Kadir BÜYÜKKAYA

Kadir BÜYÜKKAYA

[email protected]

BİR YANIM SÜLEYMANİYE, BİR YANIM HALEPÇE-7

28 Aralık 2014 - 14:57

BİR YANIM SÜLEYMANİYE, BİR YANIM HALEPÇE


7. BÖLÜM


 


 


Kak Nebez, bir iş için Aso ile birlikte çiftliğe gidince çocuklarla biz bize kalıyoruz. Nima Hanım’ın demlediği çaylar eşliğinde güzel bir sohbete koyuluyoruz. Kak Nebez’in birbirinden değerli ve bir o kadar saygılı beş çocuğu . Beş çocuğun en küçüğü erkek. İsmi Hemme’dir. Irak Kürdistan’ında Mehmet ismi kısaltılarak Hemme biçiminde telaffuz ediliyor. Nasıl ki bizim Siverek ve çevresinde Mehmet ismi Hemo, Memo veya Meheme biçiminde telaffuz ediliyorsa, burada da Hemme olarak söyleniyor. Yaşamın ve çevrenin erkenden olgunlaştırdığı Hemme, kendisine bir şey sorulmadığı müddetçe genellikle sessiz kalmayı tercih ediyor. Kendisinden birkaç yaş küçük olan kız kardeşi Mina gibi o da Hewlér’de dünyaya gelmiş.


 


Kardeşlerin en büyüğünün ismi Kale’dir. Kale daha anne karnındayken, annesi Çınur Hanım, Peşmerge saflarına sızan bir kadın ajan tarafından zehirlenmiş. -Bu zehirlenme olayının ayrıntılarını ilerde daha geniş bir şekilde ele almayı düşünüyorum. Bir grup Peşmerge ile birlikte zehirlenen ve tedavi için Tahran’da bir hastaneye kaldırılan Çınur Hanım ölümün eşiğinden dönmüş. Henüz anne karnındayken Saddam’ın zehiriyle tanışan Kale’nin anne ve babasının yanında çok özel bir yeri var. Anne ve babası ondan söz ederken “o bizim yüzümüzden az kalsın ölüyordu” diyorlar ve bundan ötürü vicdan azabı duyuyorlar.


 


1988 yılında İran’da Mahabad şehrinde dünyaya gelen Kale herkese karşı son derece saygılı birisi. Doğum sırasında anne ile ilgilenen Kürt asılı bayan doktor, “doğacak çocuk kız olursa ismi Kale olsun” demiş. Kak Nebezler gibi kendisi de sürgün olan bu doktorun isteği üzerine doğan çocuğa Kale ismi verilmiş. Evli ve bir çocuk sahibi olan Kale’nin iki yaşlarında Yusuf adında dünya tatlısı bir oğlu var. Kak Nebez, ilk torunu olan Yusuf’u delicesine seviyor. Annesi görmesi için onu her gün baba evine getirmek zorunda. Yusuf dedesinin evine getirildiğinde Kak Nebez’in dünya ile olan bütün ilişiği kesiliyor. Yusuf Kak Nebez’in her şeyi. Varsa yoksa Yusuf. Kak Nebez’in aşırı ilgisi karşısında Yusuf’u kıskanmadım dersem yalan olur. Hatta bir gün Kale’yi karşıma alıp kendisine:


 


“Yahu Kale” diyorum, “ben bu evde olduğum sürece ne olur bu Yusuf’u getirme. Sen onu buraya getirdiğinde Kak Nebez bizi büsbütün unutuyor”


 


Kale mahçup bir şekilde gülüyor.


 


Ailenin ikinci kız çocuğu Jale’dir. Bir eğitim kurumunda  öğretmenlik yapıyor. Çocuklara Kürtçe eğitim veren Jale evin reisi konumunda. Evin içinde otoriter bir yapısı var. Jale’nin küçüğü Ala’dır. Ala Kürtçe’de bayrak anlamına geliyor. Kulağa hoş gelen çok güzel bir isim. Ala’nın siyah gözlerinden saygı, sevgi, nezaket ve marifet akıyor. İnsanlarla konuşurken ağzından saygı ve mahcubiyet karışımı bir gülümseme yayılıyor. Kızların en küçüğü Mina’dır. Ben ona Mina Xan diye hitap ediyorum. Kürtçe’de bayan isimlerin sonuna saygı ifadesi gereği genellikle Xan eki getiriliyor. Mina Xan cıvıl cıvıl çok neşeli bir çocuk. Bir şey söylemek istediğinde düşünüp öyle konuşuyor. Konuşmasındaki derinlik ve içtenlik onu olduğundan daha sevimli hale getiriyor. İri ve kömür karası gözlerinden zekâ ve samimiyet akıyor. Mina Xan’nın yan cebinde her konuda derin bir bilgi hazinesi var. Yürütülen sohbetler sırasında onun her konuda söyleyecek birkaç sözü mutlaka oluyordu. Dile getirdiği düşünceler kendisine mahsustu. Sahip olduğu bilgi birikimi sayesinde bazen kendisinden beklenenin üstünde değerli tespitlerde bulunuyordu. Öyle ki sohbet sırasında bazen ablalarını gölgede bıraktığı bile oluyordu. Meselelere olan hâkimiyeti ve kendine olan güveni karşısında Mina’ya hayran kalmamak elde değildi. Mina bu farklı duruşundan dolayı çevresinde karşılaştığı insanlarla hiç sıkıntı çekmeden çok rahat bir şekilde diyalog geliştirebiliyordu.


 


Çocuklarla yürüttüğüm sohbet sırasında onlara Süleymaniye’nin sosyal yaşamı, tarihi ve kültürel yapısıyla ilgili sorular sorarak yeni yeni şeyler öğreniyorum. Özelikle Mina Xan, derin bilgisi ve usta anlatımıyla beni birçok konuda fazlasıyla aydınlatıyor.


 


Mina’nın çok bilmişliği beni fazlasıyla sevindiriyor. Onun bu genç yaşta bu kadar bilgiye ulaşması, onun kendi yaşamında gördüğü ve geçirdiği evrelerle açıklanabilirdi. Mina’nın kendinden çok emin bir şekilde Süleymaniye’nin toplumsal yapısıyla ile ilgili açıklamalar yapması beni çocuklar gibi sevindiriyor.


 


O bildiklerini art arda sıralarken ben kendimi tahtaya kaldırılmış bir ilkokul öğrencisi gibi heyecanlı görüyorum. Sohbetin bir yerinde Süleymaniye şehrinin alan itibariyle büyüklüğünü merak ediyorum. Çocuklara evin damına çıkıp şehre bakıp bakamayacağımı soruyorum. Mina Xan; “tabii ki olur” diyerek beni üç kattan oluşan evlerinin damına çıkmaya davet ediyor. Bizi yalnız bırakmak istemeyen diğer çocuklar da evin damına çıkıyorlar. Evin teras katından Süleymaniye’ye kuş bakışı bakmak insana büyük zevk veriyor. Bulunduğumuz noktadan şehrin dört bir yanını rahatlıkla görmek mümkün. Şehrin dört bir yanını uzun uzadıya seyrediyorum. Şehri çevreleyen yüksek dağlar Süleymaniye’yi bir annenin şefkatli kolları gibi sımsıkı sarmalamış gibiydi. Yanı başımda duran Mina Xan bana bir şeyler anlatmak için sabırsızlanıyor. Beni bilgilendirmesi için Mina’ya “evet Mina Xan şimdi anlat bakalım, mesela şu karşıdaki dağın ismi nedir?” diyorum.


 


Mina Xana elimle işaret ettiğim şehrin kuzey doğusuna düşen dağ silsilesine bakarak;


 


“Kak Kadir, bu gösterdiğin dağın ismi Ezmar’dır. Yılın ilk karı bu dağın zirvesine düşer. Açılan yeni yollar sayesinde insanlar arabalarıyla bu dağın tepesine kadar gidebiliyorlar artık. Dağın sol yamacında görünen o görkemli yapı Mam Celal Talabani’nin sarayıdır. Talabani ailesi burada oturuyor. Bu ev Süleymaniye’de bulunan evlerin en görkemlisidir. Ne var ki sağlık sorunlarından dolayı Mam Celal bu sarayın sefasını fazla sürdüremedi” diyor. Mina’nın “Talabani’nin sarayıdır” dediği yapıya dikkatlice bakıyorum. Ezmar Dağının aşağısında hakim bir tepeye kurulan bu yapı gerçekten de bir sarayı andırıyordu.


 


Mina Xan başka şeyler söylemeye hazırlanırken ben sözünü kesip ona bir soru daha yöneltmek istiyorum. Mina Xan kendisine ne soracağımı merak ederek saygıyla bana bakıyor. Mina’yı fazla merakta bırakmak istemiyorum.


 


”Evet Mina Xan, şimdi söyle bana, Can Mam Celal Talabani’nin böylesi bir yerde, bu muhteşem sarayda oturmasına nasıl bakıyorsun? Daha önemlisi Süleymaniye’de oturan halktan insanlar bu konuda neler düşünüyor?” diye soruyorum.


 


Mina sorduğum soruyu kafasında ölçüp biçtikten sonra, “Kak Kadir biliyorsun Mam Celal Talabani halkımızın özgürlüğü uğruna bütün yaşamını dağlarda geçiren fedakâr bir liderdir. O elde silah bu ülkenin dört bir yanını adım adım dolaşan ve halkına olan sadakatini ispatlayan birisidir. Onun çok çetin şartlar altında yürüttüğü ve uzun yıllara yayılan Peşmerge hayatıyla ilgili büyüklerimizden birçok hikâye dinledik. Bütün bunları göz önünde bulundurduğumuzda onun özgürlükten sonra böylesi bir yerde oturmasını ben şahsen fazla yadırgamıyorum. Halkına hizmet etmiş bir liderin özgürlükten sonra rahat koşullarda yaşaması bence çok doğal sayılmalıdır. Bunun yadırganacak bir tarafı olmamalıdır. Sonra unutmamak gerekir ki Mam Celal bugüne bugün uluslararası ağırlığı olan saygın bir cumhurbaşkanıdır. Onun oynadığı tarihi rol Kürtler kadar diğer bölge ülkelerini de ilgilendiriyor. Üstlendiği rol gereği dünyanın dört bir yanından kendisini gelen birçok önemli devlet adamı vardır. Onun gelen bu misafirlerini iyi koşullarda ağırlaması gayet normaldir. Meseleye böyle bakıldığında bütün yaşamını halkına adayan böylesi bir liderin böylesi bir yerde oturması bence fazla görülmemelidir” diyor.


 


Mina‘nın meseleye bu denli geniş bir perspektiften bakma becerisi göstermesi ve böylesine mantıklı izahatlar getirmesi beni fazlasıyla sevindiriyor. Mina bir şeyler söylememe fırsat vermeden konuşmasına kaldığı yerden devam ediyor:


 


”Evet Kak Kadir, dediğim gibi biraz önce bana gösterdiğin şu dağın ismi Ezmir’dir. Onun devamı Çüje’dir. Şehrin güneyine düşen bu dağın ismi Qeredağ’dır. Batıda görünen ve başında kar olan dağın ismi Pire Megrun’dur. Onun yanındaki Beranan ve diğeri de Eli Axa’dır” diyor.


 


Mina Xan sağ elini gözlerine siper ederek konuşmasını sürdürüyor:


 


“Kak Kadir bak şu güneyde görünen Beranan Dağı’nda çok büyük bir mağara vardır. İnsanlarımız bu mağaranın ismine Hezar Mérd diyorlar. Bu mağaranın içinde büyükçe bir göl vardır. Bu gölün derinliği hakkında kimsenin bildiği bir şey yok. Yılın on iki ayı bu gölden su eksik olmaz. Büyüklerimizin anlattığına göre bir zamanlar yöre insanından birkaç kişi göle çuval çuval saman dökmüşler. Suyun nerelere aktığını anlamak içinmiş. Yapılan bir dizi gözlem sonucunda göle dökülen samanların 150 kilometre ötede bulunan DERBENDİ XAN barajında ortaya çıktığı görülmüştür” diyor.


 


Mina’nın işaret ettiği dağ ve tepelere hayranlıkla bakıyorum. Seyre koyulduğum manzaralar karşısında dalıp gittiğimi gören Mina Xan kaldığı yerden sözüne devam ediyor:


 


“Kak Kadir şehrin ortasında yükselen şu bina var ya, bu bina Irak’ın ve Kürdistan bölgesinin en yüksek binasıdır. Açılışı geçenlerde yapılan ve otel olarak kullanılan bu görkemli binanın ismi Şehri Ciwan’dır(Güzel Şehir). Sahibi babamın yakın bir arkadaşıdır. Biz ona Kak Faruk diyoruz. Bak şu binanın üstünden görünen yeşil alan var ya işte orası Irak’ın en büyük parkıdır. 120 dönüm arazi üzerinde kurulan bu görkemli parkın ismi HAWAR-İ ŞEHİR’dir (Şehrin Çığlığı). Kürdistan Federal Hükümeti ve Süleymaniye Belediyesi yeşil sahaların yaratılması için son yıllarda ağaçlandırma çalışmalarına hız vermişler. Bu çerçevede insanlarımızın önemli bulduğu birçok projeyi art arda hayata geçirmiştir. Bu projeler sayesinde birkaç yıl içinde şehre birbirinden güzel birçok park kazandırılmıştır. Mesela Süleymaniye’nin orta yerine kondurulan ve buradan da görülebilen AZADİ Parkı görülmeye değer bir parktır. Rengârenk çiçeklerle, halı misali çimenlerle, küçük-büyük havuzlarla donatılan bu park eskiden çok büyük bir askeri karargâhmış. Irak Baas rejiminin Kürtlere uyguladığı kanlı operasyonların birçoğu bu karargâhta tezgâhlanmış ve yine buradan hayata geçirilmiştir.”


 


“Top ve tankların depolandığı, Kürtlere karşı imha planlarının yapıldığı bu askeri karargâh, yapılan yeni bir düzenlemeyle insanlarımızın içinde huzur bulacağı güzel bir park alanına dönüştürülmüştür. Bu parkın batısında eskiden zindan ve Soruşturma Merkezi olarak kullanılan bir bina vardı. Burası yapılan bir düzenlemeyle günümüzde İşkence Müzesi ismi altında korumaya alınmıştır.”


 


“Bak Kak Kadir şu az ileride içinde çeşitli oyun alanlarının bulunduğu yer var ya, orası bir eğlence parkıdır. Yüksekliği onlarca metreyi bulan dönme dolaplarıyla ve birçok eğlence yerleriyle burası Londra’daki EİY Eğlence Merkezine rakip olan bir yerdir. Bu dev tesisin ismi ŞEHRİ DİYARİ’dir. Şu eğlence parkının sağ tarafına düşen binaların tümü bugün hastane olarak kullanılıyor. Yeni yapılan ve çağın en ileri tekniğiyle donatılan bu hastanenin ismi HİWA’dır. Burası Irak’ın en büyük kan kanseri hastanesidir. Uzman doktorların hizmet verdiği bu hastaneye ülkenin dört bir yanından hastalar geliyor. İnsanlara şifa dağıtan bu önemli hastanede eskiden Baas rejiminin önemli bir askeri karargâhıydı. Birçok karargâhta olduğu gibi bu merkezde de Kürtlere yapılmayan kötülük kalmamıştır. 1963 yılında bu askeri merkezde yaşanan ve her Kürdün yüreğinde derin izler bırakan çok trajik bir hadise vardır ki şimdiye kadar unutulmamıştır.”


 


“Sözünü ettiğim yıllarda ırkçı Irak Baas rejimi Barzani’ye yardım ettikleri gerekçesiyle Süleymaniye’de çok sayıda Kürdü evlerinden alıp bu askeri merkeze kapatmışlar. Esir alınan yüzlerce tutsak bu merkezde insanlık dışı işkencelerden geçirilmiş. Burada toplanan yüzlerce insan arasında hiçbir olaya karışmamış, hiçbir şeyden haberi olmayan kendi halinde birçok suçsuz insan da varmış. Fakat bunun Baasçılar açısından hiçbir önemi yokmuş. Baas rejimi için her Kürt birer düşmandı ve mutlaka ıslah edilmeliydi”.


 


“Bu mantıkla hareket eden barbar işkenceciler esir aldıkları her Kürde istedikleri muameleyi yapmayı en doğal hakları olarak görüyorlardı. 1963 yılında tutuklanan bu insanların serbest bırakılması için önlerine kabul edilmesi çok zor bir şart koşulmuştur. Bu insanlara, ‘’ya bu şartı yerine getireceksiniz ya da öleceksiniz” demişler.”


 


“Esir alınan Kürtler önlerine konulan şartı kabul etmekle onurundan olacaklarını gayet iyi biliyorlar. Bu yüzden önlerine sürülen şartı kabul etmeye yanaşmamışlar. İnsan onurunu yerle bir eden bu şartı kabul etmek onlar için ölümden daha beter bir durumdu. Ne var ki yeryüzünde bulunan tüm diktatörler gibi kendilerini Allah’ın üstünde gören zalim cellatlar ellerinde esir tutukları Kürtlere başka hiçbir yol bırakmamışlardı.”


 


“Baasçı Generaller bir araya topladıkları bu savunmasız insanların hayatlarına karşılık Kürt lideri Mustafa Barzani’nin büyük boy fotoğrafına tükürmelerini istemişler. Barzani’ye tapacak derecede bağlı olan insanların bu emri yerine getirmeleri, böylesi bir şeyi evet demeleri tabii ki kolay bir iş değildir. Ne var ki Kürdün kökünü kazımaya yemin etmiş Baasçılar bunun dışında onlara başka bir yol bırakmamışlar. Bütün dayatmalara karşın Kürtlük onurunu her şeyin üstünde tutan ve Barzani’nin fotoğrafına tükürmeyi reddeden onlarca kişi bu karargâhın ortasında kurşuna dizilirken bir o kadarı da diri diri çukurlara gömülmek suretiyle infaz edilmişler.”


 


“1963 yılında işlenen bu menfur cinayet sırasında tam 86 kişi hayatını kaybetmiştir. Barzani’nin fotoğrafına tükürmeyi reddettikleri için toplu halde katledilen bu yiğit insanların cesetleri bu askeri karargâhın bir köşesinde açılan derin bir çukura gömülmüş. Gösterdikleri cesaret ve kararlılık karşısında çılgına dönen ve hızını alamayan Baasçılar, onurundan taviz vermeyen bu yiğit insanları katletmekle kalmamış, onları kazdıkları çukurlara doldurarak üstünden tanklarla gezinerek gömüldükleri yerleri belirsiz hale getirmişlerdir. Bu yüzden bu insanların üstünde Fatiha okunacak bir mezarları bile yoktur. Bu tarihi hadisede yaşamlarını kaybedenler arasında Kamalé Heme, Ferac Efendi, Namık Axa ve Rahimi Egra gibi isimler vardır. Aradan bunca yıl geçtiği halde halkımız bu yiğit insanları bir an olsun unutmamış ve onların saygın anılarını yüreklerinin en derin yerinde muhafaza etmişlerdir”


 


Mina’nın bana aktardığı bu tarihi hadise yüreğimi burkuyor. İnsanların sahip oldukları en doğal haklar yüzünden kurşuna dizilmeleri ve diri diri çukurlara gömülmeleri tek kelimeyle vahşet. Yaşananlar karşısında insanın ve vicdanın sızlamaması mümkün değil. Fakat gözünü kan bürümüş zalim cellatlar bütün bu acımasız uygulamaları Kürt insanına reva görmekten kaçınmamışlardır.


 


Binlerce Kürdün işkenceden geçirildiği, bir o kadarının katledildiği bu askeri kışlanın yıllar sonra Kürtler tarafından donanımlı bir hastaneye dönüştürülmesi ve umut arayan insanlara şifa dağıtması insanın yüreğindeki acıyı tümden yok etmese de bir nebze olsun hafifletiyor.


 


Kemik kanserine yakalanan birçok insanın tedavi gördüğü HİWA Hastanesine bakarak, Mina’ya “Süleymaniye şehrinde toplam kaç hastane vardır’’ diye soruyorum. Mina yanlış şeyler söylememek için biraz düşünüyor ve sonra:


 


“Kak Kadir benim bildiğim kadarıyla HİWA dışında Süleymaniye’de üç büyük hastane daha var. Bunlardan birisi Kürdistan Yurtseverler Birliği’nin yaptırdığı Şoreş Hastanesidir. Bu hastanede genellikle şehit yakınları, gaziler ve yardıma muhtaç insanlar tedavi ediliyor. Hastanedeki tüm hizmetler parasızdır. Üçüncü bir hastane vardır ki onun ismi ise Şehit Mühendis Salah Hastanesidir. Mühendis Salah mücadele içinde yaşamını kaybeden ve herkesin yakından tanıdığı biridir. Varlıklı bir aileye mensup olduğundan yakınları ismini yaşatmak için onun adına bir hastane yaptırmışlar. Bu üç hastane dışında bir başka hastane daha var, o da Kak Faruk’un özel hastanesidir. Halk burayı Kak Faruk Hastanesi olarak biliyor. Bu büyük hastaneler dışında Süleymaniye’nin birçok yerinde irili ufaklı birçok özel hastane vardır. Anlayacağın sağlık sektörü Süleymaniye’de çok güçlüdür. Yapılan donanımlı hastaneler ve yurtdışından getirilen uzman doktorlar sayesinde her türlü hastalıkların tedavisini buralarda yapmak mümkündür’’ diyor.


 


Kak Nebez’ın küçük kızı Mina Süleymaniye ile ilgili bana birbirinden değerli bilgiler vermeye devam ediyor. Mina sosyal ve tarihi bilincini yoklayarak anlatmaya değer bulduğu şeyleri bana birer birer aktarıyor. Mina, el-kol hareketleri, mimikleri ve güzel sohbetiyle beni aydınlatmaya devam ediyor. Bir ara bana:


 


‘‘Bak Kak Kadir biliyor musun, Irak tarihinde ilk kanalizasyon şebekesi Süleymaniye’de hayata geçirilmiş.” diyor.  “Irak genelinde suyu en bol olan ve sağlıklı olan yer Süleymaniye’dir. İnsanların tarımla ilk tanıştıkları yer Çemçemal bölgesidir. Et tüketiminin en fazla olduğu şehirlerin başında Süleymaniye geliyor. Süleymaniye insanı gülmeyi sever. Biz en sıkıntılı, en zor günlerimizde bile gülmesini, espri yapmasını, içip yemesini biliriz. Hiçbir zorluk, yaşama olan sevincimizi ve umudumuzu gölgelemeye yetmez. Ölümle burun buruna kaldığımız anlar da bile birbirimize, ortalığı gülmekten kıracak neşeli fıkralar anlatırız. Anlayacağın keyif ve seyran kültürü Süleymaniye insanının kanına işlemiştir. Süleymaniye insanı aç ve susuz kalmayı göze alır, fakat hayatın tadı tuzu olan keyif ve seyrandan uzak kalamaz’’


 


Mina’nın anlatım şekli beni o kadar etkiliyor ve o kadar hoşuma gidiyor ki kendisiyle Süleymaniye Çarşısına inmeyi, rüyalarımın şehri olan bu kadim şehri onun ağzından çıkacak bilgilerle tanımak istiyorum. Bunun mümkün olup olmadığını kendisine sorduğumda hiç düşünmeden: “Tabii ki olur Kak Kadir, neden olmasın?’’ diyor.


 


Mina Xan’ın önerimi kabul etmesi beni sevindiriyor. Çarşıya gitmek üzere damdan aşağıya ineceğimiz sırada çok önemli bulduğum bir ayrıntı birden gözüme çarpıyor . Çevreme bakınarak kafamda beliren bir soru işaretine kendimce yanıt aramaya çalışıyorum.


 


Kak Nebezlerin oturduğu mahallede evlerin tümüne yakını bahçeli olup iki veya üç katlıydı. Evlerin çoğunda balkon ve teras vardı. Dikkatimi çeken ve bana ilginç gelen şey, çevredeki bu evlerin hiçbirisinin bahçesinde, balkonunda ve damında çevreye rahatsızlık verecek, çevredeki görüntüye gölge düşürecek hiçbir şey konulmamıştı. Süleymaniyelerin bunu nasıl başardıklarına fazlasıyla hayret ediyorum. İnsan sahip olduğu evinin şurasına burasına başta çamaşır olmak üzere nasıl olur da bir şey asmazdı, bu nasıl yapılmazdı?


 


Bir an için bizim oraları düşünüyorum. On-on beş katlı apartmanların balkon ve terasları insanlarımız tarafından adeta ziyaret ağacına dönüştürülürdü. Balkon ve teraslara çamaşır kurutmanın dışında kışlık erzak için çeşitli sebzeler de asılırdı. Geçen yıl Diyarbakır’a yaptığım bir ziyaret sırasında apartman balkonlarında iplere dizilen sıra sıra biberleri, patlıcan ve kabakları gördüğümde bir tuhaf olmuştum. İnsanlar güneşte kurusun diye çamaşırlarını ve kışlık erzakını apartman balkonuna asmakta herhangi bir sakınca görmüyorlardı.


 


Çocukluğumun Siverek’in evlerinin damında ve bahçelerinde bu tür manzaralarla karşılaşmak mümkündü ve bu biraz da anlaşılır bir durumdu. Bu belki de insanların temel ihtiyaçlarından kaynaklanan bir durumdu. Fakat bu tür şeylerin günümüz dünyasında Diyarbakır gibi büyük şehirlerde apartman balkonlarında devam ettirilmesi doğrusu bana biraz garip gelmişti. Demek ki insanlar edindikleri alışkanlıklarından kolay kolay vazgeçemiyorlardı.


 


Köy ve kasabalardan göç etmek zorunda kalan insanlarımız ne yazık ki kimi alışkanlıkları kendileriyle birlikte gittikleri yerlere götürüyorlardı. Öyle ki Avrupa’nın göbeğinde bile yabancıların yoğun olarak yaşadığı semtlerde bu tür manzaralarla karşılaşmak çok sıradan bir iştir. Avrupa’nın herhangi bir şehrinde, herhangi bir mahallesinde hangi evde yabancılar oturuyor, hangisinde Avrupalılar oturuyor bunu evlerin balkonuna ve çatısına bakarak rahatlıkla anlayabiliriz. Evlerin balkonunda çamaşırlar asılıysa ve çatılarda sıra sıra uydu çanaklar dizilmişse bilin ki o evde yabancılar yaşıyor. Yaşadığımız Avrupa’da ve doğup büyüdüğümüz topraklarda aşina olduğumuz manzaraların Süleymaniye’de olmaması beni oldukça şaşırtıyor. Çevremde bulunan evlerin hiçbirisinde, ne balkonunda iplere dizilen çamaşırlar var ve ne de çatılarda güneşe bırakılan patlıcan, biber ve kabaklar. İnsanın gözüne hoş görünmeyen, çevre görüntüsüne gölge düşürecek hiçbir çirkin görüntünün olmaması beni fazlasıyla etkiliyor. Çevreme bakıp acı acı tebessüm ettiğimi gören Mina Xan meraklanarak: “Kak Kadir neden tebessüm ettin?” diye soruyor. Ben de kendisine niçin güldüğümü izah ediyorum.


 


“Kak Kadir” diyor, “senin sözünü ettiğin bu tür şeyler bizim buralarda katiyen olmaz. İnsanlarımız giysi ve çamaşırlarını mahremden sayar ve bu yüzden de onları bahçe, balkon ve çatılarda gelişi güzel sergilemekten utanır. Bu yüzden çamaşırlarını dışarıda değil, evlerinin içinde kuruturlar.’’


 


“Vay anasına be, medeniyet dediğin bu olsa gerek!” diyorum kendi kendime. Aşağıya inmek için merdivenlere yöneldiğimizde Mina’nın “insanlarımız çamaşırlarını mahremden sayar’’ sözü kulağımda çınlayıp duruyor.


 


Aşağıya iniyoruz. Yanımda sevimli rehberim Mina ve kardeşi Hemme ile Süleymaniye’nin sayılı caddelerinden olan SayımCaddesi’ne çıkarak sağa dönüyoruz. Mina Xan yürüdüğümüz kaldırımdan caddenin karşı tarafını işaret ediyor: “Kak Kadir şu karşıdaki parkın ismi BAXİ GİŞTİ’dır.” diyor. “Güzel bir parktır. İçinde tanınmış birçok insanın heykeli vardır. İlgi duyacağına kuşkum yok. İstemeniz halinde dönüşte bu parka uğrayabiliriz. Bak şu parkın solunda gördüğün büyük bina KDP’nin Süleymaniye’deki ana binasıdır. Buraya “Lıqa 4” diyorlar”  Mina’nın işaret ettiği yerlere bakarak ve söylediklerini dikkatlice dinleyerek ilerliyoruz.


 


Çok geçmeden Mewlewi Kapısı’na varıyoruz. Diyarbakır’daki Dağ Kapı Meydanı’nı andıran bu dört yol ağzının tam karşısında bulunan yüksek bir yapının geniş ve yüksek cephesi bir boydan bir boya büyük resimlerle donatılmıştı. Newroz etkinlikleri çerçevesinde çeşitli resimlerle süslenen bu geniş duvar Mewlewi Meydanı’na olağanüstü bir hava vermişti.


 


Duvardaki panoya Süleymaniye’nin modern mahallelerinin resmedildiği çok güzel fotoğraflar yerleştirilmişti. Paris’in modern semtlerini andıran bu olağanüstü fotoğraflar bir Kürt olarak göğsümü kabartıyor. Panonun sağ baş köşesinde Şeyh Mahmut Berzenci’nin siyah-beyaz büyük boy bir fotoğrafı duruyordu. Başında çefiyesi, belinde hançeri ve üstündeki ulusal giysileriyle gelip geçenleri gururla izleyen Şeyh Mahmut Berzeci geçmişten günümüze önemli mesajlar aktarmak ister gibiydi.


 


Panonun sol baş köşesinde büyük Kürt şairi Piremérd’ın bir fotoğrafı duruyordu. Newroz marşının yazarı olan ve Kürt edebiyatının gelişmesine önemli katkılar sunan merhum PİREMéRD Kürtler tarafından büyük bir değer olarak kabul görüyordu.1868 yılında Süleymaniye’de doğan ve bütün yaşamını Kürt edebiyatının gelişimine adayan Piremerd’ın Mewlevi Kapısı’na kondurulan bu büyük panoya yerleştirilmesini çok değerli buluyorum.


 


Kürtlerin siyasi lideri Şeyh Mahmut Berzenci, Şair Piremerd ve Kürtler tarafından aydınlanmanın merkezi olarak kabul gören Süleymaniye kentinin modern görüntüsünün bir araya getirilmesi Kürt halkının geçmişine ve geleceğine ışık tutar gibiydi.


 


Mewlewi Kapısı’ndan içeriye girerek yukarıya doğru yolumuza devam ediyoruz. Rehberim Mina ve kardeşi Hemme beni bilgilendirmek için birbiriyle adeta yarışıyorlar. Caddenin sağından yürürken gördüğüm her şeyi dikkatlice inceliyorum. Yürüdüğümüz ana cadde epeyce kalabalıktı. Mina bunun nedenini Newroz tatiline bağlıyordu. Mina’ya göre Newroz tatilinde Süleymaniye’nin nüfusu nerdeyse iki katına çıkıyormuş. Bir hafta süren Newroz tatili birçokları için bulunmaz bir fırsatmış. Newroz tatilinde Süleymaniye’ye gezmeye gelenlerin başını İranlı Ecemler ve Irak içlerinde yaşayan Araplar çekiyormuş. Saddam sonrası devam eden iç çatışmalardan bunalan Iraklılar huzur ve sükûnetin hüküm sürdüğü Kürdistan bölgesini kendileri için bir nevi dinlenme yeri olarak görüyorlarmış. Bu yüzden başta Bağdat olmak üzere ülkenin iç bölgelerinde yaşayan insanlar fırsat bulur bulmaz kendilerini buralara atıyorlar. Newroz tatilinde Süleymaniye’ye gelenler arasında Avrupa’da yaşayan Kürtler de var. Saddam Hüseyin zamanında baskılardan kaçan ve uzun yıllar Avrupa’da yaşayan binlerce Kürt elde edilen özgürlük sayesinde ana vatanlarına birer turist gibi gelip gidiyorlar.


 


Yürüdüğümüz ana caddeye sağdan soldan, dar sokaklardan durmadan insanlar akıyor. Çok kalabalık. Normal koşullarda kalabalık ortamlar bana hep rahatsızlık verirdi. Fakat içinde kaybolduğum bu insan kalabalığı her nedense beni rahatsız etmiyor. Tam tersine kendimi durulmuş bir denizde kendi halinde yol alan bir gemide seyahat eden bir yolcu kadar huzurlu ve güven içinde görüyordum. Akşam serinliğinde pazar gezintisine çıkan tüm insanların hareketlerinde olağanüstü bir rahatlık görüyordum. Bu rahatlık çevrede gezinen insanlara pozitif enerji yüklüyordu. Kaldırımda yürüyenlerin yüzleri güleçti. Kimsenin acelesi ve sıkıntısı yoktu. İnsanlar strese girmek için değil, stres atmak için akşam gezisine çıkmışlardı. Bu yüzden kimse kimseye çarpmadan, iteleyip kakmadan yürüyordu.


 


Kadın, erkek, genç, yaşlı yüzlerce insan belli bir ahenk içinde çarşıda dolaşmanın keyfini çıkarıyordu. Kaldırım ve dükkân önlerine kurulan tezgâhlardan hareketli müzik sesleri yükseliyordu. Hareketli müzikler beni 1978’lere götürüyor. Dolaşmaktan bitkin düşen insanlar çevrede bolca bulunan taze meyve suyu satan küçük dükkânların önünde ayaküstü bir şeyler içerek susuzluğunu gidermeye çalışıyorlardı. Seyyar satıcıların sattıkları ve çoğu İran’dan gelen kaliteli meyve ve sebzeler insanın iştahını kabartıyordu. Yan yana dizilen üç tekerlekli el arabalarının çoğunda taze badem, nar, karpuz, çilek ve bahar aylarının olmazsa olmazı olan kenger satılıyordu.


 


Diğer meyve çeşitleri ilgimi fazla çekmese de taze badem ve kenger ilgimi fazlasıyla cezbediyor. Tezgâhta kengeri görünce Siverek’te, Karacadağ eteklerinde kenger toplayan genç kızları ve çocukları anımsıyorum. Siverek ve çevresinde baharın müjdeleyicisi olarak kabul gören kengerin bizim yemek kültürümüzde önemli bir yeri vardır. Siverek ve çevresinde birçok yoksul ailenin kendileri için önemli bir geçim kapısı olarak gördüğü ve Allah’ın insanımıza bahşettiği bu sıradan bitki ile Süleymaniye’de karşılaşmayı doğrusu hiç beklemezdim.


 


Yolumuza devam ediyoruz. Ana caddenin sonuna geldiğimizde: ‘‘Mina bu çevrede şöyle büyük bir kitapçı dükkanı veya kütüphane gibi bir yer yok mu?” diye soruyorum. Sevgili Mina bana cevap vermeye fırsat bulmadan onun yerine Hemme hemen öne atılıyor. İşaret parmağıyla caddenin sağ tarafında bulunan dört-beş katlı bir binayı işaret ediyor:  “Kak Kadir şu karşıda gördüğün bina var ya, o Süleymaniye’nin en büyük kütüphanesidir. Burada istediğin her türden kitabı rahatlıkla bulabilirsin. Görmek istiyorsanız içeriye girip gezebiliriz” diyor.


 


“Evet, tabii ki çok isterim.” diyorum.


 


Kütüphaneye girmek için caddenin karşı tarafına geçiyoruz. Binanın geniş kapısından içeriye giriyoruz. İçinde birçok işyeri olan binanın içi sandığımdan da kalabalıktı. Alt katlarda oyalanmadan doğruca yukarıya yöneliyoruz. Yürüyen merdivenleri kullanıyoruz.


 


Dördüncü katta bulunan kütüphanenin dış kapısının önünde, açılmamış kitap kolileri duruyordu. Kütüphane kapısı önünde birbiriyle karşılaşan kimi kitapseverler kendi aralarında sohbet ediyorlardı. Mina Xan ayaküstü sohbet edenlerden birisini bana göstererek, ‘‘Kak Kadir bu gördüğün şahıs Süleymaniye’nin tanınmış yazarlarındandır” diyor. Mina’nın yazar dediği şahıs elinde kahvesi, çevresinde toplanan hayranlarıyla, büyük ihtimal kitaplarıyla ilgili bir şeyler konuşuyordu. İçeriye gireceğimiz sırada Mina Xan genç bir şahısla selamlaşıp, hal hatır soruyor.


 


Doğruca kitap raflarına yöneliyoruz. Büyük bir alana kurulan ENDEŞA Kütüphanesi oldukça profesyonel dizayn edilmiş, kitaplar konularına göre sınıflandırılmıştı. Rafların dizimi kitapların içeriğine göre yapılmıştı. Ziyaretçilerin zorlanmamaları ve aradıklarını rahatlıkla bulabilmeleri için her türlü kolaylık sağlanmıştı. Raflara iliştirilen levhalar sayesinde ziyaretçiler aradıklarını eliyle bırakmış gibi rahatlıkla bulabiliyorlardı.


 


Şiir, roman, öykü, hikâye, anı, biyografi ve benzeri kitaplar birbirine yakın raflarda tutulurken, tarih, siyaset, felsefe, araştırma gibi kitaplar daha farklı bölümlerde tutuluyordu. Müzik eserleri için çok özel ve oldukça büyük bir bölüm oluşturulmuştu. Kaset ve CD almak isteyenler onları kasaya götürmeden önce, kurulan masalardaki CD çalarda dinleyerek ona göre tercihte bulunuyorlardı.


 


Dil, sanat ve okul kitapları başka bölümlerde tutuluyordu. Farsça ve Arapça kitaplar için ayrı bölümler oluşturulmuştu. Kürtçenin Soranice lehçesiyle yazılan kitapların çoğu birbirine yakın olan raflara dizilmişti. Arap alfabesine yabancı olmadığım için yazarların ismini, kitapların isim ve içeriğini rahatlıkla takip edebiliyordum.


 


Kütüphane içerisinde uzunca bir süre dolaşıyoruz. Sağına soluna görkemli rafların dizildiği geniş koridorları arşınlamak bana büyük keyif veriyor. İlgimi çeken kitapları elime alıp onları büyük bir sabırla inceliyorum.


 


Raflarda bulunan kitaplar arasında Latin harfleriyle yazılan Kürtçe kitaplar hemen hemen yok gibiydi. Bunu büyük bir eksiklik olarak görüyor ve son derece üzülüyorum. Modern Kürt edebiyatının ve romancılığının öncülerinden Mehmet Uzun gibi bir yazarın kitaplarını böylesi bir kütüphanede görmemek bana acı veriyor. Mehmet Uzun ve Kürt edebiyatına katkı sunan birçok yazarın eserleri Ankara ve İstanbul gibi yerlerde kapış kapış satılırken Süleymaniye’de yaşayan Kürtlerin bu yazarların eserlerinden haberdar olmamaları Kürt Dili ve Edebiyatı açısından büyük bir kayıptı.


 


Gezdiğim bu görkemli kütüphanede Mehmet Uzun gibi önemli bir yazarın eserleriyle karşılaşmazken Fars ve Arap kökenli birçok edebiyatçının eserleriyle bol bol karşılaşmayı doğrusu biraz garipsiyorum. Aralarına sınırlar çekilmiş Kürtlerin birbirini tanıması ve yakınlaşması için sanat ve edebiyatın oynayacağı önemli rol ortadayken bu konuda gerekenin yapılmaması büyük bir eksiklikti. En azından ben öyle görüyorum.


 


İnsanlar arasında dumura uğrayan sosyal ve kültürel ilişkilerin iyileştirilmesinde ve onarılmasında edebiyatın oynadığı rolün önemi ortadayken insanlarımızın bunu görmezlikten gelmesi ve buna gerekli önemi vermemesi hiçbir gerekçeyle açıklanamazdı.


 


İnsanlarımızın birbirini tanımaları için edebiyat sağlam bir köprü ayağıydı. Bu ayağın yerine oturtulması gerekli çabayı sarf etmemek mevcut durumun devam etmesini istemekle aynı anlama gelirdi ki; bu da insanlarımızın kabul edeceği bir durum olamazdı. Edebiyatın önemi böylesine hayatiyken böylesi bir kütüphanede kuzeyli edebiyatçıların ve özelikle Mehmet Uzun gibi tanınmış bir yazarın eserleriyle karşılaşmamayı çok ciddi bir eksiklik olarak görüyorum.


 


Bu eksiklikten duyduğum üzüntüyle kütüphane içinde dolaşmaya devam ediyorum. On binlerce edebi çalışmayı çatısı altında bir araya getiren bu muhteşem yere sadece kütüphane demek aslında doğru olmazdı. Buraya “Kültür ve Sanat Merkezi” demek bence daha doğru olurdu. Buraya girip çıkan insanlar buradan sadece kitap ihtiyacını karşılamakla kalmıyor, aynı zamanda sanat ve edebiyatla ilgili bütün sosyal ve kültürel faaliyetlerini de yürütüyordu.


 


Kütüphanenin bir köşesine mütevazı bir salon yapılmış, salonun bir köşesine küçük bir podyum yerleştirilmişti. Kitap tanıtımı, söyleyişiler ve diğer etkinlikler için isteyenler istedikleri zaman bu salondan yararlanabiliyorlardı. Raflardaki kitaplarla ilgilendiğim bir sırada bir grup kitapsever salonun ortasına kurdukları bir masanın etrafında, oturmuş kendi aralarında bir şeyler konuşuyorlardı.


 


Kütüphaneyi ziyaret edenlerin dinlenmeleri ve bir şeyler yiyip içmeleri için başka bir köşeye çok güzel bir kafeterya kondurulmuştu. Kitap ihtiyacını karşılayanlar bu kafeteryaya oturarak çay-kahve eşliğinde satın aldıkları kitapları keyifle inceliyorlardı. Etkinliklere katılanlar veya katılmak isteyen sanatseverler en güzel sohbetlerini bu kafeteryada yürütüyordu. Süleymaniyeli gençler büyükleri tarafından kendilerine bağışlanan özgürlüğün tadını çıkarıyorlardı. Kızlı-erkekli Kürt gençlerinin kendi ana dilleriyle yürüttüğü sohbetleri imrenerek izliyorum ve doğrusu biraz da kendilerini kıskanıyorum.


 


Kütüphane içinde dolaşmaktan yorulduğumu hissederek Mina ve Hemme’ye kafeteryada oturmayı öneriyorum. İçeceklerimizi alıp kafeteryanın bir köşesine oturuyoruz. İçeceklerimizi içerken biraz önce satın aldığım bir kitabı Mina’ya hediye ediyorum. Mina’ya hediye ettiğim kitap bütün yaşamını Kürtlerin haklı davasına adayan değerli bilim adamı, sosyolog İsmail Beşikçi’nindi. Güneyli Kürtler İsmail Beşikçi’nin bir kitabını Soranice’ye çevirerek ona karşı olan vefa ödevini yerine getirmişlerdi. Bu değerli çalışma beni sevindiriyor.


 


Mina ve Hemma yeğenime İsmail Beşikçi’yi ve onun Kürtler için yaptığı değerli hizmetleri anlatıyorum. Mina ve Hemme ile yürüttüğümüz güzel sohbetimizi boyutlandırarak sürdürüyoruz. Bazen onlar bana ve bazen de ben onlara bildiklerimi anlatarak eksikliklerimizi tamamlıyoruz. Fakat gene de daha çok ben onlardan bir şeyler öğrenmeye çalışıyorum.


 


İçinde birkaç kitap ve birkaç müzik albümü olan çantayla Süleymaniye’nin en büyük kütüphanesi ENDEŞA’dan ayrılırken bana bu zevki tattırdıkları için Mina ve Hemme’ya teşekkür ediyorum.


 


Eve dönerken yol üstünde BAXİ GİŞTİ’ye uğruyoruz. Genel Bahçe anlamına gelen BAXİ GİŞTİ Süleymaniye’de halkın hizmetine kazandırılan onlarca parktan sadece birisiydi. Parkın ana kapısının sağında bir mermer kaideye üç kişinin portresi kondurulmuştu. Büstlerin altında Soranice yazılar vardı. Başlarındaki kasketlerden bu kişilerin asker kökenli olduğunu anlıyorum. Bu güzel parkın kapısına koyulmayı hak eden bu kişilerin kimler olduğunu merak ederek kaideye yaklaşıyorum. Portrelerin altında Arap alfabesiyle Soranice yazılar vardı. Sahip olduğum Soranice bilgime dayanarak portrelerin altındaki yazıları okumaya çalışıyorum. Okuduklarım söz konusu kişilerin kimliklerine ilişkin bilgilerdi.


 


Mermer kaideye kazılan isimleri ve idama giderken söyledikleri son sözleri bir bir okumaya çalışıyorum. 1946 yılında idam edilen bu dört kişiden birisinin ismini tarih kitaplarından çokça duyduğum Mustafa Xoşnaw’du. Diğerleri Mehemed Qudsi, İzzet Abduleziz ve Nur Ahmet’ti. BAXİ GİŞTİ Parkı’nın ön duvarına büstleri yerleştirilen asker kimlikli bu şahıslar Mahabad Kürt Cumhuriyeti sırasında İran yönetimi tarafından idam edilen Süleymaniyeli üç subaya aitti. Aradan yetmiş yıl geçmesine rağmen bu üç yiğit insanın Kürtler tarafından unutulmamış ve büstleri Süleymaniye’nin en önemli parklarından birisi olan BAXé GİŞTİ’nin kapısına konulmuştu. Bu oldukça sevindiriciydi.


 


BAXİ GİŞTİ Parkı’nın ana kapısından içeri giriyoruz. Park bir yürüyüş koridoruyla ikiye bölünmüştü. Sık ağaçlar, rengârenk çiçekler ve yeşilliğin bütün tonlarıyla bezenen bu güzel park akşam serinliğinde insanın yüreğine huzur ve sükunet pompalıyordu. Güneyden kuzeye doğru uzanan bu geniş ve bakımlı koridorun sağında ve solunda aynı hizada ve aynı büyüklükte onlarca büst yerleştirilmişti. Büstleri mermer kaidelere oturtulan bu şahısların kimler olduğunu merak ediyorum. Büstlerin önünde durarak onları çok yakından tek tek inceliyorum. Gördüklerim karşısında fazlasıyla seviniyorum. Kürt edebiyatına ve sanatına hizmet etmiş bütün saygıdeğer şahsiyetler bu parkta bir araya getirilmişti. Sırtını Pire Megrur, yüzünü Qeredax dağlarına veren bu önlüler arasında kimler yoktu ki! Yılmaz Güney, Ahmedé Xané, Feqiyé Teyran, Melleyé Ciziri, Heci Qadiri Koyi, Şeyh Rızaé Talabani, Nali, Şerefxané Bitlisi ve daha birçok saygın Kürdistanlı şahsiyet bu akşam serinliğinde yan yana, gönül gönüle vererek kendilerini görmeye gelen ziyaretçileriyle gurur duyar gibiydiler. Paris sırtlarında, Père Lachaise mezarlığında ebedi istirahatına çekilen Siverekli Yılmaz Güney günün birinde Süleymaniye’de Gişti Parkı’nda bir mermer kaideye yerleştirileceğini ve Kürt Edebiyatına hizmet eden bunca insanla komşu olacağını bilseydi sanırım Kürtlüğüyle bir kez daha onur duyacaktı. Doğubayazıt’taki mekânında her gün yüzlerce ziyaretçinin akınına uğrayan Ahmeté Xani üç yüz yıl sonra Kürtler tarafından sahiplendiğini öğrenmiş olsaydı kim bilir ne kadar sevinecekti.


 


Kürt coğrafyasında yetişen, Kürt diline, sanatına ve tarihine değerli hizmetlerde bulunan bu saygın âlimler arasında bir müddet geziniyorum ve bundan büyük zevk alıyorum. Bu değerli Kürt şahsiyetlerinin Süleymaniye halkı tarafından sahiplenmiş olmaları beni son derece mutlu ediyor. Benim gibi bu parka ilk kez gelen ziyaretçilerin gözlerinde aynı sevinç ve memnuniyeti çok rahatlıkla görebiliyorum. Kürtler tarumar edilen, yok olmakla yüz yüze gelmiş bir tarihi, elde edilen bir parça özgürlük sayesinde adım adım gün yüzüne çıkarmaya çalışıyorlardı. Bu Kürtler için gerçek bir devrimdi. Kürtler imkânlarını kullanarak bu devrime sahip çıkmaya çalışıyorlardı.


 


Sevimli mihmandarlarımla parktaki gezimizi tamamlayarak eve dönüyoruz. Evde sohbetimize kaldığımız yerden devam ediyoruz. Onlara geçen yıl temmuz ayında Doğubayazıt’ta Ahmeté Xani’nin türbesine yaptığım ziyareti, Yılmaz Güney’in Necmettin Abi ile olan arkadaşlığını, Cigerxun ile İsveç’te Şerwan Büyükkaya’nın evinde gerçekleşen ilk karşılamamızı anlatıyorum. Evdekiler beni büyük bir dikkatle dinliyorlar. Sürdürülen sohbetin neticesinden bir kez daha anlıyorum ki değişik parçalarda yaşayan Kürtlerin birbirini tanımaya ihtiyaçları var.Onların birbirine anlatacağı çokça şeyleri vardır. Kürtler birbirini tanıdıkça birbirini daha çok sevmeye başlıyorlar. Çizilen sınırlar, konulan yasaklar, Kürtleri ne yazık ki birçok konuda birbirinden uzaklaştırmıştır. Uzaklaşmanın getirdiği yabancılaşmanın başında hiç şüphesiz ki dil meselesi geliyor. Zaman içinde oluşan bu yabancılık ancak zamanla aşılacaktır. Bu nedenle ayrı parçalarda yaşayan Kürtlerin birbiriyle olan temasları benim için çok önem taşıyor. Her Kürt bu ilişkilere önem vermelidir. Kürtler kendi aralarındaki yabancılığı ancak bu şekilde aşabilirler...



Devam edecek...


 


 


Kadir Büyükkaya / Hollanda


[email protected]

Bu yazı 1319 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum