Mustafa Karadağlı

Mustafa Karadağlı

[email protected]

ENDÜLÜSTEN HABER VAR!

09 Mart 2011 - 22:00


     “Onlar şerrinden emin oldukları dostlarını kendilerinden uzak tuttular. Dostluklarından emin oldukları için… Düşmanlarını kazanmak için kendilerine yakın tuttular. Yakın tuttukları düşmanları dost olmadı; ancak uzak tuttukları dostları düşman oldu. Herkes düşman safında toplanınca yıkılmaları mukadder oldu.

Evet, Endülüs Emevi Devleti yıkılırken, Ebu Müslim-i Horasani yukarıdaki şaheser kelamını sarf etmişti .”
     
 Şehirlerde çok sık izlenen bir senaryo oldu bu söz. Her gün bir grupta, bir vakıfta bir dernekte bir siyasi partide, bir sivil toplum örgütünde nakışlarını görmek  mümkün. İlk önce o kadar güzel düşüncelerle yola çıkılıyor ki; fikirler, idealler ard arda  gidiyor. Sonradan yaşananlarla önceki güzellikler gece ile gündüz kadar birbirinden ayrı bir kompozisyon sergiliyor. Önce söylemler sonra da eylemler değişmeye başlıyor. Sonraki değişenlerle önceki yapılanlar arasında da inanılmaz bir uçurum söz konusu oluyor. Sonra bu duruma alışıyorlar. Kendileri için hazırlanmış sahte gülücüklü makamda şımartılıyorlar. Uyarılar ve ikazlar çare bulmuyor. “Yapmayın etmeyin!” nidaları karşılıksız kalıyor. O kadar evrensel ve küresel oluyorlar ki büsbütün yuvarlak cümleler, yapmacık davranışlar, sahte gülücükler, içi dolmamış kavramlarla, faydası olmayan kurallar koyarak devam ediyorlar bu en yeni cicili bicili davranışlarına. Sonra ama birden etraflarında daha ve önce olamayanları görmeye başlıyorlar. Ne kadar doğru yaptıklarını inandırıyorlar kendilerine. “Ya o eski halleriyle kalsalardı ne kötü olurdu değil mi?” demeye başlıyorlar. “Ya o birlikte yola çıktıkları aman aman şeytan görsün yüzlerini.” Bu hayata alışıyorlar sonra. Yüksek kaliteli hokkabazlara karışıyorlar. Makamların, mevkilerin ve VİP salonlarının vahşi cazibesine kapılıyorlar. Ben ve benlik duyguları o kadar zirve yapıyor ki; egolarını zapt edebilmek pek mümkün olmuyor. Ben varsam herkes var; ben yoksam gerisi Nuh Tufanı demeye başlıyorlar. Her şeyin merkezine kendilerini oturtturuyorlar. Yaptıklarına ve söylediklerine tapıyorlar adeta. Hele etrafındaki şakşakçılarla şımartılmışlarsa… Tarih yine tekerür mü ediyor ne? Firavun’u şımartan Haman değil miydi?
    
Dün düşman dedikleriyle küpünü doldurmak adına utanmadan sıkılmadan bir araya gelip gelecek için daha yüksek makamlara kendilerini ısmarlıyorlar.
Oysaki arkalarındaki ve altlarındaki zeminin yavaş yavaş kaydığını görmüyorlar, hissedemiyorlar. Ya da görmek istemiyorlar. Zemin eski dostlardan oluşuyor. Eski ama samimi, eski ama candan… Belkide üzülüyorlar bu duruma; ama çırpınışlarının fayda sağlamadığını görerek ve ikazlarının dinlenmediğini hissederek çekiliyorlar arkalarından. Zaten bin bir zahmetle tuttukları aralarındaki bağı koparıyorlar. Yıkılmaya başlıyor gücü elinde tutanlar. Titanic batıyor ama onlar hala zafer marşlarını dinlemeye ve çalmaya devam ediyorlar sahte gülücüklerle. Sonra birden beklenen tehlike geliyor. Uzun olmayan bir zamanda. Sirenler çalmaya ikaz ışıkları yanıp sönmeye başlıyor, başlayacak…
        
Birden akıllarına o eski kadim dostları geliyor. Hani o dostluklarından emin olup siz bizdensiniz dedikleri ama düşmanlarla kol kola girerek unuttukları dostlar. Aralarında oluşturdukları derin vadilerden karşıya geçemiyorlar sonra.
Derin bir uçurum oluşuyor aralarında. “Yalvarmak yakarmak nafile bugün, gözünün yaşına bakmadan gider” diyordu,  Cahit Sıtkı ölüm için. “Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol” diyordu” Yahya Kemal. Çünkü hiçbirisi gerçek ve samimi değil. Yıkılıyorlar, yıkılacaklar… Hem de şiddetli bir gürültüyle. En çok sevinenlerde az önce birlikte zafer şarkıları terennüm ettikleri zevatlar olacak maalesef. Bin bir pişmanlık içinde dönecekler evlerine. Yıkıntıların arasından geçerken, o yükselirken sırtına bastıkları insanları görecekler. Başlarını önüne eğerek uzaklaşacaklar ortadan. Döne döne, keşke olmasaydılar la birlikte…
    
Bu tür şımarık firavunlar, bu atmosfer oldukça hayat bulup neşu nema bulacaklar. Çünkü bu bir zihniyet sorunudur. Bugün kendini büyük ve güçlü olarak gören anlayışların hemen hemen hepsinde aynı sıkıntı yaşanıyor, yaşanmalı. Olan değil oluşturulan dostçuklarla iş yapıyorlar. Samimi insanları iteliyor ve dışlıyorlar. Yok sayıyorlar. Dün parmağındaki yüzüğünü, kolundaki bileziğini her namazdan sonra gözyaşlarıyla ıslattıkları kimliklerinden de utanmış olmalılar ki küp doldurma uğruna her şeye perde çekiyorlar…
    
Hayat yine aynı aldanmışlıklarla beraber akmaya devam edecek. Etmeli… Etmeli ki cennetin ucuz,  cehennemin lüzumsuz olmadığı tekerrürle zuhur etsin... Aynı delikten defalarca ısırılmaya şahitlik etsin vefalı zaman. Evet, dün Emevi Devleti yıkıldığı zaman onların üzerine söyledi Ebu Müslim-i Horasani bu sözü. İmdi! hepimiz aynı rehavetle söyleyebiliriz artık. Aldanmış ve aldatılmışlıkla geçen hayatımızda bunu yapanlara bedel ödettirmeden bunun sonu gelmeyecek ve şeytanlar yürekleri makam, mevki iktidar, şan ve şöhret ateşiyle yananları ve egolarını ve sadece ama sadece kendilerini ilah edinenleri yalnız bırakmayacaktır.
Her ne olursa olsun, biz hakkımızda olanı ve bilineni yaşamaya devam edeceğiz. Hiçbir zülum ebedi değil ve hiçbir mazlum sahipsiz… Makamları ezici güç, mevkileri sindirme aracı olarak görenler, trafikteki kamyoncu mantığıyla hareket ediyorlar. “En büyük araç ben isem aracın gücü de bendedir yiğitsen solla beni! Ama kamyoncu mantığının ömrü pek uzun değildir.
Selam ve Muhabbetle…

Bu yazı 1151 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum