Mustafa Karadağlı

Mustafa Karadağlı

[email protected]

HASAN

02 Şubat 2016 - 14:27

Bir zamanlar bir kitapta okumuştum:

“Kişi, ne kadar çok macera yaşarsa o kadar da derin izler taşırmış ruhu.”

Çocukluğun her nefesi, bir maceradır aslında. Kişinin temel karakterini bina eden temel unsurdur aynı zamanda. İyi ya da kötü olarak nitelendirdiğimiz bu toplum, tamamen çocukluk döneminin eseridir.

Bu coğrafya, edebiyat için çok mümbit toprakları barındırır bağrında. Aslında bu coğrafya da her bir çoban, her bir usta, her bir ak sakallı ve her bir anne, bir öğretmendir aslında. Eğitimini doğal olarak tamamlar ve gelecek nesillere aktarır.

Bu hayat okulunun ak sakallı öğretmenlerinden birinin anlattığı hikayeyi anlatıp yorumu yine hayat okuluna bırakacağım. Belki üzülür, belki de lanet okursunuz; lakin, inkar edemeyeceğimiz bir konu, bu coğrafyayı değiştirmenin çok zor olduğudur.

Bir zamanlar, mahallenin ak sakallı bilge dedesi Süleyman amca’dan ilginç bir hikaye dinlemiştim. Bugün anlatmış gibi hatırlıyorum bu hikâyeyi. Süleyman Amca, sokakta ayaküstü ve bastonuna dayalı bir üslupla anlatmıştı bize. Gerçekten de o, bilge bir insandı. Hikaye ve kıssalarla ders vermeye çalışır, tebessüm dolu çehresini bozmazdı. Hikâyelerine jest ve mimikler katar, bizi o asırlara götürürdü.

Ne zaman sokağa çıksam bu hikayeyi anımsar, gözlerim Süleyman amcayı arardı. Gerçeklik payını bilmiyorum; ama bildiğim ve şimdi farkına vardığım tek şey, Süleyman amca gerçekten iyi bir hikayeciydi. Okuması ve yazması yoktu; lakin çok iyi bir sözlü edebiyat kuşağında geçtiği ve iyi bir hafızaya sahip olduğu muhakkaktı. Hikâyelerini seviyemize indirir, bizi macera ve heyecanın zirvesine taşırdı. O iyi bir insandı. Ruhu şad, mekanı cennet olsun.

Onun kadar olmasa da onun etkisinde kalan bir dinleyici edası ile anlatayım. Yazmak bizden ibret almak sizden olsun.

Baharın badem kokulu havası bitmiş yaza doğru gün sayıyorduk. Herkes yazın bunaltıcı havasından kaçıyor, kendini ya bir ağaç gölgesi, ya da bir duvarın gölgesine atıyordu.

Sekiz aylık yorucu bir eğitim-öğretim yılının ardından, okul kapıları kapanmıştı. Sevinçten havalara uçuyorduk. Yatılı okulun o yorucu havası, bize köyümüzün özgürlük dolu eşsiz havasını özlettiriyordu. Öğrencilerin bağırıp çağırmaları, ranza sesleri, yemekhanenin kokusu, okul kavgaları, banyo sırası kavgaları, etütler... Belli bir süreden sonra bıkkınlık veriyordu artık. Her ne kadar okul duvarları arasında ruhumuz sıkılıp köyü özlesek de her şeye rağmen yatılı okul bir başka güzeldi.

Öğretmen, karne tarihinin müjdesini verdiğinde, sevinçten havalara uçardık. Başımızdaki kasketleri havaya atar, “öğretmenim çok yaşa, öğretmenim çok yaşa” naralarıyla okulu inletir kendimizden geçerdik.

Bir kaç tembel öğrenci dışında herkes mutluydu. Onlar, karne günü ağlar, sızlar ailelerinin yüzlerine nasıl bakacaklarının korkusunu yaşarlardı. Gerçekten ben de onlara acırdım. Kendimi onların yerine koyar merhamet duygularım kabarırdı bazen.

Okulların kapanmasıyla köye döner, özlemlerimizi doya doya giderirdik. Zamanında gitmediğimiz yerlere gider, yeni yerler keşfetmenin hazzını yaşardık. Dağlara, derelere ve ovalara gider; kuş yuvalarını, tilki yuvalarını, kirpi yuvalarını, köstebek yuvalarını ayrı ayrı inceler onlarla bir bütün olur kendimizi bir an masal diyarında hissederdik.

En zevklisi de, tilki yuvalarına kuru diken doldurup ateşe vermekti. Çaresiz tilki, ateş ve duman arasından kaçar ve biz köpeklerimizle onu kovalardık.

Kuş yuvalarından yavrularını alır, annelerinin başımız üzerinde uçuşup bizden merhamet dilemeleri bizi acımasızca mutlu ederdi. Kuşların bize yalvarmasıyla kendimizi güç sahibi hisseder, onlara emirler yağdırır ve bağırırdık. O masum kuş yavrularının yeri göğü inleten feryatları kulaklarımın bir köşesindedir hala.

Bazen çıplak ayak, bazen ağabeyimizin on numara büyük bir ayakkabısıyla macera arardık hep.

Ayağımıza batan dikenleri çıkarmak ve çıkardığımız dikenin büyüklüğüyle övünmek bizi onurlandırırdı. Biz, bu yaşantımızdan gayet memnunduk. Oyun, yaralarımızın iyileşmesi için iyi bir terapiydi adeta.

Çok kere ailelerimizden azar işitirdik. Evden kaçar, bir bostan veya üzüm bağında karnımızı doyurur, akşam kimseye görünmeden eve dalar, dokuz-on kişinin sırt sırta yattığı damlarda bir köşeye sıvışıp yatardık. Sabah, aynı zevk ve heyecanla yine özgürlüğün yolunu tutar, kendimizi tabiatın kollarına atardık. Sekiz aylık yorucu okulun ardından, hiç kimse keyfimizi kaçıramazdı zaten.

Bu güzel yaz tatilinin serin bir sabahında erkenden uyandım. Annemin yeni yaydığı tereyağından yufka ekmeğe bolca sürüp, elimdeki dürümle arkadaşlara doğru kanat çırptım. Arkadaşlarım benden önce hazırdı. Beni görür görmez coşup geldiler hemen. Gülüşüp koklaştık, dut ağaçlarının dallarına asılıp sallandık…

Biz hep dört kafadardık. Olmadık hayaller kurar, Kaf Dağı’ında bela arardık.

Köy odalarının vazgeçilmez bir efsanesi olan “Cin Mağarası” hayallerimizi süslerdi hep. Ora hakkında efsaneler dilden dile dolaşırdı. Rivayete göre bu mağara, Gâvurlardan kalmaydı. Gavurlar burada hazinelerini gömmüş ve en güçlü bir büyü ile büyüledikten sonra bırakıp gitmişlerdi. Yine geri gelecek ve hazinelerini alacaklardı. Bu yüzden cinler onların hazinelerini korurdu hep. Lanetli mağara olarak da bilinen bu mağarada sayısız börtü böcek ve kuş yaşardı. Oradaki güvercin yavruları ise bir başka şekilde hayallerimizi süslerdi. Köyde pek bulunmayan yaban güvercinleri bu mağarada yavrulardı. Kavurucu sıcakta kuşlar, bu mağarada dinlenir ve susuzluğunu giderirdi. Mağarada bir su kaynağı vardı ki dillere destan . Çobanlar gitmedikleri halde hep bu suyun tadının güzelliğini ballandıra ballandıra anlatırlardı. Fakat korkudan kimse buraya bir türlü gidemiyordu. Burada cinler ve periler de barınırdı. Aslında burası cin ve perilerin başkentiydi. Koca koca adamlar bile cesaret edemezdi buraya gitmeye. Biz bu mağaraya mutlaka gitmeliydik. Gitmeliydik ki herkes cesaretimizi bilmeli ve güvercin yavrularımızı kıskanmalıydı.

Biz hep dört kafadardık:

Ramazan, Cuma, Hasan ve ben.

Ayrı çocuklardık gerçekten de. Cuma, o çakır gözleriyle nerede görülmemiş bir yer varsa önceden keşfeder ve bize haber verirdi. Okula da gitmiyordu zaten. Hep kuzu güderdi. Gördüğü yeri beğendiğimizde takdir bekler havalara girerdi.

Ramazan ise üvey annesinin elinde büyümüştü. Her yeri nasırlıydı dayaktan. Onun için dayak bir anlam ifade etmiyordu. Zaten pek ailesini de takmıyordu. Yaz tatilinde köye geldiğimizde annesini görmüş gibi mutlu olurdu. Ona bazen evden bir şeyler aşırıp verirdim. Cesur bir çocuktu.

Hasan ise çok farklı ve çok merhametli biriydi. Kuşlara ve kirpi yavrularına işkence yaptığımızda ilk önce o müdahale eder, elimizden alıp salıverirdi. “Bu dünyada sağır ve dilsiz hayvanlara işkence yaptığımızda öbür dünyada da onlar bizim yerimize geçecek ve bize aynısını yapacak” ikazını hep söylerdi. Ailesinin son çocuğu olması hasebiyle çok seviliyordu. Babası ve annesi ona hep bebek muamelesi yapar bir gölge gibi onu izlerdi. Babamla sıkı dost olan babası, benim yanımda olunca, Hasan’a ses çıkarmaz, kaygılanmazdı. Beni de Hasan’dan ayırmazdı zaten . Bu nedenle yatılı okulda da hep birbirimizi kollar ve yardımlaşırdık.

Korku ve dayanılmaz bir merakla “Cin Mağarası’na” gitmeye karar verdik. Yorucu üç dört saat yolculuk sırasında, yavruları alıp neler yapacağımızı bir birimize anlattık. Heybelerimize kaçar tane dolduracağımızı planladık. Yaban armutlarının en tepelerinde kalmış son armutları midelerimize indirdik. Oynaya zıplaya mağaraya vardık.

Mağaranın kapısına vardığımızda Ramazan’a içeri dalması için cesaret verdik. Ve Ramazan içeri daldı. Ardından üçümüz korka korka karanlığa doğru i

lerledik. Gözlerimiz cin ve perilerin tahtını ararken kuşların ötüşü de korkumuzu yenmişti. Mağara gözeneklerindeki güvercin yavrularına doğru tırmandık. Çok sayıda yumurta ve küçük yavrularla karşılaştık. Büyük kuşlar bir bir mağaradan uçup uzaklaştılar. Her birimiz, bol bol güvercin yavrusu yakalayıp heybelerimize koyduk.

Hasan yine o merhametli tavrıyla sadece bir tane yakalayıp heybesine kattı. Gerçekten de yavrular henüz çok küçüktüler. Bize yalvarır mahiyetteki inlemeleri ve cıvıltıları kulaklarımdadır hala. Mağaranın o güzel suyunu bile sevinçten görmemiştik. Oysaki çok güzel bir su sesi yankılanıyordu mağaranın duvarlarında.

Keyiften adeta uçarak mağaradan indik. Mağaranın yanı başındaki dut ağacının gölgesinde güvercin yavrularını çıkarıp bir birimize nispet ettik. Köyde atacağımız havayı, hayal edip koca koca sözler sarf ettik. Dürümlerimizi bitirip, ağaca tırmandık. Epeyce yorulup susadık.

Hasan, dayanılmaz bir susuzluğa tutulmuştu. “ Ah keşke biraz su içseydim mağarada” deyip duruyordu. Zaten zayıf bir bünyesi vardı.

Mağarada su bulunduğunu ve oraya gitmek istediğini söyledi. Tek başına kalmaktan ve sessizlikten korkardı. Yatılı okuldayken bu yüzden ona şakalar yapardım hep.

Benden kendisine eşlik etmemi istedi. Yapacağım muzipliğin planıyla yok dedim.

Hep birlikte bir ağızdan ona;

- Korkak, korkak, ödlek, ödlek... dedik.

Tek başına gitmeye de cesaret edemiyordu doğrusu. Yediği tuzlu çökelek dürümü, onu çok susatmış ve Hasanın tüm korkularını almıştı. Mağaraya gideceğini adım gibi biliyordum. O zaman aklıma bir hinlik geldi:

Okulda yaptığım şakalardan birini ona tekrar yapacaktım.

Güvercin yavrularından birini uçurup peşinden koştum ve gözden kayboldum. Etrafı dolanıp mağaraya vardım. Ramazan ve Cuma yorgunluktan beni fark etmediler bile.

Mağarada tek başıma korkmuyor değildim aslında. Ama yapacağım muziplik, korkumu yenmişti. Neden sonra , Hasan göründü. Güneşin yüzüne vurduğu yeşil gözleri bir misket parlaklığında göründü. Büyük bir korkuyla mağaranın duvarlarına tutuna tutuna su birikintisine yaklaşıp, suya eğildi. Tam o sırada arkasında saklandığım yerden, canavarca korkunç bir ses çıkarıp üzerine atıldım. Hasan büyük bir çığlık atarak sırt üstü yuvarlandı. Çırpınıp tüm vücudu titredi ve ayakları suya değdi. Gözlerini açıp bana baktı. Ben kahkaha atıp yüzünü kendime doğru çevirdim.

Hasan, Hasan… Ses yoktu.

Dişleri kenetlenmiş, boncuk gözlerinin feri sönmüştü. Ne kadar bağırıp çağırdıysam yanıt vermedi. O zaman anladım ki büyük bir hata yapmışım. Bu sefer korkma sırası bana gelmişti. Ne yapacağımı nerelere gideceğimi bilemedim. Mağaradan çıkıp, Ramazan ve Cuma’nın yanına gittim. Hasan’a bir şeyler olduğunu ve kıpırdamadığını söyledim. Üç kişi mağaraya koştuk. Hasan’ı epey salladık, kucağımıza alıp yüzüne su serptik. Hasan’dan ses seda yoktu.

Mağara ve tek başına dört çocuk…

Mağaraya gelirken yaklaşık iki yüz metre uzaklıkta bir sürü gözüme ilişmişti. Bir an onu hatırladım. Cuma ve Ramazan’ı Hasan’ın yanı başında bırakıp, kaval sesine doğru koştum. Çobanın kaval sesi, dut ağacının yapraklarıyla terennüm ediyordu. Nefes nefese Çobanın yanına vardım. Çoban, Ramazan’ın akrabasıydı. Ramazan’ın da bizimle birlikte olduğunu söyledim. Olayı kendisine anlattım.

Sürüsünü başka bir çobana teslim edip peşim sıra geldi.

Bizi azarlayan bir edayla; “ne işiniz var orada, yaşım 45 bir gün olsun oraya gitmedim. Ne yaptınız kim bilir? Siz belanızı mı aradınız orada…”

Çoban Amca’nın azar ve nasihat dolu homurtularıyla mağaraya vardık. Hasan’ı sırtına alan çoban, büyük bir korkuyla burayı terk etmemizi ve ardından gelmemizi istedi.

Korku ve telaş hepimizi sarmıştı. Köye doğru yaklaşınca ayaklarımız bir türlü köye doğru gitmek istemiyordu. Ailelerimize ne diyecek, Hasan’ın ailesine ne yüzle bakacaktık.

Hasan’ın dili kilitlenmiş bir türlü konuşamıyordu. Ben de korkudan bir türlü gerçeği söyleyemiyordum.

Hasan’ların avlusunda Hasan’ı sekiye serdik. Damda dut kurutan anne ve babası, elindeki küreği atarak çığlık ve feryatlarla damdan indiler. Hasan’ın üzerine ağıt yakıp öldüğünü zannettiler. Annesi dizlerine vurup, Hasan’ı kucakladı ve öptü.

Ne oldu? Ne oldu? Soruları bizi şaşkına çevirmiş, dilimizi kilitlemişti. Çoban Amca, olan biteni anlattı.

Hasan’ın annesi Cin Mağarası’nda Hasan’a cinlerin musallat olduğunu ağlayarak anlattı. “Ben size o mağaraya yaklaşmayın demedim mi? Orası cinlerin ve perilerin evidir demedim mi?” Bir anda şaşırmıştım. Gerçekten de ben mi yapmıştım, yoksa cinler mi çarpmıştı Hasan’ı. Olayımız, kısa zamanda dört bir yanda duyuldu. Civar köyleri aşıp şehirlerde yankılandı. Uzak köylerden bile gelip Hasan’ın durumunu soruyorlardı.

Herkesten farklı bir ses çıkıyordu: Şuraya götürün, buraya götürün, o ne anlar, siz en iyisi… Babam, beni bir hafta eve hapsetti. Sonradan, ağabeyim diğer arkadaşlarımın da eve hapsedildiği haberini verdi.

Köyün efsunlu bir İmhan teyzesi vardı. Acayip boncuklarla doluydu gerdanı: Katır boncukları, nazar boncukları, kutsal topraklardan getirilmiş yeşil kumaşlar, küçük toprak torbacıkları, kennirler, tespihler, muskalar…

İmhan Teyze, Hasan’a teberrüken pişirip getirdiği çorbadan içirmek istemiş fakat Hasan İçmemişti. İmhan teyze, bunun üzerine bu hastalığın tamamen cin tutulması olduğunu söylemiş, üstelik bu cin türünün Rahmani değil, Şeytani olduğunu belirtmişti. Bunu iyileştirecek tek kişinin Adıyaman Kollık’te (Kahta) bir cincinin olduğuna kanaat getirmişti.

Hasan’nın ailesi için yeni bir umut ışığı doğmuştu. Çaresizlik ve cahillik insanı her kapıya götürürmüş, derler.

Sabah erkenden Hasan’ın büyük abisi atı hazırlayıp Kollık’e doğru yol aldı. Ben merakla evin penceresinden onu izliyordum. Hasan’ın bir an evvel iyileşmesini, tekrar yatılı okula gitmesini ve bu olayı unutmasını istiyordum.

İki gün sonra Hasan’ın ağabeyi ve Cinci, köye geldiler. Köylü büyük bir hürmetle şeyhi karşıladı. Elini öpenler, hasta çocuğunu getirip başını okşamasını ve dualar okumasını dileyenler, Hasan’ın tez elden iyileşmesini dileyenler…

Hasanların büyük odasında herkes toplanmıştı. Hasan’la ben ,o odada çok ceviz oyunu oynamıştık. Defalarca kendi evinde Hasan’a hileler yapıp cevizlerini kapmıştım. Babam ve abimde oraya doğru gittiler. Ben meraktan çatlamak üzereydim. Cinci, Hasanlarda iki gün kaldı. Herkes evinden bir şeyler taşıyordu Cinci Hoca’ya .

Sabah kahvaltısını yaparken abim, anneme şunları söyledi:

Cinci Hoca, Hasan’ı iyileştirecek inşallah. Hasan’ın babasıyla anlaşmış; on tane altın alacakmış. Yarısı şimdi, yarısı iyileştikten sonra. Babası iyileşmesi karşılığında tüm malını bile verebileceğini belirtmiş Cinci’ye…

Üçüncü gün Cinci Hoca, Hasan’la birlikte mağaraya giden diğer çocukları da istemiş. Babam sıkı sıkı kolumdan tutarak Cinci Hoca’nın karşısına götürdü. Korkunç bir yüzü vardı. Dişleri sararmış, kirpikleri dökülmüş, yanaklarında çukurlar oluşmuştu. Burun deliklerinden dışarı fırlayan burun kılları sakalına karışmıştı. Ramazan ve Cuma’dan sonra bana da sorular sormaya başladı:

“Hasan yere düştüğünde, onun sağında mı yoksa solunda mıydın?

Ben, sağında olduğumu belirttim. Cinci “eğer, solunda olsaydın seni de çarpardı” dedi. Çok korktum ve inanmaya başladım. Evet . Hasan’ı bu duruma ben değil de cinler getirmişti. Cinci Hoca, elinde anlaşılmaz karakterle dolu bir kitaba bakıp bakıp çevresine anlaşılmaz sözler sarf ediyor, herkesi Hasan’ı iyileştireceğine inandırmaya çabalıyordu. Ben bütün bunların birer rüya olmasını istiyor ve tekrar Hasan’la birlikte okula gitmek için Allah’a dua ediyordum. Elindeki kağıda bir şeyler karalayan Cinci, anladım, anladım…

Bu şeytani bir cin… Bu şeytani bir cin…

Buna Estaroğ derler Estaroğ…

Cinci, ardından cebinden bir ayna çıkarıp üzerine bir şeyler yazmaya başladı. Ardından Hasan’ın çimen yeşili boncuk gözlerine ve kulaklarına üfleyip höykürdü:

Hasan’ın ruhunda Estaroğ’u hapsettim. Evet onu hapsettim…

Kadınlar yüzlerini tülbentle silip, ağız ve burunlarını kapattılar. Ağladılar. Cincinin ilmi karşısında şaşırıp kaldılar. Büyük bir umutla Cincinin onu iyileştireceğine inandılar. Estaroğ’u öldürmeden bırakmayacağım. Bana birkaç tane ıslak değnek verin!

Abdullah Abi, koşup nar bahçesinden taze nar dallarından bir demet yapıp getirdi.

Hasan’ın ayaklarını bağlayıp kaldırdılar. Cinci elindeki değnekle vurmaya başladı. Hasan feryatla inlemeye ve ağzından köpüklerle mırıldanmaya başladı. Ayaklarına vuruldukça inlemeleri de arttı. Ayakları kanamaya başladı. Cinci ısrarla bu bağırmanın Hasan’a değil, Estaroğ’a ait olduğunu asla ve asla cinin elinden kurtulamayacağını söylüyordu. Hasan’ın annesi gözyaşlarını poşusuyla silip duruyor, babası ise soğukkanlılığını korumaya çalışıyordu.

Hasan’a değnek vurulunca yüreğimden bir parça kopuyordu. Bedenime ateşler düşmüştü. Kanı gördükçe benimde içim kanıyordu. Terlemiştim. Aslında o değneklerin her biri aynı zamanda yüreğime de değiyordu.

Hasan’dan oluk oluk kanlar sızmış, gölet oluşturmuştu.

Yüreğimde, fırtınalar kopup, ruhumda şimşekler çakarken aklım, pazartesi Hasan’la okulun yemekhanesinde sıra olmayı düşlüyordu. .

O gün, Hasan’a bitmez oldu. Hasan için güneş bir türlü batmıyordu sanki. Hasan’ın inleyen sesi akşam ezanıyla karıştı. Hasan, son kez yeşil gözlerini açıp kapattı ve bir daha da açamadı, iki ayağını karnına doğru çekip ruhunu Rahman’a teslim etti.

Kan yığınları içinde Hasan’ı kucaklayan babası ne yapacağını bilemiyordu. Büyük bir umutla Cinci Hoca’nın yüzünü yokladı ve Hasan’ın üzerine kapandı. Hepimiz ağlıyorduk. Belki de kainat ağlıyordu. Kadınlar yüzünü tırmalıyor ve dizlerine vuruyordu. Annem kolumdan tutup dışarı çıkardı. Aslında ilk ölümü, o gün ben de tatmıştım zaten.

Bu olayın üzerinden yaklaşık olarak kırk yıl geçti. Hasan’a yaptığım bu ağır şakayı bir türlü unutamadım. Unutmayacağım da galiba. O masum çocuk temiz yüreğiyle bu dünyanın kirli işlerine pek bulaşmadan göçüp gitti. Lakin bana kaldırması ağır bir vebal bırakıpta gitti. O bir kez öldü ben ise her gün ölüyorum.

Hasan, her gece rüyalarımda dile geliyor ve bana diyor ki; hain, hain, eline ne geçti? Süleyman amca, bu hikayeyi kimden duydu, nasıl bu kadar duygusal bir biçime soktu bilemiyorum. Bildiğim tek şey o bilge insan, her şeyin dozunu iyi ayarlamak gerektiğini bu hikayeyle beynimize kazımıştı.

Selam ve muhabbetle.

Bu yazı 2024 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum