Kadir BÜYÜKKAYA

Kadir BÜYÜKKAYA

[email protected]

BİR YANIM SÜLEYMANİYE, BİR YANIM HALEPÇE-8

06 Ocak 2015 - 20:13

BİR YANIM SÜLEYMANİYE,


BİR YANIM HALEPÇE


8. Bölüm


 


 


23 Mart 2014. Pazartesi. Halepçe’ye gitmek için sabah erkenden uyanıyoruz. Kak Nebez’in yine önemli bir işi çıkıyor. Dolayısıyla kendisi bizimle Halepçe’ye gelemeyecek. Onun yerine saygıdeğer eşi Çınur Hanım, kızı Mina, oğlu Hemme ve yeğeni Aso bize eşlik edecekler.


 


Süleymaniye’den Halepçe’ye doğru yolla koyulur koyulmaz tepeden tırnağa heyecandan titriyorum. İçim içime sığmıyor. Kimyasal silahların, ölümcül gazların gazabına uğrayan Halepçe şehrini ziyaret etmek benim için elbette ki kolay bir iş değil. Genç-yaşlı, kadın-çocuk binlerce insanın kanıyla sulanan bu talihsiz şehrin toprağına ayak basmak her Kürt gibi bana da acı verecekti. Halepçe Süleymaniye’nin kuzeydoğusuna düşüyor. Seksen kilometre uzağımızda.


 


Süleymaniye’den birkaç km. uzaklaşmıştık ki akşamdan hazırladığım kimliğimi üzerime almadığımı fark ediyorum. Yanımdakilere: “Kimliğimi evde unuttum,” diyorum, “ sorun olur mu?”


 


Direksiyonda bulunan yol arkadaşım Aso: “Sorun olmaz.” deyince rahatlıyorum.


 


Şehrin çıkışındaki ilk güvenlik noktasında Peşmergelerin yol kontrolü ile karşılaşıyoruz. İki yönden gelen tüm araçlar durdurularak araçların içi gözden geçiriliyordu. Kontrol noktasına yaklaştığımızda Aso arabayı yavaşlatıyor. Elinde kalaşnikof bulunan genç bir Peşmerge aracımıza yaklaşarak bizleri çok nazik bir şekilde selamlıyor. Sonra arabanın içine göz gezdirerek, “devam edin” diyor. Peşmergenin kullandığı dil ve tarzı karşısında son derece etkileniyorum. Onun içten ve candan üslubuyla bize Kürtçe olarak “Rojtan baş kurbanım, éwe zor bı xér hatun” (günaydın kurban olduklarım, hoş geldiniz) demesi karşısında son derece duygulanıyorum. Kontrol sırasında bagaj, kimlik ve üst aramasının yapılmamasını oldukça yadırgıyorum. Daha yeni yeni ayakları üzerinde durmaya çalışan bir sistemin güvenlik konusunda nasıl bu kadar rahat davranabildiklerini aklım bir türlü almıyor.


 


Bizim için yol kontrolü polis ve jandarma korkusu demekti. Polis ve jandarma denildi mi aklımıza korku, hakaret ve aşağılanma gelir. Bu korku sosyal yaşamımıza öylesine kötü yerleşmiş ki, polis ve jandarma söz konusu edildi mi, yüreğimizin bir yerinde hemen bir şeyler kopar. Çocukluğumuzun ilk yıllarına kadar uzanan bu gereksiz korkunun izlerini hayatımızın sonuna kadar beynimizde taşırız. Bu korku peşimizi bir türlü bırakmaz. Her adımda bizi bir gölge gibi izler. Öyle ki yaşadığımız Avrupa ülkelerinde cebimizde Avrupa pasaportları olduğu halde bir ülkeden bir diğer ülkeye geçiş yaptığımızda, ya da sıradan bir sebeple trafik kontrolüne yakalandığımızda karşımızda polisi görür görmez ani bir refleksle yüreğimiz ağzımıza gelir ve beynimizin bir yerine monte edilmiş korku radarları harekete geçerek bedenimizin tüm sirenleri harekete geçer.


 


Sırtında devlet üniforması taşıyan her memur bizim için birer korku ve tedirginlik vesilesidir. İnsanları korumak ve kollamakla yükümlü olan polis ve jandarmanın insanlara güven vermesi gerekirken, tam tersi bir işlev görmesi ne kadar korkunçtur? Avrupa ülkelerinde bir annenin korkutmak amacıyla çocuğuna “sus, bak jandarma gelir” demesi çok gülünç olur. Bilakis çocuklar anne ve babalarından istediklerini elde edemedikleri zaman onları polise şikâyet etmekle tehdit ederler. Oysa bizim coğrafyamızda anne ve babalar çocuklarını erkenden uyutmak için onları bekçi, polis ve jandarmayla korkuturlar. Polis ve jandarmanın yaşamımızdaki yeri ve işlevi çok farklı olduğundan Peşmerge noktasında gördüğümüz insani hareketler ister istemez bana garip geliyor. Sırtına devlet üniforması geçirmiş bir güvenlikçinin gelip geçene, “ben sana hayran, ben sana kurban olayım” demesi görülmüş şey miydir? Ama ne mutlu ki Kürtlerin Süleymaniye’sinde Peşmergenin görev yaptığı bir kontrol noktasında insanlar bu türden bir uygulamaya kendi gözleriyle tanıklık edebiliyor.


 


Kontrol noktasını geride bırakarak yolumuza devam ediyoruz. Yirmi km. kadar sonra yolumuz küçük bir şehrin ortasından geçiyor. Arkamdaki koltukta oturan sevimli rehberim Mina Xan öne doğru eğilerek:


 


“Kak Kadir içinden geçtiğimiz bu şehrin ismi ERBET’dir” diyor.


 


Ben sağıma soluma bakınırken bu kez Çınur Hanım araya girerek “Kak Kadir, biliyor musun, bu gördüğün küçük şehrin akrepleri çok ünlüdür. Eskiden bu çevrede oturanlar birbirine beddua ettiğinde ‘Seni ERBET’in akrepleri soksun’ diyorlardı. Çınur Hanım’ın bu bedduasına gülüyorum ve kendisine:


 


“Bu şehirde halen akrep var mı?” diye soruyorum.


 


“Yok, kalmadı, akrepler tarihe karıştı ama o meşhur beddualar halen ağızdan ağıza dolaşıyor.”


 


Yol alıyoruz. Anayolun sağ tarafında göz alabildiğine düz bir ova uzanıyor. Yeşillikler içerisinde kaybolan bu görkemli ovaya “ŞAHREZUR OVASI” denildiğini yol arkadaşım Mina Xan’dan öğreniyorum. Süleymaniye’den birkaç km. sonra başlayan ve Halepçe’ye kadar uzanan bu geniş ve verimli ova zamanında bölgenin can damarıymış. Bu ovada yetiştirilmeyen mahsul yokmuş. Yirmi yıl öncesine kadar bu bereketli topraklarda yılda birkaç mahsul kaldırılıyormuş. Fakat özgürlükten sonra bu çevrede yaşayan ve çoğu ziraatla uğraşan insanların bölge hükümetinden elde ettikleri maaşlar sayesinde durumları düzelince üretimden tamamen kopmuşlar. Saddam zamanında bu ovada yetiştirilen kaliteli tütünden beslenen Süleymaniye’deki sigara fabrikasında yaklaşık beş bin insan çalışıyormuş. Özgürlükten sonra insanlar üretimden kopunca ve tütün ekimine son verilince Süleymaniye’deki sigara fabrikasının kapısına kilit vurulmuş. Zamanında her türlü ekimin yapıldığı bu uçsuz bucaksız ovada ne yazık ki şimdi sadece arpa-buğday üretimi yapılıyormuş.


 


Bölge insanının üretimden kopmuş olmasını büyük üzüntüyle karşılıyorum. Bu durum bana 1980’li yılların Hollanda’sını hatırlatıyor. O yıllarda devletin verdiği işsizlik maaşını yeterli bulan bazı insanlar, iş aramayı, bir işe girip çalışmayı hesaplarına pek uygun görmüyorlardı. Çünkü devletin verdiği işsizlik maaşı ile bir memurun sekiz saat çalışarak kazanacağı para miktarı arasında fazla bir fark yoktu. Durum böyle olunca da insanlar -özelikle de Hollanda’da yaşayan yabancılar- bir işe girip çalışacaklarına yan yatıp devlet kasasından geçinmeyi daha mantıklı buluyorlardı. Tembelliğe alışan işsizler ordusu, bir işe girmeyi, alın teriyle çalışmayı enayilik gibi görüyorlardı. Onlara göre devlet kasası dururken çalışmaya ne gerek vardı?


 


“Ekmek elden, su gölden” mantığıyla uzun yıllar sadece tüketen, çalışmayı, üretmeyi gereksiz gören insanlar, zamanla çalışma yeteneklerini kaybederek toplumun ve devletin sırtında büyük bir yük haline geldiler. Devlet bu işin böyle devam edemeyeceğini anlayıp, sosyal ödenekleri kısarak bir takım tedbirlere başvurunca uzun yıllar devletin sırtından asalak bir yaşam sürdüren insanların pek çoğu sudan çıkmış balığa dönerek ne yapacaklarını şaşırır hale geldiler.


 


Kürdistan federal bölgesinde, bölge hükümetinin sağladığı imkânlarla yaşamını sürdüren ve çalışmak için herhangi bir neden görmeyen güneyli kardeşlerimizin durumunu tam da bir zamanların Hollanda’sına benzetiyorum. Madem devlet herkese maaş veriyor, o zaman çalışmaya ne gerek vardı? Üretimden kopmanın ileride doğuracağı sıkıntılara ilişkin kaygı ve düşüncelerimi arabada bulunan yol arkadaşlarımla paylaşıyorum. Yol arkadaşlarım dile getirdiğim bu kaygılarımı tümüyle paylaşıyorlar. Çınur Hanım’ın anlattığına göre bu önemli sorun herkesi çok derin düşündürüyormuş. Fakat ne var ki soruna kesin çözüm bulmak için kimsenin attığı ciddi bir adım da yoktu ortada. Hiç kimse bu olumsuz gidişatın nereye kadar devam edeceğini bilmiyordu. Herkes bu durumun hep böyle devam edeceğine inanarak yaşamlarına devam ediyordu. Üretimden kopuk yaşamanın ilerde yaratacağı toplumsal sorunlar herkesin ortak kaygısı olduğu halde, insanlar ve özelikle hükümet çevresi ‘‘bekleyelim görelim” politikası dışında fazla bir şey yapmıyormuş.


 


Sağımızda uzanan geniş ovaya gözlerimi dikerek yolumuza devam ediyoruz. Bir müddet sonra ikinci bir şehre, SAIDSADIQ’a, varıyoruz. ERBET’e göre biraz daha bakımlı ve düzenliydi. Halepçe’ye uzanan anayol şehrin tam ortasından geçiyor. Caddenin sağında solunda işyerleri var. Tezgâhlar mevsimlik meyve ve sebzelerle dolu. Şehir sırtını büyük bir kayalığa dayamış. Şehrin ortasında bulunan meydanda bir heykel duruyordu. Beton bir kaideye yerleştirilen bu heykel dikkatimi çekiyor. Heykelin kime ait olduğunu rehberim Mina Xan’a soruyorum. Mina Xan heykel hakkında çevrede anlatılan bir hikâyeyi bir çırpıda özetliyor. Şehrin ortasına dikilen bu heykel aşık WELİD DİWANE’ye aitmiş. Mina Xan’ın usta anlatımı sayesinde WELİD DİWANE’nın hüzün dolu aşk hikâyesini ve başından geçenleri baştan sona bir bir öğreniyorum. WELİD DİWANE’ın aşk hikâyesi, birçok yerde anlatılan birçok aşk hikâyesi gibi hüzünlü bir hikâyeydi. SEYDSADIQ kasabasında yaşayanların heykelini dikecek kadar önem verdiği bu bahtı kara aşığın hayat hikâyesini öğrenince Mina Xan’a dönerek;


 


“Yahu Mina Xan, bu adamın aşk uğruna katlandığı sıkıntılar babamın çektiklerinin yanında nedir ki? Babamın yetmiş yıl önce yaşadığı bir aşk hikâyesi var ki, sana anlatsam inan ki şimdi oturur ağlarsın.” diyorum.


 


Mina Xan babamım aşk hikâyesini merak diyor. Meseleyi öğrenmek için: “Kak Kadir babanızın aşk hikâyesi mi var? İnanın ki çok merak ettim. Bizimle paylaşırsınız değil mi? Anlatırsanız çok memnun kalacağız” diyor.


 


Mina’yı kırmamak adına babamın aşk hikâyesini baştan sona edebi bir dil ile anlatıyorum. Arabadakiler anlattıklarımı can kulağıyla dinliyorlar. Hikâyeyi bitirince Çınur Hanım:


 


“Kak Kadir fukara babanızın başından geçen bu aşk hikâyesi WELİD DİWANE’yi gölgede bıraktı. İnan ki içim sızladı” diyor.


 


“Babamın başından geçen bu acıklı hikâyeden çok etkilendim ve günün birinde, koşullar elverdiğinde bu hikâyeyi bir roman olarak mutlaka kaleme almak istiyorum, hatta bu konuda epeyce bilgi topladım ve bütün bu bilgileri bir dosyada tuttum” diyorum.


 


Çınur Hanım seviniyor.


 


Yolda bir tabela gözüme ilişiyor. Tabelada PENCEWİN, KHURMAL, SIRWAN ve Halabja isimleri yazılı. Pencewin ismi Avrupa’da yaşayan bir Kürt siyasetçisini, M. Emin Pencweni bana hatırlatıyor. Khurmall ismi bana birkaç yıl önce Peşmerge güçlerinin İslamcı hareketlere karşı yürüttüğü başarılı operasyonları hatırlatıyor. Sirvan ismi Amsterdam’da ikâmet eden dostum Süleyman Sirvan’ı hatırlatıyor. Halepçe ismi bana yeryüzünde insana reva görülen insanlık dışı uygulamaların hepsini ve Kürtlere uygulanan zulmün toplamını hatırlatıyor.


 


Yol boyu nar bahçeleri gözüme ilişiyor. Mina bana bu bölgede yetişen narlarla ilgili detaylı bilgiler sunuyor. Anlattığına göre, bu yörede üretilen narların kalitesi çok yüksekmiş. Bu yüzden narların önemli bir bölümü yurtdışına ihraç ediliyormuş. Her yıl altı yüz bin ton nar Kuveyt ve Katar’a ihraç ediliyormuş. Özgürlükten önce nar üretimi bugünkü rekoltenin çok üstündeymiş.Fakat son yıllarda devletin vatandaşa sağladığı maddi imkânlar yüzünden nar üretimi önemli oranda düşmüş. Ama her şeye rağmen bölgede hatırı sayılır oranda nar üretimi yapılıyormuş.


 


Yol boyu sohbetimize devam ediyoruz. Sohbetin baş aktörü tabii ki her zaman olduğu gibi yine Mina Xan oluyor. Bir ara sohbet sırasında söz dolaşıp Saddam Hüsseyin’e geliyor. Mina yıllar önce Saddam Hüsseyin ile Mam Celal Talabani arasında geçen ve gazetelere de yansıyan ilginç bir meseleden söz ediyor. “Vay anasına be!” demekten kendimi alamıyorum.


 


Mina’nın bana anlattığına göre Mam Celal Talabani’nin kurduğu Kürdistan Yurtseverler Birliği hareketi Saddam Hüsseyin rejimine karşı başlattığı silahlı mücadeleyi belli bir aşamaya getirince yurtdışında yaşayan Mam Celal Talabani her şeyi göze alarak Türkiye üzerinden Irak Kürdistan’ına dönmüş. Mam Celal’ın yurtdışından döndüğünü ve kader birliği ettiği bir grup arkadaşıyla birlikte dağlara sığındığını öğrenen Saddam Hüseyin, Mam Celal için küçük bir sürpriz hazırlamak istemiş. Saddam Hüsseyin’ın amacı Mam Celal’i alaya almak ve onu küçük düşürmekmiş. Saddam Hüsseyin huzuruna bir elçi çağırmış. Elçinin eline Mam Celal’e iletilmek üzere bir paket tutuşturmuş. Saddam Husseyin paketin içine Mam Celal Talabani’ye hitaben yazılmış bir mektup ve bir de doksan dokuzluk bir tespih bırakmış. Saddam’ın görevlendirdiği elçi söz konusu paketi Mam Celal’e ulaştırmış.


 


Mam Celal, Saddam’dan gelen mektubu büyük bir merakla okumuş. Saddam mektupta Mam Celal’e hitaben tam olarak şunları yazmış: “Celal kardeşim, duydum ki bana karşı mücadele yürütmek için yaşadığın Avrupa’dan kalkıp yönünü vahşi dağlara vermişsin. Dağlarda işsiz güçsüz kalmanın ve avare avare dolaşmanın senin için ne kadar zor ve sıkıcı olacağını gayet iyi biliyorum. Bu yüzden sana bir tespih gönderiyorum. Oyalanmak için bol bol tespih çeker ve beni hatırlarsın”


 


Mam Celal bu tespihi kutsal bir emanet gibi yıllarca saklıyor. En sıkıntılı anlarda bu tespihi çıkarıp özgürlüğe ve kurtuluşa olan inancını tekrarlıyor. Saddam’ın kendisi için sarf ettiği sözler Kürdi gururuna birer balyoz darbesi gibi inip kalkıyor. Ama Mam Celal sabrın sonunda selametin yattığını bilenlerdendir. Kazanacağına olan inancını yitirmeden yıllarca didinir.


 


Saddam’ın yıkılmaz denilen o zulüm kalesi bütün haşmetiyle yerle bir edildi. Dünya’nın en gelişmiş silahlarıyla donatılan Irak ordusu perişan olup dağıldı. Saddam Husseyin canını kurtarmak için kaçacak delik arar ve sonunda bir kanalizasyon çukurunda yakayı ele verir. Bağdat yakınlarında bir cezaevinde konulan Saddam Hüsseyin için sıkıntılı günler başlamıştır. Mam Celal yıllar önce Saddam tarafından kendisine hediye olarak gönderilen tespihi yanına alarak Saddam Husseyin’in ziyaretine gider. Mam Celal ziyaret sırasında elindeki tespihi Saddam’a uzatarak: “Sayın Saddam Husseyin, bana gönderdiğin bu tespihi yıllarca büyük bir sabırla muhafaza ettim. Zaman öldürmek için benim bu tespihe artık ihtiyacım kalmadı. Bu tespihi sana iade ediyorum. Benden fazla senin bu tespihe ihtiyacın olacak. Konulduğun bu cezaevinde boş zamanını değerlendirmek için bol bol çeker ve oyalanırsın artık!” der.


 


Mina Xan bana bu meseleyi anlatınca eski bir Kürt atasözü aklıma geldi: ‘‘Eğer tu bu i mir xwedé meke bir” Yani kudretli bir padişah da olsan sakın ola Allah’ı unutmayasın. Bu yuvarlak dünyada kimin nerde, ne zaman, ne olacağı hiç belli olmuyor. Talabani’yi alaya alan Saddam Husseyin, insana reva gördüğü zulmün hep baki kalacağını, top, tank, uçak ve paranın her şeye kadir olabileceğini düşünerek bir adım ötesini göremiyordu. Oysa elinde bulundurduğu bütün savaş aygıtlarının günün birinde hiçbir şeye yaramayacağını ve kanlı rejimini ayakta tutmaya yeterli gelemeyeceğini acıları yaşayarak öğrenecekti.


 


Mina Xan’nin bana aktardığı tarihi vaka üzerinde düşünürken Çınur Hanım araya girerek Saddam döneminde Baasçıların halka uyguladığı korkunç baskılardan ve mücadele içinde gösterilen fedakârlıklardan söz etti.


 


Birkaç günden beri bize hizmette kusur etmeyen Çınur Hanım, zamanında eşi Kak Nebez gibi eski bir Peşmergeymiş. ‘‘Zulme boyun eğilmez!” diyerek uzun yıllar dağlarda kalmış. Nebez ile olan evliliğini Peşmerge saflarındayken yapmış. Omuz omuza verdiği dava arkadaşları onlara dağların doruklarında güzel bir düğün yapmışlar. 17 Temmuz 1987 yılında MERGE bölgesinde yapılan ve üç gün üç gece süren bu güzel düğüne Kürdistan Yurtsever Birliği içinde ağırlığı olan pek çok kişi katılmış. Düğünde hazır bulununlar arasında Yekiti Hareketinin Merkez Komite üyesi Mulazım Ömer ve herkesin yakından tanıdığı birçok Peşmerge komutanı da varmış. Sormam üzerine Çınur Hanım düğünlerine katılanlardan Mustafa Çahvreş, Dara Heci İbrahim, Bestuni Melle Ömer ve daha birçok insandan söz ederek onlara karşı olan vefasını dile getiriyor. 1987 yazında yaşamını Kak Nebez ile birleştiren Çınur Hanım artık kurtarılmış bölgelerde hem sadık bir eş ve hem de fedakâr bir Peşmergedir.


 


Evlendikten kısa bir süre sonra ilk çocuğuna hamile kalan Çınur Hanım planlanan bir komplo sonucu karnındaki çocuğuyla ölümle burun buruna kalmış. Saddam rejimi tarafından satın alınan ve Peşmerge saflarına sızdırılan bir kadın, bulunduğu bölgede faaliyet yürüten tanınmış şahsiyetleri zehirlemekle görevlendirilmiş. Süleymaniyeli olan bu kadın Kürdistan Yurtseverler Birliği’nin ileri düzey komutanlarından Cabbar Eli Ew麒in eşiymiş. Kadının mücadele saflarında yaşamını yitiren iki kardeşi ve pek çok yakın akrabası olduğundan kimsenin aklından ondan şüphelenmek geçmemiş. Saddam’ın ajanları tarafından temin edilen zehiri Peşmergelerin yemeğine katmakla görevlendiren bu kadının hedefinde birçok tanınmış Peşmerge komutanı gibi mert ve cesur duruşuyla düşmana korku salan Çınur Hanım’ın eşi Kak Nebez de varmış.


 


Nermin isimli bu kadın kafasına kurduğu bu hain plânını ilk önce Kak Nebez ile Çınur Hanım’ın düğününde hayata geçirmek istemiş. Bir araya gelen yüzlerce kişinin yemeğine zehir katmak isteyen bu kadın uygun ortamı yakalayamadığı için plânını ertelemek zorunda kalmış. Ne var ki emir aldığı Baasçılar ondan üstlendiği bu işi bir an önce bitirmesini istemişler.


 


Çok geçmeden kadın ayrıntılı bir plan yaparak harekete geçiyor. Uzun süre dağlarda kalan Peşmergenin içli köfteye olan özlemini göz önünde bulunduran ajan kadın, “İçli köfte ziyafeti vereceğim” diyerek çevrede bulunan önemli şahsiyetleri evine davet ediyor. Davet edilenler arasında Kak Nebez, eşi Çınur Hanım ve tanınmış birkaç Peşmerge komutanı varmış.


 


Gözü dönmüş kadın yanında bulundurduğu ölümcül zehiri kimselere fark ettirmeden özenle hazırladığı köftelerin içine karıştırmış. Köfteler tencerede kaynadıkça sofraya oturanların iştahı kabarmış. Uzun zamandan beri Süleymaniye’nin meşhur içli köftesinden uzak kalan Peşmergeler Nermin’in bu misafirperverliği karşısında fazlasıyla mahcup olmuşlar. Hepsi içinden kadına hayır duada bulunmuşlar. Dumanı tüten köfteler şurasından burasından bükülmüş eski alüminyum tabaklar içerisinde yer sofrasına dizilmiş. Nermin’in misafirleri kurulan tuzaktan habersiz köfteleri birer ikişer midelerine indirmişler. Köfteler yenilirken herkes birbirine geçmişte kalan hatıralardan söz etmiş. Eş-dost sofralarında verilen eski ziyafetler yâd edilerek, hayatta olmayan kadim arkadaşlar hatırlanmış. O günlerden kalma anılar birer birer nakledilirken bazı Peşmergeler uzun zamandır göremediği yakınlarını hatırlayarak hüzünlenmişler. Bazıları duygulanarak gözlerinde oluşan nemi gizlemeye çalışmışlar. Gecenin ilerleyen saatlerine kadar devam eden tatlı sohbetten sonra herkes Nermin Hanım’a teşekkür ederek uyuyacakları derme çatma barakalara dönmüşler.


 


Hain planını hayata geçiren ajan kadın kulağı kirişte, kopacak olan kıyametin haberiyle sabaha kadar gözünü kırpmadan bekliyor. Olup bitenlerden kimsenin kendisinden şüphelenmeyeceğini bildiği için ortadan kaybolmayı bile gerekli görmemiş. Gece boyu birkaç kez dışarıya çıkan ve gecenin sessizliğine kulak veren kadın nöbetçilerin rutin hareketleri dışında herhangi bir olağanüstü durum görmeyince derin düşüncelere dalmış. Zehirlenmeden kaynaklı toplu ölüm haberinin ortalığı velveleye vermemesi kadını hayal kırıklığına uğratmış.


 


Ertesi gün akşam ziyafetine katılanlar hafif bir baş dönmesi ve şöyle böyle bir bunaltıyla yataklarından zor kalkabilmişler. Kimse bu ilginç duruma bir anlam verememiş. Bu rahatsızlıktan etkilenenler arasında Çınur Hanım da vardır. Üstelik Çınur Hanım’ın durumu diğerlerine göre biraz daha ciddi görünüyor. Akşam yenilen köftelerin bunda rol oynayabileceği düşüncesi bir-iki insanın kafasında belirlense de hiç kimse bunun Nermin’den kaynaklanabileceğine ihtimal vermemiş. Kocası tanınmış bir Peşmerge komutanı olan, iki kardeşi ve birçok yakın akrabası mücadele içinde şehit düşmüş bir kadından böylesi bir şey nasıl beklenirdi ki?


 


Köfteden nasiplenen insanların birçoğu baş dönmesi ve mide bunaltısını ayakta savuştururken Çınur Hanım ve birkaç kişi bu durumdan kendini kurtaramıyor. Çınur Hanım, özel durumu yani hamilelik durumu göz önünde bulundurularak zehirlenme belirtileri gösteren birkaç kişiyle birlikte İran’a gönderilmiş. İran’daki doktorlar bu durumun kesin olarak zehirlenmeden kaynaklandığını söylese de kimsenin aklına Nermin’in art niyeti gelmemiş. Çınur Hanım karnında yavrusu Kale, bir süreliğine İran’da bir hastanede tedavi görmüş. Kürt kökenli bir bayan doktorun gösterdiği yakın ilgi sayesinde Çınur Hanım ve karnındaki çocuk zarara uğramadan bu badireyi atlatmışlar.


 


Bu zehirlenme teşebbüsünün istenilen sonucu vermemesi Baasçıları hiddetlendirmiş. Nermin olup bitenleri özel kanallardan efendilerine iletmiş. ‘‘Zehiri köftelerin içine kattım” dediğinde Baasçılar zehirin beklenen etkiyi neden göstermediğini hemen anlamışlar. Meğer kullanılan zehir uzun bir süre herhangi bir şeyin içinde kaynatıldığında etkisi azalıyormuş. Köftenin içinde kaynatılan zehir etkisini kaybettiğinden Çınur Hanım ve yanındakiler mutlak bir ölümden dönmüşler.


 


Bu ilk teşebbüsten sonra Baasçılar Nermin’e zehiri yemeğe değil, bir içeceğin içine ve özelikle de ayran veya yoğurdun içine katmasını söylemişler. Ayrana katıldığında zehirin etkisi birkaç kat daha artıyormuş. Baasçılardan gelen bu ayrıntıyı dikkate alan Nermin yeni bir teşebbüs için çok sinsi bir şekilde pusuya yatmış.


 


Ölümün eşiğinden dönenler bir müddet sonra başlarından geçen bu hadiseyi büsbütün unutmuşlar. ‘‘Olur böyle şeyler” denilerek herkes kendisini mücadelenin yoğun faaliyetlerine vermiş. Nermin’in böyle bir şey yapacağı kimsenin aklına gelmemiş. Nermin de güvenilir bir insan olarak alandaki çalışmalarına devam etmiş.


 


Yaşamları mücadele içinde geçen kimi deneyimli kişiler yaşanan bu hadisede kasıt olabileceğini söylese de hadisenin mağdurları buna pek ihtimal vermemişler. Çoğunluk bunun sıradan bir gıda zehirlenmesi olabileceğini söylemiş ve herkesi de buna inandırmışlar.


 


Bu ilk zehirleme teşebbüsü istenilen sonucu doğurmasa da ikinci bir teşebbüs için fırsat kollayan Nermin bir sansar gibi pusuya yatarak o anın gelmesini beklemiş. Çok geçmeden ele geçmez o tarihi fırsat Nermin’in ayaklarına kadar gelmiş. Kürdistan Yurtseverler Birliği’nin önemli komutanlarından Mustafa Çahvreş bir grup yakın dostunu SéWANE’de bulunan evinde ağırlamak istemiş.


 


Annesi Xatice Xanım yaşlı olduğundan yardım için Nermin’den yardım istenmiş. Nermin’in gökte arayıp yerde bulduğu bu tarihi fırsat onu hemen harekete geçiriyor. Önüne çıkan bu fırsatı kaçırmak istemeyen Nermin büyük bir keyifle ellerini ovuşturuyor.


 


Keyiften dört köşe olan Nermin evinin bir köşesinde özenle sakladığı bir miktar zehiri yanına alarak Mustafa Çahvreş’in evine yöneliyor. Mustafa Çahvreş’in evinde Kürt camiasının önemsediği birbirinden önemli birçok siyasi şahsiyet varmış. Saddam rejiminin ardından koşturduğu bu şahısları zehirlemek Nermin açısından büyük bir zafer olacaktı. Bu arada Nermin, Çınur Hanım’a giderek yardım amacıyla kendisi ile birlikte Mustafa Çavreş’in evine gelmesini istemiş. Nermin böyle hareket etmekle Çınur Hanım’ı kirli suçuna ortak etmek istemiş. Fakat Çınur Hanım kendisine; “Eşim Nebez tehlikeli bir operasyonda. Dolayısıyla ne yazık ki sana yardımcı olamayacağım” demiş. Kürdistan Yurtsever Birliği içinde önemli sorumluluklar üstlenen Nermin’in eşi Cebari Eli Ewéş ise bir başka görev için Karax bölgesindeymiş.


 


Çınur Hanım’dan umudunu kesen cellat kadın tek başına Mustafa Çareş’in evin gitmiş. Hemen yemek hazırlıklarına başlamış. Evde toplananlar arsında Kürdistan Yurtseverler Birliği’nin merkezi isimlerinden Ednan Müfti, Dr Mahmut Osman, Sami Şoreş, Bestuni Melle Ömer ve daha birçok önemli isim vardır. Siyasi sohbetler eşliğinde yemekler yenilirken Nermin kafasındaki plânı hayata geçirmeye başlamış. Kadın bir önceki zehirleme teşebbüsünden gerekli dersi çıkararak zehiri bu defa yemeğe değil, özenle hazırladığı ayranın içine karıştırmış. Yemekten sonra zehir karıştırılan ayranı büyük bir keyifle kafalarına diken misafirler ölümün kapısını yavaşça aralamışlar. Ayrana karıştırılan zehir kısa sürede etkisini göstermiş. Kana hızla karışan ölümcül zehir insanları birer ikişer yere devirmiş. Kendini yerde bulanlar ne olduğunu anlamadan hedefine ulaşan ajan kadın kaşla göz arasında ortadan kaybolmuş.


 


Mustafa Çahvreş’in yaşlı annesi Xetice Xanım, Melle Muharrem’in kızı Fatima ve Bestuni Melle Ömer olay yerinde anında hayatını kaybetmişler. Mustafa Çahvreş’in ölen yaşlı annesi Xetice Ana bütün Peşmerge camiasının yakından tanıdığı fedakâr bir insandır. Onun elinden yemek yemeyen Peşmerge hemen hemen yok gibidir. Xetice Ana’nın bir oğlu,Zaher yıllar önce Kak Nebez ile birlikte bir napalm saldırısında ağır yaralanmış ve vücudunun önemli bir kısmı erimiş halde Amsterdam’da yaşıyordu.


 


Ölenler arasında bulunan Bestuni Melle Ömer Kürdistan Yurtseverler Birliği’nin önemli simalarından, tanınmış bir Peşmerge komutanıdır. Saddam Husseyin rejimin her türlü teknik olanaklara rağmen bir türlü saf dışı edemediği bu tecrübeli Peşmerge komutanı, bir kadının elinden içilen bir bardak ayran ile saf dışı edilmişti. Katıldığı yüzlerce çatışmadan sağ kurtulmayı başaran bu yiğit insan içtiği bir bardak ayranın bedelini canıyla ödemişti.


 


İçtikleri ayranla yere devrilip komaya girenler arasında Mustafa Çahvreş, Dr. Mahmut Osman, Sami Şoreş ve Ednan Müfti de vardı. Halkın gönlünde taht kuran, herkesin değer verdiği bu değerli insanların böylesi bir komploya kurban gitmelerini hiç kimse kabullenemiyordu. Komaya girenler yapılan ilk müdahaleden sonra hızla İran’a sevk ediliyorlar. Durumu ağır olan Mustafa Çahvreş, Ednan Müfti ve Sami Şoreş zaman kaybetmeden acil olarak İngiltere’ye gönderiliyorlar. Durumu biraz daha hafif olan Dr. Mahmut Osman ve diğer yaralıların İngiltere’ye gönderilmelerine gerek görülmüyor. Onların tedavisine bölgede devam ediliyor.


 


Görme yetisini kaybeden Mustafa Çahvreş uzunca bir süre gözlerinden mahrum kalıyor. Hiçbir şey göremeyen Mustafa Çahvreş, gördüğü uzun ve dikkatli bir tedaviden sonra tekrar gözlerine kavuşabiliyor. Ölümün eşiğinden dönen bu üç kişi Londra’da bir hastanede gördükleri tedavi sonucu iyileşir iyileşmez tekrar mücadele alanına dönüyorlar.


 


Çınur Hanım’ın bana aktardığı ve başkaları tarafından da doğrulanan bu zehirlenme hadisesinden çıkardığım ve çok önemli bulduğum bir iki husus var ki bu noktalara değinmeden edemeyeceğim. Ajan kadın plânını hayata geçirdikten sonra olay yerinden hızla uzaklaşmış. Zehirlenmeden az zararla kurtulanların haber vermesiyle alanda bulunan diğer Peşmergeler hemen olay yerine koşuyorlar. Karşılaşılan manzara korkunçtu. Ağızlarında köpük, can çekişen insanların yürek paralayan iniltileri yürekleri dağlıyordu. Olay yerine gelen kimi Peşmergeler durumu ağır olanlarla ilgilenirken, bazıları da kaçan kadının fazla uzaklaşamayacağını düşünerek çevreyi kordon altına almak istiyorlar. Ne var ki sağa sola yapılan koşuşturmaların hiçbirisi istenilen sonucu vermiyor. Yer yarılıp kadın içine girmişti. Anlaşılan her şey çok önceden iyice hesaplanmıştı. Öyle olmamış olsaydı kadın kaşla göz arasında kendini emniyetli alanlara atabilir miydi?


 


Kadından umudunu kesen Peşmerge sorumluları bu çirkin komplonun içinde kadının eşi Cebari Eli Ew麒ın olabileceğini düşünerek hemen harekete geçiyorlar. Bir görev icabı Qarax bölgesinde bulunan ve hiçbir şeyden haberi olmayan Cebar Eli Ew麒in tutuklanması ve cezalandırılması yönünde bir telsiz talimatı gerekli yerlere ulaştırılır. Verilen talimat üzerine Cebari Eli Ewéş hemen yakalanıp gözaltına alınır. Yapılan kısa bir sorgulamadan sonra suçlu olduğuna kanaat getirilerek hemen infaz edilir.


 


Yıllar sonra 1991 yılında Saddam Hüsseyin rejimi alaşağı edilip Kürtler özgürlüğüne kavuştuğunda zehirlenme olayına karışan bu kadın Süleymaniye’de Peşmergelerin eline geçer. Yapılan sorgulamada kadın Baasçılarla girdiği kirli işbirliğini en ince noktasına kadar itiraf eder. Kadının itiraflarından elde edilen en ilginç bilgi ise kocası Cebbar Eli Ew麒ın hiçbir şeyden haberdar olmamasıymış. Bir dönem Saddam’ın zindanlarında tutulan, daha sonra serbest kalan ve serbest kalır kalmaz Peşmerge saflarına koşan, cesur duruşuyla herkesin saygı ve sevgisini kazanan bu Peşmerge komutanı ne yazık ki kendi arkadaşları tarafından suçsuz yere infaz edilmişti. Aradan uzunca bir zaman geçtiği halde bu haksız uygulamadan dolayı birçok insanın, özelikle Süleymaniyeli birçok Kürdün vicdanı pek rahat değildir. Cabbar Eli Ew麒in sebepsiz yere infaz edilmesi vicdanlarda kanayan bir yaradır. Saddam rejiminin kendi çıkarlarına alet ettiği ve eli birçok suçsuz insanın kanına bulaşan Nermin yapılan sorgulamadan sonra suçu sabit görülerek ölüm cezasına çarptırılmış ve cezası Süleymaniye’de infaz edilmiştir.


 


Peşmerge güçleri tarafından infaz edilen kadının, suçsuz yere infaz edilen kocası Cebari Eli Ew麒in hayatta olan biri kız iki çocuğu varmış. Erkek çocuk, babası Cebari Eli Ewéş Saddam’ın zindanında tutuklu bulunduğu bir dönemde dünyaya gelmiş. Babanın isteği üzerine çocuğa Che Guewara ismi verilmiş. Edindiğim bilgilere göre Che Guewara, şu an Kürdistan Yurtseverler Birliği genel sekreteri Melle Bahtiyar’ın yakın himayesinde ve onun yakın korumalığını yapıyor.


 


Saddam rejimi tarafından satın alınan bir anne, onun yüzünden suçsuz yere infaz edilen bir baba ve Melle Bahtiyar’ın himayesinde bulunan Che Guewara isimli bir oğul. İç içe geçmiş hazin bir hikâye. Ve Kürdün kör düğüm olmuş kötü kaderi.


 


Halepçe’ye yapacağımız yolculuk sırasında bana yol arkadaşlığı yapan Çınur Hanım yirmi sekiz yıl öncesinde meydana gelen bu trajik hadiseden söz ederken o günleri adeta yeniden yaşıyor. Çınur Hanım ilk ve ikinci zehirleme olayından bahsederken sözü Nermin’in kocası Cebari Eli Ew麒e getirerek ve adeta içi burkularak, “O adamcağız yiğit ve cesur bir Peşmergeydi. Önemli sorumluluklar üstlenmişti, pisliğe bulaşan eşi yüzünden suçsuz yere infaz edildi. O adama çok yazık oldu’’ diyor.


 


Halepçe yolculuğunda bana yol arkadaşılığı eden Çınur Hanım’ın yaşam hikâyesi kendi başına bir roman konusuydu. Nebez gibi doğma büyüme Süleymaniyeli olan Çınur Hanım yaşamının önemli bir bölümünü dağlarda ve sürgünlerde geçirmişti. Dünyaya getirdiği beş çocuğundan hiçbirisini Süleymaniye’de dünya getirmemiş. Çocuklar farklı diyarlarda dünyaya gözlerini açmışlar.


 


Bir avuç özgür vatan toprağı elde edilince de bütün aile bireyleri baba-ecdat toprağı diyerek Süleymaniye’ye dönmüşler.


 


Çınur Hanım hoş sohbet birisi. Güçlü bir hafızası var. Olayları günü gününe en ince ayrıntılarına kadar çok iyi hatırlıyor. Günün birinde özgürlük uğruna çekilen sıkıntıları merak eden birisi ortaya çıkıp Nebez’in hatıralarını kitaplaştırmak isterse başvuracağı ilk kaynak hiç şüphesiz Çınur Hanım olacaktır.


 


Çınur Hanım’ın bana anlattığı ve ibret niteliğinde olan bu hadisenin etkisinde o kadar kalıyorum ki 85 km’lik yolun sonuna nasıl geldiğimizi anlamıyorum bile. Çınur Hanım; “Evet Kak Kadir, işte Halepçe’ye geldik’’ demesiyle derin bir uykudan uyanmışım gibi kendime geliyorum.


 


Evet, Halepçe’ye girmek üzereydik.


 


Devam edecek...


 


 


Kadir Büyükkaya /Hollanda


[email protected]

Bu yazı 1337 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum