gezerek kitap ve dergileri büyük bir ilgiyle inceliyorum. Kitap, gazete ve dergilerin çoğu Kürtçenin Soranice lehçesiyle yani Arap harfleriyle yazılmıştı. Tezgâhlarda Kürtçenin yanı sıra Farsça, Arapça ve İngilizce yayınlar da vardı.


 


Daha yeni yeni sökmeye başladığım Soranice sayesinde kitap başlıklarını okuyarak onların içeriğini anlamaya çalışıyorum. Tezgâh başlarında kitaplarla ilgilenen insanların sayısı beklentimin çok üstündeydi. Kürtlerin buralarda okumaya halen ilgi duymaları beni oldukça sevindiriyor. Aynı cadde üzerinde bir sürü kitapçı dükkânı daha vardı. Tezgâhları dolaştıktan sonra bu dükkânlardan bir kaçına girip çıkıyoruz. Kitapçı rafları ağzına kadar dolu. Raflarda duran kitap kapaklarının bazılarında bir zamanlar Ortadoğu siyaseti üzerinde söz sahibi olan Saddam Hüseyin, Şah Rıza Pehlevi, Enver Sedat, Hafız Esad ve Hümeyni gibi karizmatik diktatörlerin fotoğrafları duruyordu. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal ile ilgili yazılan bir kitabı elime alarak bir süre sayfalarını karıştırıyorum. Bu tür kitapların hangi amaçla yazıldığını ve neler içerdiğini doğrusu merak ediyorum. Dünya edebiyatına damgasını vurmuş uluslararası tanınmış birçok yazarın değerli eseri de raflardaki yerini almıştı.


 


Kürt mücadelesininin gelişimine büyük katkılar sağlamış ve Kürtlerin büyük çoğunluğu tarafından yakından tanınan bazı şahsiyetlerin kitapları için kitapçılarda özel bölümler ayrılmıştı. Bu özel bölümlerin önü diğer bölümlere göre biraz daha kalabalıktı. Bu özel bölümün önünde durarak raflardaki kitapları ilgiyle inceliyorum. Celal Talabani, Mesut Berzani, Abdurrahman Kasımlo, Mustafa Noşirvan, Abdullah Öcalan ve daha birçok Kürt siyasetçisinin kitaplarını bir arada görmek demokrasi ve tahammül adına insanda güzel duygular uyandırıyor. Rafta duran ve Goran hareketinin lideri Noşirvan Mustafa’nın kaleme aldığı orta kalınlıktaki bir kitap dikkatimi çekiyor. “Hakkâri Hadisesi” isimli kitabı elime alıp bir süre dikkatlice inceliyorum. Kitabın içindeki başlıklardan kitabın içeriğini anlamaya çalışıyorum. 1978 yılının haziran ayında Yekiti ile Kürdistan Demoktat Partisi arasında Hakkâri’de yaşanan ve yüzlerce peçmergenin ölümü ile sonuçlanan bu üzücü hadise konusunda Noşirvan Mustafa’nın neler yazdığını doğrusu çok merak ediyorum ve ilerde okurum diye bu kitabı hemen satın alıyorum.


 


Kak Aso bir dört yol ağzında inşaa edilen bakımlı bir binaya dikkatlice baktığımı görünce:


 


“Kak Kadir” diyor, “Süleymaniyeliler bu binaya ‘saray’ diyorlar. Bundan dolayı bu meydana da Saray Meydanı diyorlar. Süleymaniye’nin en eski binalarından birisidir. Tabii gördüğün gibi burası sonradan onarımdan geçirilmiş. Bu bina 1930’larda İngiliz işgali sırasında İngilizlere ev sahipliği yapmış, bütün askeri faliyetler burdan yürütülmüş. Süleymaniyeliler bu sarayı işgal eden İngilizlere karşı büyük öfke duymuşlar. İngiliz işgalini içine sindiremeyen Süleymaniyeliler sık sık ayaklanma teşebüsünde bulunmuşlar. Hatta bir defasında XULE PİZE isimli bir genç elinde bir hançer bu saraya yürümüş. Yapılan ikazlara aldırmayan bu genç aldığı birçok kurşun yarasına rağmen sarayın içine kadar ilerleyebilmiş ve sonunda tabii ki öldürülmüş. Öldürülen bu gencin cesaretini öven şiir ve türküler halen halkımızın dilindedir.’’


 


Kak Aso’nun anlattığı bu ilginç olaya hayret ederek bir caddeden bir diğerine geçiyoruz. Şehrin güneyinde bulunan bir eski yapıyı işaret ederek: “Kak Kadir,” diyor, “bu yapıyı görüyor musun?” Kak Aso’nun işaret ettiği eski yapıya dikkatlice bakıyorum. Önemli bir yer olacağını düşünerek: “Neyin nesidir burası?” diyorum.


 


Kak Aso acıklı bir eski zaman hikâyesine başlamak istercesine önce etrafına bakınıyor ve sonra: “Kak Kadir bu gördüğün eski bina yıllar önce halka açık bir hamamdı.” diyor. “Saddam Hüseyin’in Kürtlere nefes aldırtmadığı bir zamanda Süleymaniye’de halka kan kusturan azılı bir hain varmış. Halktan giden şikâyetleri değerlendiren Peşmergeler bu insanı ortadan kaldırmayı kararlaştırmışlar. Birkaç kişilik bir Peşmerge müfrezesi Saddam’la işbirliği yapan bu tanınmış şahsı cezalandırmak için dağdan şehre inmişler. Halkın desteğini arkasına alan Peşmerge timi halka eziyet ve baskı uygulayan bu haini bu cadde üzerinde pusuya düşürüp öldürüyor. Bu civarda oturan esnafın yardımı ile peşmergeler kazasız belasız kendilerini şehrin dışına atıyorlar. Süleymaniye’deki en güvenilir adamlarından birisini kaybeden Saddam Hüseyin hırsından çıldıracak gibi oluyor. Saddam Hüseyin Süleymaniye’deki güvenlik güçlerini harekete geçirmek için onlara emirler yağdırıyor. Emri alan emniyet yetkilileri silahlarını kuşanarak Süleymaniye’yi tamamıyle abluka altına alıyorlar. Süleymaniye halkını yılanın başı olarak değerlendiren Baasçılar olayın meydana geldiği bu cadde üzerinde iş yapan ne kadar esnaf varsa hepsini bu eski hamama kapatıyor. Kürtlere karşı kin dolu olan Baasçılar hiçbir sorgu-suale gerek görmeden hamama topladıkları Kürtlerin tümünü ateşe veriyorlar. Kapıları kilitlenen hamam kısa bir sürede ateş yumağına dönüşüyor. Hamamın içinde hapsedilen onlarca suçsuz Kürt çırpına çırpına yanarak can veriyor”


 


Bu kez az ilerimizde duran binaya dikkatlice bakıyorum. Birkaç dakika öncesine kadar sıradan bir bina gibi görünen bu bina şimdi gözümde çok daha farklı görünmeye başlıyor. Onlarca insanın diri diri yakıldığı ve zamanında hamam olarak kullanılan bu eski yapının taş duvarlarından üstüme adeta alevler yürüyor. Alevler içinden çaresiz insanların acı çığlıklarını duyar gibi oluyorum. Süleymanye insanın bütün dünyaya ibret olsun diye ortadan kaldırmadığı ve koruma altına aldığı bu hamam gelen geçene adeta hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. İçeriye kilitlenen ve acımasız bir şekilde ateşe verilen Kürtlerin o anki çaressizliğini göz önüne getirdiğimde içim daralıyor ve: “Haydi Kak Aso gidelim” diyorum.


 


Kak Nebez’in yanına, Hacı’nın dükkânına doğru yürürken aklım bir başka yakılma hadisesine takılıyor. Kürtlerin tarihinde kan, barut ve ateş hep olmuştur. Bu üç nesne Kürt coğrafyasında yaşayanların adeta kaderi olmuştur. Aklıma Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı Amud şehri ve bu şehirde meydana gelen kasıtlı bir sinema yangını geliyor. 1960 yılında birileri tarafından ateşe verilen ve içinde tam 283 Kürt çocuğunun diri diri yakıldığı bu sinema hadisesi trajedilerle dolu Kürt tarihine bir kara sayfa olarak geçmişti. Onlarca ana babanın geleceğini karartan bu sinema yangını ile ilgili bir sürü kitap yazılmış ve bir o kadar da belgesel film hazırlanmıştı. Fakat ne var ki bu trajik olaya sebep olanların hiçbirisi tarih karşısında gerekli hesabı vermemişti.


 


Hacı’nın dükkânına dönüyoruz. Biraz oturduktan sonra Kak Nebez’e çarşı içinde biraz daha dolaşmak istediğimi söylüyorum.  Bu kez Kak Aso ile birlikte çarşının dar sokaklarını turluyoruz. İçinde turladığımız çarşı bana Siverek Demirciler Çarşısını hatırlatıyor. Babadan-dededen meslek öğrenen deneyimli demirciler kızgın ateşe tutukları demir çubukları hünerli elleriyle hırsla döverek çeşitli aletlere dönüştürüyorlardı. Hayatının son demlerini yaşayan yaşlı marangozlar ilkel iş aletleriyle kazma-kürek sapları yontarak toprakla uğraşan insanların işlerini kolaylaştırmaya çalışıyorlardı. Kaldırımlara sıra sıra, yan yana dizilen araç ve gereçler, çengellere asılan alet-alavat takımı bana çocukluğumu hatırlatıyordu. Birkaç kişinin zar zor oturabileceği küçük lokantalardan çevreye güzel kebap kokuları yükseliyordu. Tandırdan çıkan taze ekmek kokusu insanı mest ediyordu. Kaldırımlara oturan Süleymaniyeliler katran karası çaylarını yudumlayarak uğrunda büyük bedeller ödedikleri özgürlüğün tadını çıkarıyorlardı. Az ilerde köşe başında bulunan küçük bir dükkânın önü diğerlerine göre biraz daha kalabalıktı. Merak edip oraya yöneliyoruz. Yakınına gidince toplanan kalabalığın nedenini öğreniyoruz. Dükkânın önünde öbek öbek yoğurt bakraçları dizilmişti. Bir başka köşede aliminiyum leğenlerde kar gibi topaç topaç taze peynirler duruyordu. Özel kaplar içinde müşteri bekleyen tereyağı, çökelek, kaymak ve benzeri katıklar bana Ramazan amcamın Kanlıkuyu Meydanında bulunan küçük dükkânını hatırlatıyor. Kaldırıma dizilen katıkları ilgiyle izlediğimi gören Aso arkadaş:


 


‘‘Kak Kadir bu gördüğün yaşlı esnaf bu şehrin en güvenilir katık satıcısıdır. Yoğurtun en iyisini, kaymağın en kalitelisini ve peynirin en lezzetlisini sadece bu dükkândan ve bu yaşlı adamdan alabilirsin. Yoğurt-peynir, bal-kaymak denildi mi akla bu dükkân gelir. Bu nedenle dükkânın önü hep böyle kalabalıktır.” diyor.


 


“Kak Aso bütün bunları bildiğine göre o zaman bu çarşının en iyi kebapçısını, en iyi fırınını, en iyi çaycısını ve en iyi kasabını da biliyorsun?” diyorum.


 


Dostça gülümsüyor: “Evet, Kak Kadir tabii ki biliyorum, hem de en iyilerini biliyorum.” diyor. Eliyle gösteriyor: “Bak, şu az ilerdeki köşede bu pazarın en iyi çaycısı var. Onun az ilerisinde de meşhur bir kebapçı var. İstersen önce çay içelim, sonra da kebapçıya gideriz” diyor.


 


Küçük çayhaneye giderek kaldırımdaki iskemlelere oturarak birer çay ısmarlıyoruz. Çaylarımızı yudumlarken aklım çok uzaklara, ta Siverek’e gidiyor. Siverek Hayvan Pazarının ve çarşı esnafının uğrak yeri olan iki tarihi çayhane gözlerimin önünde canlanıyor. Cumhuriyet Caddesi üzerinde bulunan rahmetli Cımo Bülbül’ün ve Şeytan küçesinde bulunan Paşa’nın Kahvesi ile ilgili birbirinden ilginç bir sürü anı kafamda depreşip duruyor.


 


Her gün binlerce küçük ve büyük baş hayvanın el değiştirdiği Siverek Hayvan Pazarı bölgemizin en büyük hayvan pazarıydı. Halk dilinde hayvan pazarına “mezat” deniliyordu. Sanayi ve diğer geçim kaynaklarının olmadığı Siverek’te birçok insan geçimini bu mezattan sağlıyordu.


 


Siverek hayvan Pazarı bölge insanı için önemli bir geçim kapısıydı. Yüzlerce aile çoluk çocuğunun rızkını bu kapıdan kazanıyordu. Bu geçim kapısından nasiplenen insanlar arasında kimler yoktu ki? Aklımda kalanları sayarsam; Bedirxano Babıj, Hemdiyo Çetoy, Cımé Areşi, Emine Brodıréja, Zülfükaré Sekmana, Mehmet Çelik, Sefo Sersapıj, Mıstefaé Eldé Raz, Şexmusé Eldé Raz, Unısé Baloy, Kasap Hemdi, Unısé Kertoy, Xelé Hec Eliya, Mısté Brodıréja, Mahmud u Ayyıbé brodıréja, Aliyo Babıj, Koç Eli u Mehmediyé Nofela, Bozo Areşi, Kemalé Geyiga, Ebdullahé Kalan, Naifé Elmenda, Bekıré Qemeri, Evdoé Çuçoy, Koçé Eloy, Abdulkadıré Xalıta, Sefé Nasa, Evdo yé Qulya u Elıké Elmenda ve daha birçokları... İsimleri aklıma gelen ve çoğu artık hayatta olmayan bu insanları Süleymaniye’de bir çayhanede hatırlamak bana tuhaf bir duygu yaşatıyor. Bu insanların tümü Siverek Hayvan Pazarının tanınan simalarıydı. Sabah erkenden başlayan hayvan alım satım işi saat on bire doğru son bulduğunda bu insanların tümü hesap-kitap işleri için rahmetli Cımo Bülbül ve Paşa’nın Çayhanesinde toplanırdı. Cımo Bülbül’ün kahvehanesi şehrin en eski kahvehanelerinden sayılırdı. Paşa’nın yeri ise daha sonradan ünlenmişti.


 


Aklım Siverek’in eski günlerine takıldığından masada duran çayım soğumuş. Durumu fark eden Kak Aso bana yeni bir çay söylüyor. Çaylarımızı yudumlarken oturduğum yerden çevreme hayran hayran bakınıyorum. Sağlı sollu uzanan bütün iş yerlerinin tabelalarında Kürtçe isimler duruyordu. Çok dikkatlice baktığım halde gözüme Arapça yazılmış bir tek tabela çarpmıyor. Kapalı çarşıda yaptığımız gezinti sırasında dikkatimden kaçmayan önemli bir husus yeniden aklıma takılıyor. Çarşı esnafı ve çarşıyı ziyaret eden Kürtlerin tümü kendi aralarında sadece Kürtçe konuşuyordu. Arapça Kürtlerin anlaşma dili olmaktan tamamen çıkmıştı. Genç yaşlı, kadın, erkek, herkes birbiriyle sadece Kürtçe konuşuyordu. Kürtçenin yaşamın her alanında böylesine yerleşmiş olması beni son derece sevindiriyor. “Kürtçenin bölge insanı tarafından tamamıyla benimsenmiş olması ve Kürtçe dışında herhangi bir dilin kullanılmaması Kürt dilinin ve kültürünün gelişiminde önemli rol oynayacaktır.” diyorum Kak Aso’ya. Başıyla onaylıyor beni.


 


Bizim oralardaki durumun farklı oluşunu göz önüne getirince ister istemez üzülüyorum. Bizde durumun farklı olmasının elbette ki önemli sebepleri vardır. Yasak ve asimlasiyonun bunda rolü oldukça belirleyicidir. Fakat son yıllarda sağlanan önemli gelişmelere rağmen, dil ve kültür alanında gerekli mesafe kaydetmemeyi biraz da insanlarımızın duyarsızlığına bağlıyorum.


 


Çaylarımızı içtikten sonra Hacı’nın dükkânına dönüyoruz. Kak Nebez uzaktan görünce bizi, yerinden kalkıyor.  “Haydi, Kak Kadir eve dönüyoruz.’’ diyor. Orada oturanlara “Allah’a ısmarladık” diyerek ayrılıyoruz. Kak Nebez’ın önerisi üzerine eve yürüyerek gidecektik.


 


Kak Aso arabayı almak için parka yerine yönelirken, biz de pazarın dar sokaklarından ilerliyerek bir noktadan sonra ana caddeye çıkıyoruz. Daha sonra ana caddeden ayrılarak eski bir mahaleye sapıyoruz. Kak Nebez yol boyunca bana eski Süleymaniye’den bahsediyor. Birkaç yıl öncesine kadar Süleymaniye yıkık, dökük sıradan bir yerleşim birimiymiş. Şehirden ziyade büyük bir köyü andırıyormuş. Fakat özgürlükten sonra ani bir gelişme göstererek iki milyona yaklaşan nüfusuyla adeta bir metropol haline gelmiş...


 


Yıkık evler arasından toprak bir yoldan ilerleyerek eve doğru yürüyoruz. Derken Kak Nebez harap durumda olan eski bir evin önünde aniden duruyor. Bana birşeyler söyleyeceğini tahmin ederek, ben de olduğum yerde duruyorum. Cebinden bir sigara çıkarıp yakıyor. “Kak Kadir, biliyor musun bu gördüğün virane evin avlusunda ayak izlerim var.” diyor. “Bu evde bir zamanlar halam oturuyordu. Bütün çocukluğum bu evin odalarında geçti diyebilirim. Halamın benim yaşımda çocukları vardı. Onlarla oynamak için devamlı bu eve gelirdim. Şu tavanı çökmüş virane evin odalarında bir sürü anım var. Şimdi otların istilasına uğrayan bu bahçenin içinde az oyun oynamadık. Anlayacağın bu evin her köşesinde ayrı bir hatıram var. Bu evi her gördüğümde çok eskilerde kalan çocukluk yıllarıma giderim.”


 


Kak Nebez kaderine terk edilen bu evin dört bir yanını gözleriyle tarayarak çok eskilere dalıyor. Bir zamanlar bahçesinde çocukların oyun oynadığı, yaşlıların geleceğe ilişkin hayaller kurduğu bu yıkık evi geride bırakarak eve doğru yolumuza devam ediyoruz.


 


Kak Nebez yol boyunca çocukluğunun Süleymaniye’sinden bahsetmeye devam ediyor. Onun doğup büyüdüğü bu mahallenin ismi Çarbax’mış. Şehrin en eski mahallelerinden birisiymiş. Bütün çocukluğu bu mahallede geçmiş. Ve isminden de anlaşılacağı gibi o zamanlar buralarda sıra sıra bağlar varmış. Zamanla bağlar birer birer ortadan kaldırılmış ve bağların yerine insanlar evler yapmış.


 


Özgürlükten sonra Kak Nebez’in Süleymaniye’nin gelişkin semtlerinde daha güzel evlerde yaşamak gibi bir imkânı olduğu halde, o bu mahalleden kopmak istememiş ve kendisine bu mahalleyi mesken edinmiş. Kak Nebez bu mahallede kalmakla geçmişiyle olan ilişkisini koparmamayı hedeflemiş. Eve yaklaştığımız bir sırada çevrede bulunan birkaç eski binayi bana işaret ediyor:


 


“Kak Kadir bak bu gördüğün eski bina var ya, burası eskiden bir ilkokuldu.” diyor. “Bu mahallede oturan birçok çocuk gibi ben de bu okula gidip geldim. Şu okulun yanındaki eski bina ise eskiden soruşturma merkeziydi. Buraya Zabıtxane deniliyordu. Siyasi nedenlerle buraya düşen herhangi bir Kürdün hayatta kalma şansı hemen hemen yoktu. Buraya canlı giren birisinin ancak cesedi çıkardı. Bu binanın kapısından içeriye adım atan birisinin yaşamından umut tamamen kesilirdi. Bu köhne binanın kararan duvarları burada hayatını kaybeden binlerce insanımızın akibetine tanıklık etmiştir. Bu taş duvarlar arasında yüzlerce insanımızın canına kıyılmıştır. Bak bu sağda görünen eski yapı ise Süleymaniye kentinin Nüfus Dairesidir. Eskiden de, şimdi de nüfus dairesi olarak hizmet veriyor”


 


Eve varır varmaz öğle yemeği için masaya oturuyoruz. Evin hizmetçisi Nima Hanım öğrendiği mükemmel Kürtçesiyle bizi masaya davet ediyor. Hazırlıklar bittince kendisi de yerine geçip oturuyor. Yemek sırasında evdekiler bana nerelere gittiğimi, nereleri gördüğümü ve şehri beğenip beğenmediğimi soruyorlar. Ben de onlara edindiğim izlenimlerimi bir bir aktararak, meraklarını gideriyorum. Yemekten sonra Kak Nebez çiftliğe uğrayacağını, istemem halinde kendisiyle gidebileceğimizi söylüyor. Çocukların arzusu üzerine evde kalmaya karar veriyorum. Kak Nebez çiftliğe gidince biz evde kalanlar Nima Hanım’ın demlediği çaylarımızı içerek sohbetimize devam ediyoruz.


 


Devam edecek


 


 


 


Kadir Büyükkaya / Hollanda


[email protected]

Bu yazı 1444 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum