KONUK YAZAR

KONUK YAZAR

[email protected]

FIRAT..

19 Ekim 2009 - 21:00


Masum ve hırçın…
 Asi ve deli Fırat…
Fırat’a boylu boyunca uzanan bir şehir… Siverek.
Sevgilerin, sevdaların, aşkların yasaklandığı viran memleket…
Benim memleketim… İlk kez gidiyorum. On yedi senedir ilk kez… Nasıl bir yer? Arabalar, insanlar bu kadar çok mu orada da? Bilmiyorum… Bütün benliğimle gitmek istiyorum ama... Siverek’im… Aşiretin, törenin, namus cinayetlerinin sahibi memleketim…
Otobüse bindim… Ve gidiyorum. Fırat’ı, Siverek’i görmeye… Hayalimdeki kadar güzel mi acaba? Off daha Ankara’dan çıkmadık ki… Bu yolculuk çok uzun süreceğe benziyor. Ankara’ya bir daha dönemeyecekmişim gibi hüzünlendim. Otobüsün içi çok sıcak... Ön koltuktayım, şoför yine sigara içmeye başladı. Kokusu boğazımı yakıyor. Acaba rahatsız olmuş gibi öksürsem içmeye devam eder mi? Aman ya içerse içsin… Siverek’i düşünüyorum. Şu an Kayseri’deyiz. Mola verdik ve çok soğuk. İyi ki yanıma hırkamı almışım…
Yolculuk tekrar başlıyor… Gözlerim kendiliğinden kapanıyor.
Urfa’dayım…
Otobüsten inip eşyalarımı aldım. Dolmuşa bindim. Yanımda bir kadın oturuyor. Başında yazma, üstünde koyu, uzun bir elbise var. Kucağında 7-8 yaşlarında bir erkek çocuğu sürekli ağlıyor. Esmer, kapkara saçları, simsiyah, kocaman gözleri var çocuğun. Çok tatlı. Annesine; “Ana daha ne kadar var? Midem bulani ha!” diyor. O an öyle duygulandım ki… İlk kez memleketimden birinin konuşmasını duydum. Annesi, pardon ‘anası’: “Hele bak orda bi ağaç var” dedi. Tam o sırada dolmuş ağacın yanından geçti. Çocuk “he he… Gördüm ana” dedi. Annesi de “İşte o ağaçtan dört tane daha gidecez, o kadar kaldı.” dedi. Dört tane ha! Dört tane mi kaldı?!! Ben de başladım saymaya. Üç oldu… Bir türlü dört olmadı… Yol sanki gittikçe uzuyordu. Ağır bir koku vardı. Hemşerilerimin kokusu… İçime çektim… Ben bu toprakların insanıyım… Ve işte dördüncü ağaç… Geldik… dolmuş taşlı yoldan sarsıla sarsıla gidiyordu. Bi an midemin bulandığını hissettim… Ama geçti…
İşte Siverek…
Kara bahtlı, kara taşlı memleketim… Her yan tezek, her an taş… Törelerin kara gölgesi taşlara da sinmiş.
Dolmuş durdu. Yanımdaki çocukla kadın indi. Ben de hemen indim. Çantamı aldım. Taş döşeli sokaklarda yürüdüm. Ne garip!… Okuduğum, Taşın ve Aşkın Ezgisi isimli romanın kahramanı gibiyim. Aşkın yasak olduğu bu yerde, taşları ikişer ikişer sayarak yürüdüm, kulaklarımda mistik ezgilerle.
Kale… Siverek Kalesi. Oraya çıkmalıyım diye düşündüm. Çıktım…
Bütün Siverek ayaklarımın altında… Toprak evler, damlarda kurutmalıklar, salçalar… sonra çocuklar, sokaklarda su satan çocuklar…
Aman Allah’ım! Bir yer ancak bu kadar güzel olur. Böyle güzel bir yerde aşk nasıl yasak olur ki? Nasıl aşık olunmaz Siverek’e? Bu güzelliğe kim aşık olmaz?
Kaleden… Bütün o güzellikten “Şeytan Küçesi”ne gitmek için ayrıldım. Orayı çok merak ediyordum. Çünkü Şeytan Küçesi’nden Gümrük Hanı’na gidiliyordu. Ve Gümrük Hanı keçe demekti. Keçe… Ne zorluklarla yapıldığını biliyordum. Hamamda keçecilerin nasıl ter dökerek keçeyi göğüsleriyle dövdüklerini  de biliyordum. Göğüslerinin keçeye vururken nasıl yandığını da. Keçe… Kaybedilen en önemli değerlerimizdin biri.
Şeytan Küçesi’ne girdim. Küçe “sokak” demek İstanbul Türkçesiyle… Yolda çocuklar seksek oynuyorlardı. Kıvırcık saçlı, zeytin gözlü çocuklar. Birinin önünde eğildim: “Adın ne senin?” dedim. “Eren” dedi. “Sen ne kadar tatlısın. Seni çok sevdim.”dedim. Başını eğip gülümsedi. “Sen beni sevdin mi?” dedim “He seviyem” dedi “He seviyem…” Ne kadar içten… “Evet seviyorum” kadar sahte değil… “He seviyem…” Gümrük Hanına doğru yürümeye başladım. Yaklaştıkça heyecanlandım. İçinde bir asma ağacı olduğunu duymuştum. O asma ağacını görecektim ben de. Adımlarımı hızlandırdım. Hanın kapısının önündeydim. Ama girmemin uygun olmayacağını düşündüm. Çünkü içeride uzun sakallı, başlarında puşi, şalvarlı erkekler vardı avluda. Küçük iskemlelere oturmuş sohbet ediyorlardı. Ahh..! dedim. Girmeliydim… Görmeliydim keçelerin yapıldığı yeri. Ama yok işte. İçeriye giremedim. Sanki bütün ümitlerim yıkılmıştı. Geriye döndüm büyük hayal kırıklığıyla… Çarşıya…
Çocuklar su satıyorlar. Susadığımı hissettim bi an…
Birini çağırıp su istedim. Herkese aynı bardaktan su veriyorlardı. Bana da öyle yaptılar. Normalde, tiksinir içmezdim. Ama bu duygular içinde İçmemek elde değildi. O su bana şimdiye kadar içtiğim en güzel suymuş gibi geldi. Tadı hala damağımda. Çocuğa parasını verdim, gitti… Arkasından baktım. Okumalıydı bu çocuklar. Yardım edilmeli onlara diye düşündüm…
Yeniden romanı düşündüm, Taşın ve Aşkın Ezgi’sini… Belki de şimdi Behram’ın Gülzerin’e kâğıdı verdiği yerdeyimdir. Gülzerin… Kavuşamamıştı sevdiğine… O da babasının başını önüne eğdirmemek için kaçmamıştı sevdiğine… Ve babası yaşındaki biriyle evlendirmişlerdi onu. Dayanamamıştı… O Fırat kadar asiydi, sevdiğine sadıktı… Bu yüzden Öldürmüştü kendini… Ne büyük aşktı.
Birden bu düşüncelerden sıyrıldım. Çarşıdan ayrıldım. Tekrar kaleye çıkıp akşam Siverek’in nasıl olduğunu görmek istedim. Yavaş yavaş yürüyordum. Taze ekmek kokuları… Kebaplar dumanları... Kaleye çıktığımda akşam olmuştu bile… Bi taşın üstüne oturdum. Ve seyretmeye başladım Siverek’i… Hiç kimse evinde değildi… Herkes damlarda oturmuştu. Büyükler sohbet ediyor, küçükler damdan dama konuşuyor, oyun oynuyorlardı. Son kez o güzel havayı içime çektim. Sabah dönüş yolculuğu başlayacaktı.

Dolmuşa binmeden son kez baktım memleketime…
Bir gelin gibi güzeldi… Ağıtsız bir kadındı Siverek…
Dolmuş hareket etmeye başladı. İçimde bin yıllık bir çınar devrilir gibiydi…

Bu yazı 1047 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum