Kadir BÜYÜKKAYA

Kadir BÜYÜKKAYA

[email protected]

EKREM KARAHAN İLE BİR YOLCULUK HİKAYESİ

04 Temmuz 2013 - 18:49

EKREM KARAHAN İLE BİR YOLCULUK HİKAYESİ



Ölümünden sonra koskocaman iki yıl devrildi Ekrem Karahan'ın... Bir ömür kadar uzun süren bu iki yıl nasıl, hangi sıkıntılarla geçti, bunu Ekrem'i yürekten özleyenlere sormak gerekir. Bu iki yıl boyunca kimler kaç defa "vay anasına be" dedi, bunu Ekrem'i bir gün olsun aklından ve yüreklerinden çıkarmayanlara sormak gerekir. Geride bıraktığımız bu iki yıl içinde yaralı yüreklerimiz kaç kez, kaç yerinden kanadı, bunu Ekrem'in ölümüne hiç inanmayan, inanmak istemeyen samimi dostlarına sormak gerekir. Ekrem'siz geçen bu iki yılda yorgun yüreklerimize kaç kamyon dolusu kahır yüklendi, kaç tren dolusu hüzün bindi bunu bir Allah'a bir de Ekrem'i baş tacı eden vefa bilen insanlara sormak gerekir.



Evet Ekrem Karahan'ı kaybedeli tam iki yıl oldu. Onun beklenmeyen ani ölümü başta yakınları olmak üzere bir çoğumuzun yüreğinde kapanması mümkün olmayan sinsi ve gadar bir yara açtı. Onun, kabul görmeyen o zamansız ölümü değerli çocukları için kopan bir kıyamet, yakın dostları, arkadaşları ve akrabaları için herşeyi uzaklara savuran nispet bir tufan oldu. Hesapta olmayan bu kızıl kıyamet Ekrem'i seven onbinlerin yüreğinde kapanması mümkün olmayan kahredici bir yara açtı. Yüreklerimize kazılan hüzün ve kahır kuyuları zamanla kendiliğinden kapanır diye hep bekledik. Bunun böyle olmadığını, olamayacağını bugün daha iyi anlıyoruz. "Zaman herşeyin ilacıdır" sözü ne yazık ki bazı durumlarda inandırıcılığını yitiriyor. Ekrem Karahan söz konusu olduğunda bu sözün geçerliliği kalmıyor. Ekrem'in ölümüyle yüreklerimize kazılan yaranın dayanılmaz acısı zamana karşı inatla direniyor. "Taktiri ilahi" diyerek kadere boyun eğmek ve Ekrem'in ölümünü kabulenmek gelse de içimizden ne var ki bunu başaramıyoruz. Başaramıyoruz çünkü nereye dönsek, nereye baksak Ekrem'in yokluğundan kaynaklanan acı gerçekle yüzyüze geliyoruz. Keşke etrafımızda Ekrem'in yerine koyabilecek birilerini bulsaydık da, Ekrem'i unutmak bir nebze olsun kolay olsaydı...



Ekrem Karahan'ın anısına daha önce de üç yazı ve bir de şiir yazmıştım. Yazdıklarımla onu yad etmeye çalışmıştım. Ne var ki birkaç anı yazısıyla Ekrem'i anlatmanın mümkün olamayacağını gün geçtikçe daha iyi anlıyorum. Onun kısa ama dolu dolu geçen renkli ve çalkantılı yaşamı, romanlara konu edilecek kadar sıradışıdır. Onun insan sevgisi üzerine inşa ettiği yaşam çizgisinde haktan ve emekten yana olan herkesle dost ve kardeşçe yaşamak ve paylaşmak vardır. Onun hayalinde kusursuz ve pürüzsüz bir dünyada sonsuza kadar hep birlikte yaşamak vardır. Düşlediği dünyayı kurmak için, gençliğinden başlayan ve ölümüne kadar süren dur durak bilmeyen onurlu bir yürüyüşü vardır Ekrem Karahan'ın. Kısa süren onurlu yaşamı boyunca sırtına gereğinden fazla yük ve serüven yüklemiştir. Yaşamına anlam kazandıran bu serüvenlerde onun çocukluğu vardır, gençlik yılları vardır. Onun aşkla sarıldığı siyasi uğraşları ve bu uğraşlar yüzünden katlanmak zorunda kaldığı ağır sıkıntıları vardır. Bütün bunlar onun o eşsiz kişiliğini ve yaşamını değerli renk ve motiflerle süslemiştir. Bir çoklarımız gibi onun da zaman zaman içine düştüğü yanılgıları ve hayal kırıkları olmuştur. Yaşama ve insana dair bir takım yanılgılar onun da canını yakmıştır. Ama hiçbir şey onun insana ve topluma olan katıksız sevgisini gölgelemeye ve köreltmeye kafi gelmemiştir.



Ekrem Karahan'ın yaşamında samimiyetin ve iyi niyetin önemi çok büyüktü. Azim ve kararlılık gerektiren bütün uğraşlar onun sınır tanımayan engin fedakarlığı ve iyi niyetiyle birleşince, aşılmaz gibi görünen bütün zorluklar birer birer ortadan kalkardı. Ekrem Karahan'ın en büyük mücadele silahi fedakarlığı, samimiyeti ve iyi niyetiydi. Ne var ki bazen gereğinden fazla önemsediğimiz ve adına iyi niyet dediğimiz o insani duygu Ekrem'i gereğinden fazla hırpalayıp yoruyordu. Zira onun üzerinde hayal ve özlemlerini koşturduğu bizim Kürt coğrafyasında işler sanıldığı gibi kolay yürümüyordu. Doğup büyüdüğümüz Siverek, suyu ve toprağıyla başka yerlere hiç benzemiyordu. Bizde kurallar sert ve acımasızdı. Böyle olduğu için dürüstlüğü, samimiyeti, fedakarlığı ve insan sevgisini sermaye edinen Ekrem gibi iyi niyetli insanların her adım başı tökezlemesi kaçınılmazdı.



Aklın ve mantığın öngördüğü şeyleri duygularına feda eden Ekrem Karahan zaman zaman istenilmeyen sıkıntılarla yüzyüze kalmıştır. Toplumsal koşullarımızın geriliğinden kaynaklanan bu talihsiz durumlar onu bazen canından bezdirmiştir. Duygularını mantığına rehber kılan iyi niyetli insanların ortak kaderi olan hayal kırıkları Ekrem'in hep bir adım gerisinden yürümüştür. Ekrem yaşamı boyunca hep güzel özlemler peşinde koşmuştur. Gerçekleşmesi mümkün olan hayal ve ütopyaların peşinden koşarken en güçlü kılavuzu genelikle duyguları olmuştur ve bu yüzden de gereğinden fazla yorulmuştur... Hayalleri gerçekleşsin diye kendisini her yere ve her yöne hesapsızca vurmuştur. Ne var ki bu iyi niyet koşusunda bazen fazlasıyla incinmiştir. Dolayısıyla yaşadığı her hayal kırıklığı sonrası mantığı ona hep "Ben sana söylemedim mi?" diye sitem etmiştir.



Yaşamın gri renklerini görmemek, yaşamı cennet kadar toz pembe görmek ve insanlarla ilişkilerinde hesapsız davranmak sanırım aydınlarımızın ortak kaderidir. Böyle davrandıkları için aydınlarımızın çoğu başını sıkıntılardan kurtaramamıştır. Bu durum Ekrem Karahan için herkesten daha fazla geçerlidir. Onun bu yönünü araştırmak ve yazmak kanımca çok önemlidir. Siverekli bir aydının erdem ve sıkıntılarını yazabilmek gelecek kuşaklar açısından önem taşımaktadır. Ekrem Karahan'ın şahsında bu konuyu ele almak ve bir roman yazmak benim gibi bir insanı çok aşar. Bu onurlu hizmet Ekrem'i benden çok daha iyi tanıyan siyasi abiler tarafından yerine getirilmelidir. Bana göre Ekrem Karahan bunu fazlasıyla hak etmiş birisidir. Dost sohbetlerinde Ekrem ile ilgili bir iki anı anlatmak bizi tatmin etmemelidir. "Tek u güle tevluhef" diyerek yılda bir defa mezarlığa yürümekle Ekrem ve Ekrem gibiler sahiplenemez. Ekrem'in birlikte faaliyet yürütüğü dava arkadaşları ve siyasi yapı onun onurlu ve mütavazi yaşamı ile ilgili derli toplu bir çalışma yürütmeli ve onu halka mal etmelidir. 12 Eylül döneminin zor şartlarında ölümü pahasına siyasi kongrelere iştirak eden bir devrimcinin yaşamı onun hayatta kalan dava arkadaşları tarafından önemsenmeli ve gelecek kuşaklara bir miras olarak aktarılmalıdır. Ekrem'i sahiplenen çevreler onunla ilgili daha ciddi şeyler yazıp çizmelidirler. Yakın tarihimize karşı sorumluluk duyanların Ekrem için söyleyecekleri başka şeyleri mutlaka olmalıdır. Ekrem'in saygın yaşamı nitelikli bir kitaba dönüşmelidir. Ekrem Karahan bunu fazlasıyla hak eden birisidir. Bu vefa borcu yerine getirilmelidir. Siverek insanı ve gençliği Ekrem gibi güzel bir insanın yürüttüğü insanlık kavgasını bütün yönleriyle öğrenmelidir. Böylesi bir hizmetin hepimize büyük faydası olacaktır. Umarım bu görev daha fazla gecikmez.



Ekrem Karahan'ın ikinci ölüm yıl dönümünde onu andığımız bu günlerde onunla ilgili bir yolculuk anımı kaleme almayi uygun buldum.İleride birileri kalkıp onunla ilgili edebi bir çalışma yürütüğünde kimbilir, belki işlerine yarayacak bazı bilgiler bulur. Ekrem Karahan'ın iyi niyetine ve insan sevgisine ışık tutacak olan bu yazı aynı zamanda onun yaşadığı bir sürü hayal kırıklığına rağmen, insanlara halen nasıl güvendiğini ve onları halen nasıl sevdiğine ışık tutacaktır. Bu yazıda Ekrem Karahan'ın romantik kişiliğini, insan sevgisini ve halka olan hizmet aşkını yaşanan bir yol hikayesi üzerinden anlatmaya çalışacağım.



Ekrem Karahan'ın anısına daha önce yazdığım bir yazımda, onun 2013 yılının Nisan ayında Hollanda'ya geldiğini, beş hafta kaldığı bu ikinci vatanımda kendisiyle unutamayacağımız çok güzel günler ve çok özel şeyler yaşadığımızı yazmıştım.



Ekrem Karahan'ın 2003 yılında Hollanda'ya gelişi çoluk-çocuk hepimizi sevince boğmuştu. Ekrem Abi sayesinde her gece bir başka dostun, tanıdığın evinde baldan tatlı sohbetler ettik. Ekrem Abinin okuduğu o birbirinden güzel şiirler ve söylediği o içli türküler buram buram Siverek kokuyordu. Boyun eğmeyen asi şiirleri insanı geçmişe götürüyordu. Dinledikçe bileği bükülmez millitan abilere olan hayranlığımız yeniden tazeleniyordu. Kimi şiir sever dostlarımız NATAŞA'yı ve yazarı Necatti Siyahhan Abimizin ismini ilk kez Ekrem Aponun ağzından duyuyorlardı. Kısacası hepimiz Ekrem Karahan'ı görmüş ve gönlümüz bir güzel ŞAD olmuştu.



Ekrem Karahan'ın Avrupa ülkelerinde yaşayan bir çok seveni vardı. Almanya, Belçika ve Fransa'da yaşayan bu dostların ve akrabalarımızın ısrarlarına dayanamayarak bu ülkelere yolculuklar yapıyoruz. Almanya'nın Köln şehrinde bulunan ünlü Dom kadetralını görmeye gittiğimizde Köln şehrini ikiye bölen Ren nehri kıyısında uzun uzun yürüyerek geçmişi geleceği konuşmuştuk.



Köln'den sonra Frankfurt'a uzanmıştık. Dost ve akrabalarımıza konuk olmuş ve onlarla Siverek'ten uzak Siverek'i yaşamıştık. Ekrem Abinin misafir olduğu her evde bayram havası esiyordu. Frankfurt'un yüksek binaları arasında bulunan bir restorantın terasından Frankfurt'u seyrederken yüzünden hayranlık akıyordu Ekrem Karahan'ın. Gittiğimiz her yerde Ekrem Karahan'ın mütevazi kişiliği öne çıkıyordu. Tepeden tırnağa insan sevgisiyle dolu olan Ekrem Karahan herkesin gönlünde taht kuruyordu. İnsanlar Ekrem Karahan'ı evlerine konuk ettikleri için fazlasıyla memnundu. Geçen yıl bu zamanlar kaybettiğimiz sevgili akrabamız Bekir Parlak'ın evine misafir olduğumuzda bütün geceyi dışarıda bahçede oturarak geçirmiştik... Ay ışığı altında yürütüğümüz sıcak sohbet sırasında dokunmadık konu, deşmediğimiz mesele bırakmamıştık. Almanya'dan Hollanda'ya döndüğümüzde yol boyunca ilgilerine mazhar olduğumuz değerli dostlarımızın, arkadaşlarımızın ve tanıdıklarımızın güzeliklerini konuşarak onlara karşı olan hayranlığımızı tekrarlamıştık.



Almanya'dan döndükten birkaç gün sonra Fransa gitmeye karar veriyoruz. Fransa'da bulunan dost ve hemşerilerimiz bizi sabırsızlıkla bekliyordu. Fransa'ya yapacağımız bu yolculuk Ekrem Abi açısından önem taşıyordu. Öyle ya şunun şurasında Paris'e gidecektik. Film ve romanlara konu olan Paris'i görmek görmeyenler için önemli sayılırdı... Bu yolculuk sırasında Ekrem Abiyle yaptığımız bir sohbet var ki üzerinden dokuz yıl geçtiği halde sıcaklığı halen yüreğimin bir köşesinde olduğu gibi taptaze duruyor. Ömrümün sonuna kadar unutmayacağım bu güzel sohbeti dost ve arkadaşlarla paylaşmayı gerekli görüyorum.



Fransa'ya gitmek için sabahın erken saatlerinde yola koyulmuştuk. Fransa'da ne kadar kalacağımızı tam olarak bilmediğimiz için yanımıza kimseyi almıyoruz. Yolculuk sırasında yanımızda kimsenin olmaması daha iyi oluyor. Sakin ve rahat bir sohbet için bu bulunmaz bir fırsat. Yola koyulur koyulmaz kendimizi koyu bir sohbetin ortasında buluyoruz. Hollanda Belçika sınırında bulunan son benzin istasyonunda durarak sabah serinliğinde kahvelerimizi yudumlarken Ekrem Apo az ilerisini göstererek bana "Yani şu karşıda görünen binalar Belçika'ya mı ait?" diyor. Evet yanıtını verince "İyi ama hani tel örgüler silahlı nöbetçi nerede?" diyor.



"Senin sözünü ettiğin o tür şeyler yıllar önce kalktı" dediğimde Ekrem Apo "Yok lo o nasıl oli?" diyerek keyifli keyifli yüzüme bakıyor.



Gümrüğün olmaması, sınırda pasaport kontrolünün yıllar öncesinden kalkmış olması Ekrem Abiyi hayretlere düşürüyor. Dileyen istediği şekilde, istediği zamanda bir ülkeden bir başka ülkeye elini kolunu sallayıp geçebiliyordu. Ne karışan vardı ve ne de soran. Aynı uygulama Hollanda ve diğer komşu ülkeler içinde geçerliydi. Sağlanan ekonomik gelişmeler ve elde edilen sosyal istikrar sayesinde sınırlar ihtiyaç olmaktan tamamen çıkmıştı. Buralarda sınır denildiğinde kimsenin aklına tel örgüler ve can alan mayınlar gelmiyordu. Hollanda, Belçika'yı ülkesinin karşı yakası olarak görüyordu. Gecenin bir saatinde karşı tarafa geçen insanlar istediği bir kafeteryada kahvesini içip keyifli bir şekilde evlerine dönebiliyordu.



Yol aldığımız geniş ve bakımlı otobantların sağında solunda yemyeşil otlaklar uzanıyordu. Otlaklarda holsteın cinsi iri Hollanda inekleri göze çarpıyor. Kimi yerlerde koyun ve kuzular otlanıyordu. Hayvanlara mukaayet olması gereken çobanların ortalıkta görünmemesi Ekrem Abinin dikkatini çekiyor. Geceleri hayvanların dışarda kaldığını ve bunun için çobana ihtiyaç duyulmadığını söyleyince Ekrem Abi "Yok lo nasıl olur" diyerek hayretini dile getirerek, bizim coğrafyada çobanlar olmadan  bu işlerin sonunun nereye varacağını izah etmeye koyuluyor.



Belçika'nın Andwerpen şehrinde ana otoban iki kola ayrılıyor. Sola ayrılan yol Brüksel'e sağa ayrılan yol ise Fransa'ya uzanıyor. Fransa'ya gideceğimiz için normalde sağdaki otobana yönelmem gerekirken Brüksele gitmek için direksiyonu soldaki otobana kırıyorum. Yol konusunda herşeyi bana bırakan Ekrem Abi bir yandan birşeyler konuşurken diğer yandan da yolun sağ tarafında uzanan Belçika'nın liman kenti Antwerpen'i meraklı gözlerle yakından izliyor. Antwerpen'ın çikolatasıyla ünlü olduğunu söyleyince Ekrem Abi "Yok lo öyle mi? O zaman dönüşte bir- iki çuval alalım" diyor.



Brüksel'e yönelince Ekrem Abiye "Keko Ekrem tahmin et bakalım şimdi nereye gidiyoruz" diye soruyorum. Ekrem Abi kendisine yönelttiğim soruya yanıt vermeden ilkin arabanın camından dışarıya bakarak dikkatli bir şekilde yol kenarında bulunan işaret levhalarını gözden geçiriyor. İpucu olacak birşeyler bulamayınca bana dönerek "Ne oldu emıoğlu yoksa yolumu şaşırdın" diyor. Ekrem Abiyi merakta bırakmamak için "Yok yok, yolu şaşırmadm. Fakat normal yoldan çıkarak Brüksel yoluna girdim. Bu yoldan ilerliyerek seni çok özel bir mekana götürmek istiyorum" diyorum. Söylediklerim karşısında daha fazla meraka kapılan Ekrem Abi "Ciddi mi söylüyorsun? Yani şimdi Paris'e gitmiyor muyuz? Ee o zaman nereye gidiyoruz" diyor.


Ekrem Abiyi meraklandırmak için: "Dedim ya çok özel bir mekana"


"İyi ama nereye?"


"Lo çok özel bir yere dedim ya"


"Hayloo de gel de bu işin içinden çık"



Ekrem Abinin iyiden iyiye meraklandığını görünce kendisine "Her ne ise Apo şimdi sen bana söyle bakalım, sen Waterloo diye bir yerin ismini hiç duydun mu? İşte seni biraz sonra oraya götüreceğim. Seni öyle bir yere götüreceğim ki hayatın boyunca hiç unutmayacaksın" diyorum.



Ekrem Abi sessizliğe gömülünce onun sorduğum soruya cevap bulmak için belleğini yokladığını anlıyorum. Sorduğum isim kendisine birşeyler anımsatmamış olacak ki bana "Sen ne dedin? Senin o water mater dediğin yer neresi oli lo?" diyor. Bu arada Brüksel'e yaklaşıyoruz. Üzerinde Brüksel yazılı levhalar Ekrem Abinin dikkatini çekmiş olacak ki bana dönerek "Hele dur dur emioğlu birşey de ben sana sorayım. Şu levhalarda yer alan Brüksel ismi niye farklı yazılıyor? Yoksa levhada iki farklı şehirden mi söz ediliyor" diyor. "Yok Abi" diyorum. "Belçika'da iki resmi dil konuşuluyor. Biri Fransızca, diğeri Flemence yani Hollandaca'dır. Adamlar hayatın her alanında bu iki farklı dili birlikte kullanıyorlar. Dolayısıyla trafik levhalarında gördüğün Brüksel ismi kanunlar gereği hem Fransızca ve hem de Flamence yazılmış. Ve gördüğün gibi Brüksel ismi Fransızca farklı, Flamence farklı olarak yazılıyor" diyorum.



Ekrem Abi bunları duyunca birden bir takım şeyler anımsayarak bana "He lo tamam hatırladım geçenlerde bir gazetede bu konu ile ilgili bir yazı okumuştum. Ee vallah adamlara helal olsun baba, adamlar sorun yaşanmasın diye kendilerine göre mantıklı bir yol bulmuşlar" diyor. Ekrem Abi konu ile ilgili başka şeyler söyleyecek iken birden aklına biraz önce üzerinde konuştuğumuz asıl meseleyi anımsıyor ve bana "Her ne ise Apo, sen bunu boş ver de bana nereye gideceğimizi söyle" diyor.



Ekrem Abiye dönerek "Lo dedim ya seni Waterloo'ya götürüyorum"


"İyi de nedir, neyin nesidir senin bu Waterloo dediğin yer? Bana özellikle göstermek istediğine göre mutlaka önemli bir yer olmalı" diyor.


"Apo vallahi ayıp ettin ha. Ma insan Waterloo ismini bilmez mi?"


"Lo vallahi sen insanı meraktan çatlatisen. Söyleyeceksen söyle. Ma ben her şeyi hatırlamak zorunda mıyım?"


"Tamam Apo tamam, dur sana bu Waterloo meselesini baştan anlatayım, sen de güzel güzel dinle" diyorum.


Ekrem Apo yüzünü bana taraf çevirerek "Tamam işte dinliyem. Ne söyleyeceksen söyle" diyor. Ekrem Apo dinleme pozisyonuna geçince, başlıyorum anlatmaya.


"Bak Apo, sen bizim şu Napolyon'u biliyorsun" diyorum.


Bunu deyince Apo Ekrem gülerek bana "He lo tanıyam tanıyam, senin Napolyon dediğin vatandaş bizim Ap Xelil-ê Nofele'nın kardaşı değil miydi?" diyor.


"He he odur" diyerek anlatmak istediğim meseleye dönüyorum.



"Apo, Waterloo dediğim yer Dünya cihangiri Napolyon'un yenildiği ve şan ve şöhretinin yerle bir edildiği yerin ismidir. Napolyon hayatının en büyük askeri yenilgisini bu meydanda almış ve bir daha belini doğrultamamıştır... Brüksel'in on-onbeş kilometre ilerisinde bulunan bu geniş ovada yaşanan kanlı savaş Napolyon'un saltanatına son noktayı koymuştur. 1815 Haziran'ında yaşanan bu büyük ve tarihi muharebede Napolyon'un savaşı kaybetmesini tarihçiler bir dizi tesadüflere bağlıyorlar. Tarihçilere göre Napolyon'a savaşı kaybettiren ve karşı tarafa savaşı kazandıran ne yazık ki bir takım tesadüfler olmuştur. Savaşın kaderini belirleyen bu tesadüfler Victor Hugo'nun Sefiller romanında uzun uzadiya anlatılıyor. Victor Hugo yenilgiye yol açan tesadüfler dizisini öylesine basit ve yalın bir dil ile izah ediyor ki insanın kanı donuyor. Sefiller romanının da tesadüflerin yol açtığı kimi meseleri okuyunca küçük tesadüflerin insan yaşamında ne kadar önemli olduğunu, basit gibi görünen kimi tesadüflerin insan hayatını ne kadar etkilediğini ve insanı nerden nereye götürebileceğine tanık oldum. Hiç önemsemediğimiz bazı tesadüflerin hayatımız üzerinde oynadığı olumlu veya olumsuz rolünün önemi üzerinde düşününce tesadüflerin kaderimiz üzerinde ne kadar önemli rol oynadığını görerek hayretlere düştüm. Ve o günden sonra insan yaşamının tesadüfler tarafından yönlendirildiğine tam olarak inandım. Kimi insanlar bu tür şeylere şans, kader, kısmet, yazgı veya mukaderet diyor. Fakat Sefiller romanını okuyunca tesadüflere bir takım ilahi anlamlar yüklemek mecburiyetinde kaldım" diyorum.



Meselenin ciddiyete bindiğini gören Ekrem Abi ciddi bir pozisiyon takınarak "Nasıl yani, sen yaşanan bu yenilginin sebebini tamamıyla tesadüflere mi bağlıyorsun?" diyor.



Yol levhasına bir göz atarak tekrar konuşmama dönüyorum. "Bak emioğlu, bildiğin gibi Napolyon dünyaya hakimiyet kurmak isteyen askeri bir dahi idi. Topladığı askerlerle bir bu yana bir o yana seferler düzenliyordu. Onun bir milyona yakın askerle Rusya'ya yaptığı askeri çıkarma dillere destandır. 1812 yılının kışında Moskova kapılarına dayanan Napolyon kelimenin tam anlamıyla ortalığı darmadağan etmişti. Napolyon karşısında dayanamayacağını anlayan Ruslar savunmaktan aciz oldukları Moskova'yı kendi elleriyle ateşe vererek iç bölgelere doğru kaçmışlardı. Sonrasını sen de biliyorsun. Moskova semalarında günlerce siyah dumanlar yükseldi. Öyle ki Napolyon ordusu Moskova'da taş taş üstünde bırakmamıştır. Bütün bunlar yaşanırken Rusya, tarihinin en şiddetli kış mevsimi ile pençeleşiyor. Napolyon bir milyonluk ordu ile ortada kalmıştır. Asker erzak sıkıntısı çekmekte. Açlık ve aşırı soğuklar Napolyon'a zor anlar yaşatıyor. Kışı çıkaramayacağını anlayan Napolyon orduya "Fransa'ya dönüyoruz" emrini verir. Ne var ki dönüş gidiş kadar kolay olmaz. Ordunun büyük bir bölümü yollarda kırılır. Napolyon'un Rusya serüveni Fransızlar'a pahalıya mal olur. Napolyon kısa bir süre için sürgüne gönderilir. Sonra bir yolunu bulup tekrar Fransa'ya döner. Fransa'ya dönen Napolyon siyasi kurnazlığı sayesinde bütün ipleri yeniden ele geçirir. Rusya'da uğradığı askeri hezimetin izlerini silmek isteyen Napolyon büyük ve güçlü bir ordu oluşturur ve çok geçmeden tekrar yollara koyulur. Hedefin'de ezeli düşmanı İngiltere vardır. İngiltere'ye yönelmeden önce ilkin Mısıra sefer düzenler. İngiltere'nin ticari ilişkileri açısından önem taşıyan Mısır'ın Napolyon'un eline geçmesi fazla zor olmaz. Napolyon'un niyetini anlayan hısım devletler hemen harekete geçer. İngiltere öncülüğünde biraraya gelen kimi ülkeler Napolyon'a karşı ortak hareket etme kararı alırlar. İngiltere, Prusya ve isveç'in içinde bulunduğu bu askeri koalisyon hemen hazırlıklara başlar. Napolyon'un kimseden korkusu yoktur. Ona göre Allah ona bir fırsat vermiş ve bu fırsatı sonuna kadar kullanmalıdır.



Çok geçmeden Napolyon yüzbinlerce kişiden oluşan ordusunu arkasına takarak Belçika'ya çıkarma yapar. İngilizler hemen harekete geçer. 1815 yılının Haziran ayında iki ordu biraz sonra gideceğimiz Waterloo ovasında karşı karşıya gelir. Napolyon'un ordusunun bel kemiğini ortalığı halaç pamuğu gibi dağıtan güçlü toplar oluşturuyor. Gözünü budaktan sakınmayan süvariler ve piyade birlikleri Napolyon'un savaş gücünü oluşturuyor. Zamanında kendisi de topçu olan Napolyon döktürdüğü ağır toplarla dünyaya adeta meydan okuyordu. İngiliz ordusunun başında Napolyon'a kin ve nefret duyan komutan Dük Wellington bulunuyor. Aslan yürekli Rıchart'ın takipçisi olarak övünen bu deneyimli komutan Napolyon'a gerekli dersi vermeye yemin etmiş birisidir. Yüzbinlerce savaşçıdan oluşan iki ayrı ordu nihai hesaplaşma için hazırlıklarını tamamlayarak savaş pozisyonuna geçiyorlar. Napolyon'un planı belli, önce elindeki ağır toplarla İngiliz mevzilerini kıyasıya dövecek ki buna askeri termolojide alan yumuşatması deniliyor. Ortalık cehenneme döndükten sonra bu defa iş usta süvarilerin maharetine kalacak. Saatlerce süren ağır top saldırısı altında sersemleyen ve yüreklerine korku sinen İngiliz askerlerini sıkıştıkları mevzilerinden çıkarmak süvariler için hiç de zor olmayacaktı. Bu uygulamadan sonra, son darbe için piyadeler harekete geçecekti. Yapılan düzenleme doğrultusunda ileri fırlayan Napolyon güçleri bir sel gibi düşman hatlarına akarak İngilizler'e gerekli dersi verecek ve bütün dünya Napolyon'un nasıl yaman bir komutan olduğuna bir kez daha tanık olacaktı" diyorum.



Beni büyük bir dikkatle dinleyen Ekrem Abi keyifli keyifle gülerek "Eee anlat anlat sonra ne oluyor" diyor.



Anlattığım meselenin Ekrem Apo tarafından ilgi ile dinlendiğini görünce kaldığım yerden konuşmama devam ediyorum:


- Napolyon toplarına ve süvarilerine güvenip bütün savaş planlarını buna göre oluştururken, İngiliz komutanı Dük Wellington ise savaş stratejisini Napolyon'un zayıf noktalarına göre şekillendiriyor. Komutan Dük Wellington'ın savaşta en fazla önemsediği strateji, savunma stratejisidir. Napolyon'un Rusya yenilgisinden sonra içine girdiği tepkili, sabırsız, hırçın ve aceleci kişiliğini iyi çözen İngiliz komutan girişeceği uzun vadeli savunma stratejisiyle Napolyon'un sabrını tüketerek onu yanlış bir hesabın içine çekmek istiyordu. Wellington bu stratejiyi uygulayarak hem Napolyon'u yanlış yapmaya yönlendirecek hem de zaman kazanarak Prusya'dan gelecek destek gücün yetişmesini sağlayacaktı. Napolyon Prusya'dan gelecek olan ordunun savaşın kaderini İngilizler lehine değiştirebileceğini biliyordu. Bunun önüne geçmek için savaşı bir an önce başlatmak istiyordu. Napolyon'nun amacı 17 Haziran günü savaşı başlatmaktır. Bütün hazırlıklar buna göre yapılıyor. Ancak bu plan uygulanamıyor. Gece boyu sabaha kadar gökten bardaktan boşanırcasına yağan şiddetli yağmur Napolyon'un planlarını alt üst ediyor. Siperlerde savaş düzenine giren birlikler yağmurdan gözlerini açamıyor. Sabah güneş doğduğunda ortalık çamur deryasına dönmüştür. Napolyon sular çekilsin diye savaşı yarım gün ertelemek zorunda kalıyor. Tarihçilere göre yarım günlük bu gecikme savaşın kaderini yakından etkiliyor. Napolyon her geçen saniyenin aleyhine olduğunu çok iyi biliyor. Dolayısıyla daha fazla beklemeden askerlerine ateş emri veriyor. Verilen emir üzerine onlarca top birden ateşleniyor. Ortalık mahşer gününe dönüyor. Top yağmuruna tutulan İngiliz birlikleri sağlamlaştırılan siperlerinde savunma pozisyonunda bekliyorlar. Mevzilerine varmadan patlayan ve düştüğü yerde dev çukurlar açan toplar İngilizler'in yüreğine korku salıyor. Gökyüzüne savrulan toprak ve çamur kütlesi savaşın bütün acımasızlığını gözler önüne seriyor. Ne var ki Napolyon'un korktuğu şey başına gelmiştir. Gece boyu yağan yağmur, topların konumlandırıldığı toprak zemini çamur deryasına dönüştürdüğünden topların hedef bulmasında sorunlar yaşanıyordu. Top atışları yapıldığında yağmurun yol aştığı kaygan zemin yüzünden toplar sağa sola kaymakta ve ateşlenen toplar hedef bulmakta başarılı olamıyordu. Doğanın Napolyon'a oynadığı bu oyun yüzünden onun çok güvendiği o ağır topları işlevsiz kalmıştı. Islak zemin yüzünden toplar hedefini bulamıyordu. Alınan bütün önlemler bir işe yaramıyordu. Toplar top olmaktan çıkmış birer ortaçağ mıncınığına dönüşmüştü.



Saatler süren ve fazla etkili olamayan top ateşi karşısında siperlerinde bekleyen İngilizler Fransız ordusunun savaş planını boşa çıkaran bu durumdan fazlasıyla memnundular. Savunmaya stratejisine dayanan planlarını uygulamak için sabırla bekleyen İngiliz askerleri kendilerine iletilecek hücum emrini bekliyorlar. İngilizler tek başlarına savaşı kazanamayacaklarını çok iyi biliyorlar. Bu nedenle Prusya'dan gelecek müttefik güç gelene kadar savunmada kalmayı hayati buluyorlardı. İngilizler'in zaman kazanma taktiği uyguladığını çok iyi bilen Napolyon bu oyalama taktiğini boşa çıkarmak için durmadan toplara yükleniyordu. Alınan bir takım önlemler sayesinde toplar biraz olsun düzene girmiş ve İngiliz siperlerine karşı daha etkin ve daha isabetli atışlar yapılıyordu. Fakat ne var ki yağmur ve çamurdan dolayı istenilen neticeler elde edilemiyordu. Napolyon durumun İngilizler'in lehine döndüğünü fark ediyordu. Bu yüzden top atışlarına son verip binlerce atlıdan oluşan süvari birliklerini devreye sokuyor. Verilen emir üzerine onbinlerce süvari ellerinde silahlar karınca sürüsü gibi İngilizler'in sindiği siperlere doğru hızla akıyorlar. İngilizler üzerlerine gelen Fransız süvarilerine karşı hemen toplarını konuşturuyorlar. Yapılan top atışları ilk etapta Fransızların hızını kesmeye yetmiyor. Canlarını dişlerine takan Fransız güçleri düşman siperlerine hızla yaklaşıyorlar.



Tam bu sırada Fransızlar beklenmedik bir durumla karşılaşıyorlar. Hesapta olmayan bu durum tabiatın onlara oynadığı ikinci oyun oluyordu. Sel ve yağmurun oluşturduğu derin bir dere yatağı Fransız süvarilerini kırıp geçiyor. Hesapta olmayan ve olmaması gereken bu derin uçurumla yüzyüze kalan atlı savaşçılar hızını alamayarak birbirinin ardısıra atlarıyla birlikte bu derin dereye yuvarlanıyorlar. Dere yatağı at ve süvarilerle dolunca arkadan gelenler onların vücutlarına basarak karşı tarafa geçiyorlar. Tökezleyen ve zor bela ayağa kalkabilen atlar güç ve takattan düşüyorlar. Durumda terslik olduğunu gören Napolyon vaziyeti toparlamak için süvarileri geri çekerek onların yerine piyade güçlerini devreye sokuyor.



İki büyük ordu Waterloo meydanında amansız bir savaşa tutuşurken İngilizler'e destek için yolda olan Prusya güçleri Brüksel'in doğusundan belirlenen hedefe doğru hızla ilerliyordu. Tarihçilerin belirttiğine göre Prusya güçleri ikiye ayrılan bir yol ayrımına geldiklerinde hangi yola sapacakları konusunda kararsızlığa düşüyorlar. Hangi yoldan gideceklerine dair kılavuzlar bir süre kendi aralarında tartışıyorlar. Kimisi Brüksel'in kuzeyinden dolanmayı önerirken bazıları da Brüksel'in güneyinden dolanmanın daha uygun olacağını söylüyorlar. Kılavuzlar kendi aralarında anlaşamayınca çözüm için yakınlarda sürüsünü otlatan bir çobana müracat edilir. Çoban Waterloo'ya varmak için soldaki yolun daha uygun olduğunu söyleyerek kılavuzlara yol gösteriyor. Verilen tarif üzerine Prusya güçleri Brüksel'in güneyinden dolanarak kısa bir süre içinde Waterloo meydanına varıyorlar. Prusya güçleri savaş alanına vardıklarında Fransız ordusu tabiatın kendilerine oynadığı oyun ve sürprizleri berteraf ederek İngiliz ordusuna zor anlar yaşatıyormuş. Prusya güçlerini dört gözle bekleyen İngiliz kuvvetleri moral kazanarak yeniden hareketleniyorlar. İki müttefik kuvvet güçlerini birleşerek Fransızlar'ı dört bir yandan sıkıştırıyorlar. Fransızlar'ın hiç bir çabası bir işe yaramıyor. Birleşen iki ordu Fransız ordusunu halaç pamuğu gibi dağıtıyor. Sonuçta Fransızlar teslim oluyor. Napolyon yaşamının en ağır yenilgisini alarak tarih sahnesinden çekiliyor, diyorum.



Hikaye gibi gelen bu tarihi vakayı anlatırken Ekrem Abi gözlerini önümüzde uzanan upuzun ovaya dikerek sessizce düşünüyor. Söyleyeceklerimi noktalayınca Ekrem Abi bana dönerek "Yahu şimdi Napolyon'a acıdım vallahi" deyince, ben de kendisine "Öyle Apo, biz Kürtler hep böyleyiz. Bize göre kaybeden hep mazlumdur ve desteklenmesi gerekir. Zayıfın yanında saf tutmak bizim için farzdır. Yani bu bizim tarihi özelliğimizdir. İngilizler kaybetseydi inan ki yüzde yüz onlara acıyacaktık" diyorum. Ekrem Apo gülerek "Vallahi çok doğru söyledin ha. Elalem aralarında savaşa tutuşur, ülkeler kurar, bize mağlup olana gözyaşı dökmek düşer. Kürt psikolojisi işte ne yapacaksın?" diyor ve devamla "Eee sonra ne oluyor Apo" diyor.



"Olan şu; tarihçiler biraz sonra varacağımız bu Waterloo alanında meydana gelen ve Napolyon'un yenilgisiyle sonuçlanan savaşın seyrini tamamen tesadüflere bağlıyorlar. Savaş tarihçilerine göre 18 Haziran 1815 gecesi başlayan o şiddetli yağmur yaşanmamış ve savaş meydanı çamur deryasına dönüşmemiş olsaydı Napolyon savaşı yarım gün geciktirmiş olmayacaktı ve dolayısıyla Prusya ordusu İngilizleri zor durumdan kurtaramayacaktı. Yağmur yağmamış olsaydı, Napolyon'un çok güvendiği o ağır topları kaygan zeminde kayarak hedef belirlemede yanılmayacaktı. Yağmur yağmamış olsaydı, yaz aylarında tamamen kuruyan o sıradan dere yatağı gereğinden fazla derinleşmeyek, Napolyon'un süvari güçleri için sırat köprüsüne dönüşmeyecekti. En önemlisi Prusya güçleri o iki yol ağzına geldiklerinde çevrede sürüsünü otlatan o çobanla karşılaşmamış olsaydı belki de ters yola sapacak ve bu yol onları en azından birkaç saat zaman kaybına uğratacaktı, ki bu da savaşın seyrini yüzdeyüz Napolyon'un lehine döndürmeye kafi gelecekti. Saydığım bütün bu tesadüfleri yan yana getirince Napolyon'nun sonunu hazırlayan şeyin tesadüfler olduğuna ister istemez inanmak zorunda kalıyorum" diyorum.



Ekrem Abi yüzüme bakıp bana "Yahu Kadir Apo, sen bu Sefiller romanını ne zaman okumuştun? Bu kadar ayrıntıyı kafanda nasıl tutmuşsun?" diyor. Ekrem Apoya "Bu kitabı okuyalı en azından yirmibeş yıl filan olmuştur" dediğimde, bana "İyi de bu kadar ayrıntıyı ve özellikle tarihleri nasıl hatırlıyorsun? Yoksa tarihler ile ilgili rakamları tahmini olarak mı söyledin" diyor.



Ekrem Aponun sorusuna "Çok önemsediğim için Apo. Romanın bir yerinde anlatılan bu tesadüfler meselesi beni oldukça etkilemişti" diye cevap veriyorum.



Ekrem Apo:


- Valla hala çok ilginç. Demek bu mesele seni bu derece etkilemiş...



- Evet Apo, savaşın tesadüfler boyutu beni çok etkilemiştir. Fransa'ya her gittiğimde Napolyon'a savaşı kaybettiren bu tesadüfler meselesini düşünmeden edemem. Sefiller romanını okuduktan sonra tesadüflerin gizemli gücü kafamı hep kurcalamıştır. Bu nedenle Sefiller romanının yaşamımda özel bir yeri vardır.



- Yani sana göre İngilizler'e bu savaşı kazandıran şey 18 Haziran gecesi yağan yağmur ve Brüksel çevresinde sürüsünü otlatan bir çobanın sunduğu yardım mıdır? Yani İngilizler bu tarihi galibiyeti yağan yağmur ve Belçikalı çobana mı borçlular?



- Ben inanıyorum. Tesadüflerin insanoğlunun başarı ve başarısızlıkları üzerinde büyük bir rolü olduğuna inanıyorum. Bazen küçük bir tesadüf insanlara başarıların kapısını sonuna kadar açarken, bazen de sıradan bir tesadüf herşeyin kilitlenmesine, bütün işlerin tersine dönmesine yol açıyor. Bazen bizim Necmettin Abinin yakalanma hadisesini ve Diyarbakır zindanında katledilişini ele alarak günlerce düşünüyorum. Küçük bir tesadüf herşeyi tersine çeviremez miydi?



Biliyorsun, Necmettin Abi Suriye'den ülkeye giriş yapmış ve ertesi gün evinde yakalanmıştı. Bazen diyorum ki, Necmettin Abinin memlekete yöneldiği gün, bindiği araba herhangi bir yerde, herhangi bir nedenden dolayı ciddi bir kaza yapmış olsaydı, hatta Necmettin Abinin bu kazada bir ayağı kırılmış olsaydı, Necmettin Abi belki de yakalanmaktan kurtulacaktı. Sınırı geçerken o gece sınırda bir çatışma yaşansaydı ve Necmettin Abi Diyarbakır'a gitmekten vazgeçseydi, belki de yakalanmaktan kurtulacaktı. Ne bileyim mesela Necmettin Abi Diyarbakır'a gittiğinde evine yakın bir yerde hiç güvenmediği birisiyle tesadüfen karşılaşıp o gece evine gitmekten vazgeçseydi belki de sonu ölümle noktalanacak bir yola hiç girmeyecekti. Bu konuda pek çok şey sıralayabiliriz. Gerçi Necmettin Abi kaza sonucu ayağını veya herhangi bir yerini kırmış olsaydı kimbilir ne kadar üzülecektik. Oysa üzüldüğümüz bu kazanın Necmettin Abinin hayatını kurtaracağını hiç bilmeyecektik. Hem biliyor musun dedemin anlattığına göre Kuran'da bu konulara ışık tutan bir ayet varmış. Bu ayette deniliyor ki "Kimi şeyler olmadı diye çok üzülürsünüz, ama bilmezsiniz ki üzüldüğünüz o şeyde hayrınıza olan şeyler vardır. Bazen de sizi sevindiren şeyler vardır, ama bilmezsiniz ki onda size hayırlı olmayan şeyler vardır." Bütün bunları yanyana getirdiğimde ister istemez tesadüflerin gizemine inanmak zorunda kalıyorum, diyorum.



Ekrem Abi oturduğu yerden bana dönerek "Yahu Apo, tesadüflerin gücünü Kuran'dan ayetlerle desteklemeyi bir tarafa bırak da, bizim şu yağmur kurbanı zavallı Napolyon'a dön. Savaşı kaybedince fukara adama ne oldu? İngilizlere esir düştü değil mi?"



"Savaşı kaybeden Napolyon mağlup bir komutan olarak kendisini zor bela Paris'e atar. İki gün öncesine kadar Napolyon'un çizmelerini parlatanlar ellerinde balta ve balyozlarla Paris'in sokaklarında dolaşarak Napolyon'a ait ne varsa, hepsini yerle bir ederler. Napolyon ihtişamlı günlerinde unutulmamak adına kendi ismini dağlara taşlara yazdırmıştı. Paris'te Seine nehri üzerine kurulan bütün mermer köprülere Napolyon'un baş harfi olan N harfi yazılmıştı. Napolyon savaşı kaybedince iki gün öncesine kadar at bakıcılığı yapan sıradan insanlar ellerinde balyozlar bu köprülere saldırarak köprülerin kemerlerine yazılan N harflerini birer birer tahrip ettiler. O günlerden kalma tahribatların izleri bugün halen olduğu gibi duruyor. Halkın öfkesinden korkan Napolyon Amerika'ya kaçmak için girişimlerde bulunsa da bunu başaramaz ve sonunda İngilizler'e teslim oluyor. İngilizler onu Atlantik'te Helena isimli küçük bir adaya hapsederler. Beş-altı yıl süren esirlik hayatında Napolyon'un birkaç kitap yazdığı biliniyor. Dünyaya meydan okuyan Napolyon esaret yaşamına alışamaz ve daha elli üç yaşında iken yaşama veda eder" diyorum.



Çok geçmeden Waterloo ovasına ulaşıyoruz. Arabamızı uygun bir yere çekerek önümüzde uzanan uçsuz bucaksız ovayı seyre koyuluyoruz. Ekrem Apo cebinden eksik etmediği sigarasını çıkarıp büyük bir keyifle tüttürüyor. Önümüzde uzanan yemyeşil ova cennetten bir köşeyi andırıyor. Mayıs ayının bütün renkleriyle bezenen Waterloo ovası insanın başını dönderecek kadar harika idi. Yeşil alanlar insanın yüzüne gülümsüyordu. Etraftan insanı mest eden güzel kokular yükseliyordu. Ekrem Apo ciğerlerine çektiği temiz hava karşılığında, gökyüzüne sigara dumanı savuruyordu. Uzunca bir süre çevreyi seyreden Ekrem Apo bana dönerek, "Demek ki sözünü ettiğin Waterloo ovası burasıdır? Demek ki bizim meşhur Napolyon kader savaşını burada kaybetmiş. Eh ne diyelim... Heyfê camêrda" diyor.



Gecikmemek için fazla oyalanmıyoruz. Paris'e gitmek için tahmini bir yola giriyoruz. Otobana çıkmak için uzunca bir süre köy yollarında ilerliyoruz. Fransa sınırına yaklaştıkça arazi yapısı değişiyor. İnilen-çıkılan yollar Ekrem Apoya memleketi anımsatıyor. İçinden-dışından geçtiğimiz köyler, insanın ruhunu ferahlatıyor. Meyveye durmuş ağaçlardan kuş sesleri duyuluyor. Önünden geçtiğimiz evlerin çevresinde oyun oynayan çocukların şen sesleri bize kadar ulaşıyor. Köy evlerinin kapısında duran lüks arabalar insanda hayranlık uyandırıyor. Yolun sağında solunda görünen köy evleri önlü bir ressamın fırçasından çıkmış birer karpostal gibi insanın gönlünü fethediyor.



Fransa sınırına uzanan otobana az bir süre kala derin bir vadiye iniyoruz. Karşımızda doğudan batıya doğru uzanan geniş bir yamaç var. Küme küme ağaçların yamaca kazandırdığı doğal güzellik insanın aklını başından alıyor. Gözlerini karşıdaki yamaçtan alamayan Ekrem Apo, elini omuzuma koyarak bana "Kadir Apo hele burada bir dur. Dur da bir fotoğraf çekelim. Bu manzarayı atlatmak olmaz" diyor. Hemen arabayı yol kenarına çekiyorum. Ekrem Apo ile birlikte arabadan inerek karşı yamaçta sergilenen güzelikleri seyre koyuluyoruz. Çantamda bulundurduğum fotoğraf makinesini çıkararak birkaç kare fotoğraf çekiyorum. Ekrem Apo karşımızda duran yamaca hayran hayran bakınıyor. Sonra önemli birşey hatırlamışcasına bana dönerek "De haydi Apo söyle bakalım şu karşıdaki yamaç nereye benziyor?" diye soruyor.



Ekrem Aponun sorduğu soru üzerine fazla düşünmeme gerek yoktu. Ekrem Aponun kafasından geçenleri hemen tahmin ediyorum. Kendisine dönerek "Apo bunu bilmeyecek ne var. Tabii ki bizim Karahan'ın karşısında bulunan bağlara benziyor" diyorum. Bunu söyleyince Ekrem Apo gülerek bana "Baba vallah helal olsun. Leb demeden leblebiyi anladın... Ne kadar benziyor, değil mi?" diyor.



Ekrem Aponun karşımızda duran yeşil yamacı Karahan'nın karşısında bulunan bir yamaca benzetmesi beni duygulandırıyor. Karahan neresi, burası neresi? Demek ki vatan ve toprak sevgisi insanı terk etmiyordu. Nerede olursan ol, nereye gidersen git, memleket sevgisi bir adım gerisinden seni hep izler. Ondan kaçmak ve kopmak olası değil. Ekrem Aponun karşı yamaçtan gözlerini alamadığını görünce kendisine dönerek "Gerçekten çok benziyor değil mi Apo? Bak yamacın az ilerisinden geçen bu akarsuyu, Karahan'ın önünden geçen çaya benzetirsek ve yamacın sağında yükselen tepeyi de bizim Qokê pırtana benzetirsek Karahan manzarası hemen hemen tamamlanmış olur" diyorum.



Bunları söyleyince Ekrem Apo bana "He lo sen ne deyisen aynı Karahan lo? Bak yamacın solunda bulunan tümsekler bile Karahan'da var" diyor. Ekrem Aponun bu sözleri üzerine karşı yamacı bir daha gözden geçiriyorum. Karşımızda duran yamaç bizim köyün karşısında bulunan coğrafyaya gerçekten de çok benziyordu. Bu benzerlik beni çocukluk günlerime götürüyor. Dolayısıyla Ekrem Apoya dönerek "Bak Apo karşımızdaki yamaçtan hareketle size Karahan'daki bağların kadastrosunu çıkarayım. Bak soldan başlayarak hangi bağın kime ait olduğunu söyleyeyim. Tam solda bulunan bağ bizim Ramazan amcamındır. Onun bitişiğinde bulunan iki bağ Hanhıraba köyünde oturan akrabalarımızındır.Yanı başında ki bağ rahmetli Cemil dayınındır. Onun bitişiğindeki Abdulkerim dayınındır. Onun altındaki bağ Muhtar dayınındır. Tekrar yukarı çıkarsak, Abdulkerim dayının bitişiğindeki bağ Şêxo dayınındır. Ama herkes oraya Zerif yengenin bağı diyor. Onun yanındaki bağ ap sefer’ın bağdır.Onun yanında ki Bekir dayınındır. Alt tarafa geçersek, en soldaki bağ Mustafa amcamındır. Onun yanındaki Muhtar dayınındır. Onun yanındaki Molla dayınındır. En sağda bulunan bağ Cemil dayınındır. Onun üstündeki de babamındır" diyorum.



Karahan'ın karşısında bulunan hangi bağın kime ait olduğunu bir bir sıralayınca Apo Ekrem keyifli keyifli gülerek bana "Baba valla helal olsun. Bu kadastro işlemini bizim Yasin Çiçeklidağ bile yapamazdı" diyor ve devam ediyor "İyi de Apo sen yirmi küsür yıldır Hollanda'da yaşıyorsun. Köyden Siverek'e göç ettiğinizde yedi-sekiz yaşlarında bir çocuktun. Köy ile ilgili bunca ayrıntıyı kafanda nasıl tutabiliyorsun, bunu nasıl beceriyorsun" diyor. Ekrem Aponun sorusuna cevap vermek yerine kendisine "Apo bu soruyu bir tarafa bırakalım da ben size başka mesele anlatayım. Ama önce arabaya binelim, yoksa Paris'e geç kalacağız" diyorum.



Devam edecek....



Kadir Büyükkaya/ Hollanda



[email protected]

Bu yazı 3293 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum