Kadir BÜYÜKKAYA

Kadir BÜYÜKKAYA

[email protected]

MECBURİ BİR GECİKME VE ZORUNLU BİR CEVAP

18 Şubat 2012 - 22:00

MECBURİ BİR GECİKME VE ZORUNLU BİR CEVAP

          20 Aralık tarihinde Siverek gençlik sitesinde “Bırakalım herkes kendi dili ile konuşsun” başlığı altında bir yazım yayınlandı. Söz konusu yazıda bir uçak yolculuğu sırasında karşılaştığım üzücü bir olayı siz değerli okuyucularla paylaşmaya çalışmıştım. Söz konusu yazıyı okumamış olanlar aşağıda vereceğim  linkten yazıyı okuyabilirler.
http://www.siverekgenclik.com/modules.php?name=Kose_Yazilari&op=YaziyiGoster&artid=1422
         Yazdığım yazıya ilişkin çeşitli yorumlar yapıldı. Yapılan yorumları yadırgamıyorum. Her insan doğruluğuna inandığı görüş ve düşüncelerini elbette  serbestçe dile getirecektir, getirmelidir. Bu demokrat olanın,çağdaş olmanın  ve sonuç olarak insan  olmanın gereklerindendir. Bu insani hak kullanılırken yeter ki  bir başkasının hakkına hukukuna karşı saygısızlık yapılmasın.
            Yazdığım yazıya ilişkin yapılan birkaç yorumdan birisi, Siverekli değerli hemşerim Recep Ağırmatlı ya, diğeri de kıymetli hemşerim M.Sait Mızraklı’ya aittir. Sayın Recep Ağırmatlı yazdığım yazının hayal ürünü olduğunu, Avrupa’ya uçan bir uçakta bu tür şeylerin olamayacağını, kısacası canım sıkıldığı için kalkıp böylesine bir senaryoyu uydurduğumu iddia ediyor. Recep kardeşim bir sonraki yorumunda hızını alamayarak benim Avrupa’da keyif çatığımı söyleyerek yıllardır akan kardeş kanından nerde ise beni sorumlu tutuyor.

           Hemşerim  Mehmet Sait Mızraklı ise, yazdığım yazının Türk-Kürt kardeşliğini dinamitlediğini, insanlar arasına nifak soktuğunu söyleyerek bunu yapmakla elime neyin geçtiğini soruyor. Mehmet Sait Mızraklı yorumunda, yazımın içeriğinde insanları tahrik eden şeyler olduğunu söyleyerek cevaplandırmam için bana tam tamına 10 soru yöneltmiş.

          Yazıma eleştiride bulunan bu iki arkadaşa ayrı ayrı cevap vermek yerine her ikisine ortak ve genel bir yanıt vermeyi daha uygun buluyorum. Şunu hemen belirteyim ki Kürt meselesi benim yazdığım bir yazı ile ne alevlenir ve ne de küllenir. Çünkü bu mesele benden çok önceleri vardı  ve benden sonra da var olacaktır. Bunu  bugün ben değil, Türkiye cumhuriyeti Başbakanı kendi ağzıyla söylüyor. Kürt meselesinden dolayı binlerce köyün yerle bir edildiği, binlerce ailenin parçalanarak mağdur edildiği ve on binlerce insanın canından olduğunu sizin gibi bende kabul ediyorum. Bütün bunlar  inkar edilecek şeyler değildir. Ancak yaşanan bütün bu  kayıpların sorumlusu Ali-Veli değil tarihsel gerçeklere gözlerini kapatan ve problemi yok sayan inkarcı zihniyettir.
         
          Hakkında yorum yaptığınız yazım dikkatlice okunduğunda görülecektir ki ayrımcılığı ben yapmış değilim, ayrımcılığı yapan Türkçe bilmeyen gariban bir Kürt kadınına saygısızlık eden, herkesin içinde ona ulu-orta bağıran ve aşağılayan,  onu  Türkçe konuşmaya zorlayan ırkçı bir bayandır. Uçakta bulunan yüzlerce kişinin gözleri önünde cereyan eden bu olay karşısında kimsenin kılı kıpırdamamıştır. Başı külahlı eli tespihli ve bir o kadar kravatlı insandan bir tek tepki gelmemiştir. Savunmasız durumda olan ve hakarete uğrayan o fukara Kürt kadınına bir tek Allah’ın kulu sahip çıkmamıştır. Onca insan arasından onurlu ve vicdanlı birisi kalkıp o zavallı kadını müdafaa etmiş olsaydı benim bir şey söylememe belki de hiç gerek kalmayacaktı. Ama ne yazık ki herkes üç maymunları oynadı. Yani ne duydum, ne gördüm ve ne de işittim. Peki size soruyorum, benim yerimde siz olsaydınız ne yapardınız? Böyle bir olay gözlerinizin önünde cereyan etmiş olsaydı, siz buna seyirci kalacak mıydınız? Bir şeyler söylemek ve müdahalede bulunmak için hakarete uğrayan bu yaşlı  kadının mutlaka  bizden birisinin annesi, ninesi, teyzesi veya bir yakını  olması mı gerekiyordu? Bakınız, dikkatinizi çekiyorum. Haksızlığa uğrayan, mağdur edilen yaşlı bir Kürt kadını farz edelim ki ismi Kezban’dır. Saygıyı hürmeti bir kenara iten, kendini bu memleketin tek sahibi gören ise kendini bilmez bir Türk kadını, varsayalım ki ismi Jaledir. Jale hanımın bu kabul edilmeyecek tavrı karşısında, onurunu yitirmemiş bir insan olarak sizce  ne yapmalıydım? Aman boş ver bana ne mi demeliydim? Olaya bön bön bakan, seyirci kalan diğer insancıklar gibi başımı önüme eğip sessizce yerime mi oturmalıydım? İşte  bunu mümkün değil yapamazdım. Zira kanım bu haksızlığı kaldıramazdı. Kanlı kuyuda ipe çekileceğimi, Siverek Kalesi’nde taşa tutulacağımı bilseydim, Jale hanımın o savunmasız  Kürt kadınına yaptığı  o çirkin ve o aşağılayıcı hakarete karşı kesinlikle seyirci kalamazdım ve nitekim kalmadım.
          
          Yapılan haksızlık hiçbir tartışmaya mahal bırakmayacak kadar açık ve bütün çıplaklığıyla ortada iken sizin meseleyi  çok bilinçli bir şekilde sağa sola çekmeniz, meselenin içine ilgili ilgisiz bir sürü alakasız şey serpiştirmeniz, insan aklının alacağı şeyler değildir. Bana kalırsa bu şekilde davranmanızın çok özel sebepleri olmalıdır. Ve bu büyük bir haksızlık, büyük bir vebaldir. Bingöllü yaşlı bayanın mağduriyeti ortada iken sizin Jale hanımı can-siparene sahiplenmeniz beni şaşırtmadı desem yalan olur. Kaderin cilvesine bakın ki o seviyesiz kadının  avukatlığını maalesef bizden birisi hem de bir Siverekli yapıyor. Ve yine kaderin cilvesine bakın ki tarih boyunca biz hep böyle davranmışız.. Haksızlığa uğrayan biz, yapılan haksızlığın arkasında durarak haksızlığı savunan gene biz. Bu garip davranış biçimine dünyanın hiç bir yerinde tanık olamayız. Bu davranış biçimi ne yazık ki  biz Kürtlere mahsus bir özeliktir.. Bu nedir biliyor musunuz? Bu; insanın kendine ve kendi toplumuna karşı duyarsız hale gelmesi, efendilerinin çıkarlarına sevdalanmasıdır. Bunun başka bir izahatı ve açıklaması yoktur. Bizler tarih boyunca yan yana birlikte yaşadığımız bütün halkların geleceği ve güvenliği için, nerden gelirse gelsin bütün  saldırılara karşı kararlıca durduk. Bedenlerimizi haksız saldırılara karşı siper ettik. Sağlam birer duvar gibi kötülüklerin karşısına dikildik..Herkesin huzuru ve refahı için kendimizi hiçbir çıkar gözetmeksizin siper ettik.

          Bütün bunları yaparken kendimiz için ve bizden sonra ki nesiller için bir tek hesabımız olmadı. Biz kendi geleceğimiz için bahçe duvarımıza bir tek tuğla koymadık. Evimiz parkımız yol-geçen hanına dönerken biz hep başkalarının bekçiliğini yaptık.Yani anlayacağınız yedi kıtada yetmiş düvele faydamız oldu fakat kendimize  bir tek  yararımız olmadı. Bu acayip ve  anlaşılması zor huyumuzu ne yazık ki bugün de sürdürüyoruz. Bunları söylerken el ele verip başkasına haksızlık yapalım demiyorum. Ama en azından bize haksızlık edenlerin avukatlığını yapmayı da vazifeden saymayalım diyorum.

          Açın tarih kitaplarını  Selahaddin Eyyubi’yi okuyun. Açın tarihi belgeleri Kürtlerin Osmanlı ile olan kader birliğini okuyun. Açın yakın tarihi Kürtlerin Kurtuluş Savaşı’nda ve Kıbrıs harekatında gösterdikleri parlak çabaları görün. Peki sonrasında ne oldu? Olanlar ortada. Ana dilimizi kullanmak bile bize çok görüldü. Bunun böyle olmadığını hiç kimse söyleyemez. Bunu, bugün aklı başında devlet büyükleri bile kabul etmişken, sizin bu tür meselelerin konuşmuş olmasından rahatsızlık duymanız anlaşılacak bir şey değildir. Evet iddia ediyorum ki bizim bu topraklarda insanca yaşamaya herkesten fazla hakkımız vardır ve ne var ki bu hak bize fazla görülüyor. Bu haklardan yararlanmak için  insanlarımız bir şeyler söylediklerinde ne yazık ki  gök yüzünden başlarına taş ve ateş yağdırılıyor. İnsanlarımız doğumdan edindikleri hakları için her ağızlarını açtıklarında hep başka yerlere gitmeleri için önlerine türlü türlü yollar  konuluyor. 1930’lu yıllarda TBMM kürsüsünden insanlarımıza “ Afrika’ya gidin kendinize oralarda yer bulun.” denildi. 1970’li yıllarda yiğit gençlerimiz hak arayışına girdiğinde ırkçılar onlara Moskova’ya gidin dediler. Şimdi ağzımızı açıp sıradan bir-iki söz ettiğimizde bize Kandil’in yolunu gösteriyorsunuz. Peki ne olacak bu hal? Kim kimi, hangi hakla başka yerlere sürüyor. Bunun çözüm olmadığını öğrenmek için daha kaç yıl yaşamanız gerekecek ? Otuz -kırk yıl emek verdiğimiz bu Hollanda’da ve diğer Avrupa ülkelerinde bizler yabancılar olarak kendimizi artık bu ülkelerin asıl sahipleri olarak görürken  ve haklarımız için bu ülke yönetimleriyle dişe diş pazarlıklar yaparken, sahibi olduğumuz coğrafyada hak ve hukuktan bahsettiğimizde önümüze kalın duvarlar çekmenizi  nasıl içimize sindireceğiz. Bakın Hollanda’dan söz etmişken sizlere konuya ışık tutması açısından ilginç bir mesele anlatayım. Hollanda farklı eyaletlere bölünmüş, küçük bir ülkedir. Yüzölçümü Konya ovası kadar ya var, ya yoktur. Son yıllarda yabancılar genel ve yerel yönetimlerde söz sahibi olmak için politik arenada önemli yerlere geliyorlar. Bundan birkaç yıl önce Hollanda’nın Gelderland Eyaleti’nde Enschede şehrinde Türk asılı bir vatandaş aldığı oylarla belediye meclis üyeliğine seçilmişti. Belediye başkanı ve seçilen diğer meclis üyelerinin geleneksel yemin için bir araya gelmeleri gerekiyordu. Hollanda yasalarına göre yemin kutsal kitap İncil’e el basılarak yapılacaktı. Meclis üyeliğine seçilen Türk uyruklu vatandaş İncil üzerine yemin edemeyeceğini, bunun inancına ters düşeceğini ve dolayısıyla yemini Kur’an üzerine yapacağını ileri sürmüş ve bu önerisi ilgililer tarafından memnuniyetle kabul görülmüştü. Hollandalılar halka hizmet edeceklerine dair İncil üzerine yemin ederken bizim Türk vatandaşı da tv kameraları karşısında yeminini Kur’an üzerine yapıyordu.

          Yemin konusunda bin yıllık gelenek bir yabancının gül hatırı için bozuluyordu ve bu böyle oldu diye Hollandalılar elinde sopalarla sokaklara dökülmedi. Otuz küsür insan İncil üzerine yemin ederken bir tek insanın Kur’an üzerine yemin etmesi  hiç sorun edilmedi. Yemin etme konusunda gelenekleri bozuldu  diye  hiç kimse defolmamız için bizlere  Türkiye’nin yolunu göstermedi. Bilakis adamlar bu örnekten hareketle demokrasi ve insan haklarını konusunda ne kadar mesafe aldıklarını eşe-dosta göstererek demokrasi gelenekleriyle çok haklı olarak övündüler. Peki bizde işler nasıl işliyor Recep kardeşim. Elalemin demokrasi ve insan hakları anlayışı ile bizim tuhaf anlayışımızı birbiriyle kıyaslayabiliyor musunuz M.Sait kardeş?

          Ortaya koyduğum tavırdan dolayı beni eleştiren arkadaşlara şunu sormak istiyorum. Ata ve ecdatlarımız Sarıkamış’ta , Çanakkale’de ve daha birçok yerde, elde silah bu vatan uğruna kanlarını akıtmadılar mı? Peki bunun karşılığı dilimizin, kültürümüzün, adet ve geleneklerimizin  yasaklanması mı olmalıydı? Bunlardan hiçbirisi olmadı diyebilir misiniz? “Yok bunlardan hiçbirisi olmadı.” diyorsanız o zaman bir zahmet altmış yaş üzeri olan yakınlarınızdan birisine bundan yetmiş yıl öncesini sorun, onlar  size o dönemlerde ki uygulanan yasaklarla ilgili  inanamayacağınız  birçok hadiseler anlatacaklardır..Siz onlara sorun onlar 1935’li yıllarda Siverek çarsısında Kürtçe ve Zazaca konuşulduğunda zabıtalar tarafından nasıl kovalandıklarını ve yakalandıklarında kaç kuruş para cezasına çarptırıldıklarını size bir bir  anlatsınlar. Siz büyüklerinize sorun  onlar size 1970’li yıllarda insanlarımızın başındaki puşi (çefyeler) başka şeyleri çağrıştırıyor diye Siverek çarşısında polis tarafından nasıl lime lime edildiğini bir bir anlatsınlar. Sözünü ettiğim bu insanlık dışı uygulamalar ve inkarcı yaklaşımlar başka bir şekil altında ne yazık ki bugün de devam ediyor. Bütün bunları  görmek için günlük gazeteleri takip etmeniz ve Türkiye’nin bir yerinden başka bir yerine  kısa bir seyahat etmeniz  yeterli olacaktır. Bunları göremiyor ve duymuyorsanız  o zaman siz farklı bir coğrafyada yaşıyorsunuz.

          Üzerinde yaşadığımız coğrafyada konuştuğumuz dilden dolayı hakarete uğramadık. “Bu dil hiçbir zaman yasaklamalarla yüz yüze kalmadı” diyenler varsa bu doğru değildir. Bunun doğru olmadığını bizzat tanık olduğum iki olayla açıklamaya çalışacağım. İnanmak, inanmamak sizin elinizdedir.

           İstanbul’dan Hollanda’ya döndükten sonra uçakta karşılaştığım bu ilginç olayı Babama anlatmıştım. Babam beni dikkatlice dinledikten sonra bana dönerek “ Lan oğlum anlaşılan sen hiç akıllanmayacaksın.Yani o kadar insan içinde meseleye müdahale etmek sana mı düştü? Adamlar seni terörist diye linç etseydi ne yapacaktın? İnsan bazen söyleyeceği lafa dikkat etmeli ve üstüne vazife olmayan şeye karışmamalıdır. Yoksa insanın başına umulmadık işler gelir. Bak ben sana bir mesele anlatayım. Bu meseleyi şimdiye kadar hiçbir yerde anlatmış değilim. Çünkü bazen bazı şeyleri es geçeceksin. Bundan yıllar önce dördüncü kez hacca gittiğimde Medine’de peygamber camisinin kapısında senin anlattığın bu meseleye benzer bir olayla karşılaştım.

           Daha önce üç defa hacca gidip geldiğim için ziyaret edilecek yerleri bir çok arkadaşımdan daha iyi biliyordum. Bu yüzden birçok Siverekli hemşerimiz bana takılıyordu. Bir gün birkaç arkadaşla birlikte peygamber camisine namaz kılmaya gitmiştik. Peygamber camisi çok kalabalık olur. Namaz sonrası dışarı çıktığımızda ayakkabılarımın yerinde olmadığını gördüm. Daha önceki deneyimlerimden ayakkabı kaybının  normal olduğunu bilsem de yine de çevrede ayakkabılarımı aramaya koyuldum. Bu arada yanımda yürüyen Siverekli hemşerimiz Zulfükar-ı Bey-ri ile kendi aramızda Zazaca bir şeyler konuşuyoruz. Zülfükar-ı Bey-ri  bana Zazaca “ Yahu hacı boşver, boşuna ayakkabılarını arama, bak burada bir sürü sahipsiz terlik var al bunlardan birisine ayağına geçir “dediğinde yanımızda yürüyen uzun boylu yakışıklı birisi yakalarımıza iliştirilen Türk bayrağından bizim Türkiye’den olduğumuzu anlayarak  hışımla  bize dönerek “Yahu Türkçe konuşun Türkçe, nedir bu dır dır Kürtçe konuşmanız ”demez m? Ben bir şey söylemeye  zaman bulamadan yanında duran Zülfükar-ı Bey-ri adama dönerek “Efendim biz Kürtçe konuşmuyoruz ki, bizim konuştuğumuz Zazaca’dır.” diye cevap verdiğinde bize, Kürtçe konuşmayın diyen adam ciddi ciddi yüzümüze bakarak “Haydi haydi her ne ise Türkçe konuşun ”diyerek yoluna devam etti. ” diyor.

           Babamın bizden özenle sakladığı bu inanılması zor hadiseyi İstanbul’da karşılaştığım olay sayesinde öğrenmiş oldum. Babam bana bu meseleyi anlatırken bana kendisi gibi sabırlı olmayı ve üstüme vazife olmayan işlere burnumu sokmamayı öğütlüyordu. Yani bana dokunmayan yılan bin yaşasın hikayesini. Şimdi size soruyorum, dört defa hacca gidip gelmiş dini bütün bir Müslüman olarak babamım Allah’ın evinde hem de peygamber camisinde uğradığı bu hakareti insanlık terazisinin hangi kefesine koyacağız? Şu an seksen beş yaşında olan babamın bana iki hafta kadar önce aktardığı bu meseleye de mi senaryo diyeceksiniz? Yirmi yıl boyunca bizden özenle sakladığı bu meseleyi bize aktardığı için şimdi babam da mı sizin tabirinizle bölücülük ve kışkırtıcılık yapmış oluyor? Bu olayı anlattığı için babamı suçlu sandalyesine oturtup kendisini Kandile mi göndermek  lazım? Uçakta, hastanede, okulda ve hayatın bir çok yerinde kendi dilimizle konuştuğumuz için hakarete uğradığımız yetmiyormuş gibi Allah’ın evinde ve hem de peygamber camisinin mübarek kapısında  konuştuğumuz dile yasak konuluyor ve bundan söz ettiğimizde her nedense suçlu ilan ediliyoruz.. Eh bu kadarına da pes doğrusu. Anlattığım bu meseleye inanmayanlar varsa kendilerini babamla görüştürmeye hazırım.

          Şimdi gelelim ikinci meseleye ;

          Bundan birkaç yıl önce çocuklarımı yanıma alarak Siverek’e izine gelmiştim. Siverek’te bir-iki hafta kaldıktan sonra Erzincan’da yaşayan  bir aile dostumuzu ziyarete gitmiştik. Uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra Erzincan’a vardığımızda dostlarımızın yakın ilgisi karşısında  fazlasıyla sevinmiş ve memnun kalmıştık. Ne var ki bu sevincimiz çok sürmemişti. Akşam saatlerin de küçük kızımın karnına şiddetli bir ağrı girmiş ve kızcağız ağrıdan  yerinde duramıyordu. Apandisit şüphesiyle zaman kaybetmeden hemen kendisini Erzincan Devlet Hastanesi’ne kaldırıyoruz.

          Hastane’nin büyük salonu insanlardan geçilmiyordu. İnsanlar ellerinde dosyalar sağa sola koşup duruyordu. Prosedür gereği önce vezneye bir miktar para yatırarak sıra için bir fiş alıyoruz. Biz sıramızı beklerken kızım iki büklüm inleyip duruyordu. Kızımın aşırı derecede terlemesi, ateşinin yükselmesi benim gibi yanımda bulunan Erzincanlı dostumu ve Siverek’ten bizimle gelen amcamın oğlunu fazlasıyla kaygılandırıyordu. Biz büyük bir endişe içinde sıramızı beklerken, yanımızda oturan dostum ve amcamın oğlu oturdukları yerden kalkıp dışarıya yöneliyorlar. Meğer ikisi de kızımın durumundan kaygı duydukları için dost ve tanıdıklardan  yardım istemeye karar vermiş ve bu konuda bir arayış içerisine girmişler. Dostum Hüseyin  bir tanıdığını arayıp yardım isterken, amcamın oğlu Seyithan ise Erzincan Askeri Hastanesi’nde subay olarak görev yapan bir akrabamızı arayıp kendisine durumu anlatıyor. Dostum Hüseyin ve Seyithan Abi yardım için sağa sola koştururken bu arada sıramız geliyor ve kapıcı ismimizle bizi içeriye çağırıyor. İki eliyle karnını tutmuş olan kızımı kolundan tutup içeriye giriyoruz. İçeri girer girmez doktor “Evet şikayetiniz nedir? ” diyerek kızıma oturması için sedyeyi işaret ediyor. Kızım sedyeye oturunca kendisine doktorun sorusunu tekrarlıyorum. Kızım Türkçe bilmiyordu.Dolayısiyla kendisine soruyu kürtçe sormuştum.Amacım kızım ile doktor arasında bir nevi tercümanlık yapmaktı. Kızım kan-ter içinde şikayetini Kürtçe olarak dile getirirken ve bende söylenenleri doktora Türkçe olarak aktardığım da, doktorun birden rengi değişiyor ve bana dönerek “ Şimdi burada ne yapıyoruz? Burası Karagöz-Hacivat çadırı mı? Buraya oyun oynamaya mı geldiniz? Bırakın da kızınız kendi rahatsızlığını kendisi anlatsın” diyor. Doktorun bu ani çıkışı karşısında şaşırıyorum. Ancak hemen kendimi toparlayarak doktora : ”Doktor bey kızım Türkçe bilmiyor. Çünkü bizim gibi o’da  yurtdışında kalıyor. Evde anadilimiz Kürtçe ile konuştuğumuz için Türkçe’yi öğrenemedi ” diyorum. Bunları söyleyince doktor daha beter sinirleniyor ve bana “ O zaman öğrensin efendim. O Türkçe öğrenmemiş diye bu yaştan sonra ben mi kalkıp gavurcayı öğreneyim. “ diyor. Doktorun bu kaba davranışı karşısında başım dönüyor, gözlerim kararıyor. Artık ağzıma geleni söylüyorum. Araya kapıcı giriyor ve bizi apar topar kapı dışarı ediyorlar. Doktorun kapısından salona çıktığımızda Seyithan Abi ile askeri hastanede görevli subay akrabamız Celalettin hastanenin dış kapısından içeriye giriyorlar. Seyithan Abi’den kızımın rahatsızlığını öğrenen yakınımız Celalettin gece sporunu yarıda bırakarak  üstünde  eşofmanı hemen hastaneye koşmuştu. Kısa bir hal-hatır sormadan sonra Celalettin’e doktorla aramızda geçen tatsız olayı anlatıyorum. Celalettin sinirlenerek doğruca doktorun odasına giriyor. Çok geçmeden doktor dışarıya çıkarak bizi özel bir odaya alıyor. Yapılacak bütün tahlillerle bizzat kendisi ilgileniyor. Tahlil sonucunda kızımın midesinde bir bakteriye rastlanıyor.Yapılan bir iğne ve bağlanan bir serum kızımı bütün ağrılardan kurtarıyor. Yarım saat önce Kürtçe konuştuk diye bizi azarlayıp kapı dışarı eden hastane doktoru asker kimlikli akrabamız sayesinde bize çay-kahve ikram eder duruma gelmişti. Serum için kızımın bir saatten fazla hastanede kalması gerekiyordu. Bu zaman zarfında çevrede gördüğümüz hasta manzaraları bizi şoke etmişti. Kaldığımız oda kapısının açıldığı salonun bir köşesinde sedyeye uzatılmış sahipsiz bir hasta duruyordu. Hasta durmadan inliyor ve yardım için gelen-gidene yalvarıyordu. Adamın bağırışlarına dayanamayan kızım Dîlan sonunda gözyaşlarına boğulmuş ve yanı başında duran akrabamız Celalettin’e  dönerek;

          “Yahu amca yarım saat önce dayanılmaz acılar içerisindeydim, bir iğne bütün acılarımı dindirdi. Siz şu görevlilere söyleyin de bu fukara adama da bir iğne yapsınlar ”demiş ve orda bulunanları fazlasıyla duygulandırmıştı.

          Erzincanlı dostlarımızla birlikte güzel bir hafta geçiriyoruz. Daha sonra Siverek’e dönmek için yolla koyuluyoruz. Ağustos ayının son günleri olmasına rağmen Erzincan’ın güneyinde bulunan Munzur Dağları’nın tepesinde halen karlar duruyordu. Erzincan-Erzurum ve Dersim yol ayrımına geldiğimizde sıkı bir kontrol noktasına takılıyoruz. Dersim yoluna girmek için bir akar suyun üstüne kurulan  demir köprüden sağa dönüldüğünde askeri bir karakol binası var. Bu karakolun önündeki geniş alanda askerler gelen-giden bütün araçları durdurup herkesi sıkı bir kontrolden geçiriyorlardı. Bizden önce durdurulan İstanbul plakalı bir araç didik didik aranıyordu. Verilen işaret üzerine arabamızı uygun bir yere çekiyoruz. Elinde silah tetikte bekleyen iki asker arabaya yaklaşarak bana sert bir ses tonu ile “ Baş,üst, bagaj ve kimlik kontrolü ”diyor. Biz elimizde kimliklerimiz arabadan inerken  az ilerde bulunan karakol binasından genç bir teğmen dışarı çıkarak bize doğru geliyor. Araba’nın plakasından yurtdışından geldiğimizi anlayan genç teğmen yanımıza gelince önce kimliklerimizi kontrol etmekle meşgul olan askerlere dönerek; “Asker! Arkadaşların kimliklerini geri verin, gördüğünüz gibi arkadaşlar uzak yerlerden gelmiş ”diyor. Verilen emir üzerine askerler kimliklerimizi geri verip üst ve bagaj kontrolü yapmaktan vazgeçerek diğer arabalarla ilgileniyorlar. Teğmen bize nerden geldiğimizi ve nereye gittiğimize dair bazı sorular soruyor. Hollanda’dan geldiğimizi ve Erzincan’da oturan dostlarımız ziyaret etmekten döndüğümüzü söyleyince teğmen Hollanda’da ne işle ilgilendiğimi, çocukların okuyup okumadığına dair bazı sorular soruyor ve ben de kendisine gerekli yanıtı veriyorum. Bu arada arabadan inen çocuklardan on yaşında olan oğlum Demen susadığını söyleyerek su olup olmadığını bana Kürtçe olarak soruyor.Oğlum Demen’in Türkçe dışında yabancı bir dil ile bir şeyler sorduğunu gören güler yüzlü teğmen Demen’in başını okşayarak “ Şimdi bu yakışıklı çocuk hangi dil ile konuştu ” diye soruyor. Teğmene “Oğlum Demen benimle Kürtçe konuştu ve bana susadığını su olup olmadığını sordu. ”dediğimde teğmen hayret edercesine “ A öyle mi, ne güzel. Vallahi sizi tebrik ederim insanın kendi memleketinden binlerce km uzaklarda yabancı  bir diyarda kendi çocuklarına ana dilini öğretmesi güzel bir şey. Ben Kürtçe’nin sadece yaşlı insanlar tarafından konuşulduğunu tahmin ediyordum. Bu yaşlarda bir çocuğun Kürtçe konuştuğuna ilk kez tanık oluyorum.” diyor. Teğmen oğlum Demen’in Kürtçe konuşmasına ilişkin memnuniyetini dile getirdikten sonra az ilerde duran bir askere seslenerek; “Asker içerden birkaç şişe su getir, arkadaşlar yol da içer” demesi beni mutlu ediyor. Bu genç teğmenin bizimle olan bu sosyal diyalogu beni son derece sevindiriyor. Ve o an birkaç gün önce Erzincan’da devlet hastanesinde o kaba doktorun sergilediği o ilkel davranış ile bu genç teğmenin medeni davranışını karşılaştırarak insan olmakla insanlıktan uzaklaşmış  olmanın farkını yakalamaya çalışıyorum. İnsanlık çizgisine yakın duranlar  insanda saygı uyandırırken, insanlık çizgisine uzak duranlar ise insanda tiksinti uyandırıyor. Bunu kaba doktorun şahsında ve kibar teğmenin kişiliğinde rahatlıkla görebildim.

          Yola koyulmadan önce Teğmene bir hafta önce bu yoldan Erzincan’a gittiğimizi ve bu yolda herhangi bir kontrol ile karşılaşmadığımızı bugün yapılan bu sıkı kontrolün özel bir sebebinin olup olmadığını soruyorum. Teğmen iki gün önce başlayan Tunceli kültür ve sanat festivalinden dolayı kontrolleri sıklaştırdıklarını söylüyor.

          Şimdi gelelim Siverekli hemşerim Recep Ağırmatlı’nın şahsıma yönelttiği özel sorulara;

          1-Evimde beş çocuğumun beşi ile de Kürtçe ve Zazaca konuşuyorum. Yani çocuklarım günlük yaşamda güzel dilimizin her iki lehçesiyle  konuşuyorum ve bundan gurur duyuyorum.Yirmi altı yıllık evlilik yaşamımda çocuklarımla evde veya dışarıda  bir tek kelime Türkçe konuşmuşluğum yoktur. Evde çocuklarımla Türkçe konuştuğunu ileri sürerek bunu birkaç yıl önce evime misafir olan birisinden duyduğunu söylüyorsunuz. Bunu size kim söyledi diye sormayacağım. Hayatım boyunca evimde birbirinden değerli binlerce insan ağırladım ve bundan büyük bir sevk aldım. Evimde ağırladığım bir insanın hakkımda gerçekleri yansıtmayan bir açıklamada bulunacağına ihtimal vermiyorum fakat gene de size yalan söylüyorsunuz demeyeceğim. Çünkü Siverekli bir hemşerime bu sıfatı yakıştırmıyorum. Size bunu söyleyen kişi bana iftira atmıştır da demeyeceğim, çünkü  evimde misafir ettiğim bir insana haksız da olsa yakışıksız bir söz söylemeyi insanlık onurumla bağdaştıramıyorum. Siz bana sordunuz ben de size doğrusunu söyledim. İnanıp inanmakta serbestsiniz. İnanmakta zorluk çekerseniz o zaman sizi bir hemşerim olarak Hollanda’ya evime davet edeyim gelir her şeyi gözlerinizle görürsünüz. Ya da günün birinde ben Siverek’e geldiğimde siz beni evinize davet eder ve çocuklarımın Zazaca veya Kürtçe konuşup konuşmadıklarına bizzat tanıklık edersin. Bu arada size bir şey söyleyeyim mi? Son yıllarda Almanya’da yapılan ciddi bir araştırmaya göre Almanya’da üniversitelerde okuyan yabancıların, Alman çocuklarına nazaran daha başarılı oldukları yönünde bilimsel bir yargıya varmışlar  ve bunu da yabancıların kendi aile ortamında ana dilleriyle konuşmalarına bağlıyorlar. Bu yüzden  yurt dışında yaşayan biz Kürtler yaşamın bir çok alanında dilimizin avantajlarından yararlanıyoruz. Dolayısıyla şimdiye kadar bir şeye yaramaz diye Zazaca’yı önemsemeyip öğrenmemişseniz bundan sonra önemsemeye ve öğrenmeye çalışın.

          2- Evet. Çocuklarım var. Allah sizinkileri de bağışlasın Hepsi Hollanda’da dünyaya gelmiş ve Kandil’e gitme gereği duymamışlardır. Yirmi yaşın üzerinde olan ve üniversitelerde eğitim gören çocuklarımın tercihleri kendilerine aittir. Gidebilir veya  gitmeyebilirler. Nasıl ki geçmişte babalarımız tercihlerimizin önüne geçemediler ve kendi yolumuzu kendimiz çizdik, çocuklarımız da öyle. Hele hele bu Avrupa’da Kandil’den yana tercihini yapanlara  saygısızlıkta yapmayız. Dedim ya bu bir tercih meselesi.Bilmem anlatabiliyor muyum?

           3-Ferit Uzun gibi değerli bir insanı vuranlar önce ona sonra kendilerine ve daha sonra da Siverek’e büyük bir haksızlık yapmışlardır. Zira Ferit Uzun hiç bir çıkar gözetmeksizin kendini bu halkın davasına adayan, çok  dürüst ve çok boyutlu bir insandı. Onun  o dost gülüşü, insana güven ve itimat aşılayan söz ve müziği  yüreğimin bir köşesinde  halen dipdiri duruyor. Onun şu veya bu şekilde vurulması büyük bir kayıp olmuştur. Ne var ki onun ölümü üzerinden onun davasına kara çalmayı da dürüst bir hareket olarak görmüyorum. Onun Anne-Babasının içine düştüğü sefalete, eşi ve çocuğunun yüz yüze kaldıkları duruma madem bu kadar hayıflanıyorsun o zaman onun uğrunda hayatını feda ettiği davaya biraz saygı göster. Yoksa senin Ferit Uzun gibi bir insana yandığına nasıl inanacağım. Bana kalırsa senin derdin çok başka. Sen elinde kırık bir mum ile Kürt halkı için bir şeyler yapmaya çalışan kimi insanların yanlışlıklarını eksikliklerini arayarak, samimi olmayan düşüncelerine malzeme toplamaya çalışıyorsun. Bence sen bunlardan vazgeç. Ferit Uzun kendisini bu halka adarken mücadele yolunda  karşısına çıkabileceği her türlü ihtimalleri  hatta ölümü bile hesaplamış ve ona göre hesabını-kitabını yapmıştır. Dolayısıyla ona timsah göz yaşları dökmenize gerek yoktur.

          4-Kürt-Türk kardeşliğinden rahatsız olduğumu beyan etmeniz bir safsatadır. Benim kendileriyle dost ve arkadaş olduğum Türklerin sayısını bilseydiniz bu yakıştırmayı bana yapmaktan sıkılırdınız. Benim birbirinden güzel yürekli yüzlerce Türk dostum vardır. Ama onlar çocuklarımla  Kürtçe konuştuğum için yüzlerini buruşturan Türklerden değiller. Onlar benimle gülen benimle ağlayan ruhları ince insanlardır. Bu nedenle Kürt-Türk kardeşliğinden rahatsız olduğumu söylemeniz üzerine düşünülmeden sarf ettiğiniz bir sözdür.

          5-Kürtçe’nin serbest bırakılması durumunda bu dilin insanlar  tarafından rağbet görüp görmemesi  konusunda şimdiden ezbere konuşmayalım. Bu önemli  konuda kesin kararı vermek sana-bana düşmez. Bırakalım bu konu ile ilgili kararı bu meselede bedel ödeyenlerin kendileri versin. Madem bu dile ilgi yok, olmayacak o zaman  niye korkuyorsunuz? Bu dilin varlığından neden bu kadar rahatsız oluyorsunuz. Sakın bana rahatsızlık filan duymuyorum deme! Jale hanımı savunmak için bu kadar hiddetlenmenizi başka neye yoracağız. Hem ben size ilginç bir mesele anlatayım mı? Yıllar önce çocuklarımın geçimimi sağlamak için kardeşimle birlikte küçük çaplı bir ticaret işine atılmıştım. Çalıştırdığımız iş yerinin  tavuk ihtiyacını  sahipleri Kayserili olan bir şirketten sağlıyorduk. Bu şirketin muhasebe işlerine yine Kayserili olan genç ve saygılı bir bayan bakıyordu. Her hafta sonu para toplamaya geldiğinde, kardeşimle Zazaca konuştuğumuza tanık olduğunda yarı şaka yarı ciddi Kürtlerden yakınırdı. Ona göre Lo lo’lardan ibaret bir dil ile konuşmanın ne gereği vardı. Sonra bu kızcağız şirketteki işini bıraktı ve daha karlı işlere yöneldi. Bir zaman sonra bizim Kayserili bayanın Çin üzeri poşet ticareti yaptığını birilerinden duydum ve sonrada kendisinden haber alamadım. Aradan yedi-sekiz yıl geçtiği için bu bayanı tamamıyla unuttum gitti.

          Geçen yıl Hollanda’da bulunan Türk iş adamları derneği, Türk Konsolosluğu, ticaret müşavirliği ve Hollanda ticaret odasın dan yetkililerin de hazır bulunduğu bir yıl sonu resepsiyonu hazırlamışlardı. Davet edildiğim için  bu resepsiyona kardeşimle birlikte ben de gitmiştim. Normal programa geçmeden önce insanlar bir şeyler içip kendi aralarında derin sohbetlere dalmışlardı. Çevremde kalabalık bir gurupla sohbet ederken birden karşımda şık giyimli bir bayan beliriyor. Gözlerimim içine bakan ve mahcup bir  eda ile kendisini tanımamı bekleyen bu bayan, kendisini tanımadığımı görünce kollarını açarak boynuma sarılıyor ve bana “Rojbaş Kadir Abi ”diyor. Bana Kürtçe Rojbaş diyen bayanın aksentinden onun  bir Kürt olmayacağını  anlıyorum. Hafızamı yoklamama rağmen onu tanıyamıyorum. Sonunda kadıncağız kendisini tanıtıyor. Meğer bana Rojbaş diyen hanım yıllar önce tavuk fabrikasında çalışan bizim Kayserili Berna imiş. Berna hanımla işini konuşuyoruz. Berna, birkaç yıldan beri Kuzey Irak’ta iş yaptığını ve Kürtlerden çok memnun kaldığını bana söylüyor. Berna ile olan eski samimiyetimize güvenerek kendisine “ Ya  Berna şu senin Kuzey Irak dediğin yer neresi oluyor? O bölgenin resmi bir ismi yok mu? “diye soruyorum. Berna meseleyi yıllar öncesine getirdiğimi anlamış olacak ki bir kahkaha atıyor ve bana “Yahu Kadir Abi işin orasını burasını kurcalama, hem ben araştırdım bizim dedelerimiz de Kürt’müş.” demesin mi?

          Evet değerli hemşerilerim, bu işler böyle işte. Anlayacağınız bu işler biraz da arz talep meselesi, kar çıkar meselesine bağlı olarak renk değiştiriyor. Kuzey Irak’taki Kürt idaresinin ayakları biraz daha yere sağlam  bassın, siz o zaman görün hepimiz nasıl Kürtçe öğrenmek için sıraya gireceğiz..Hollanda’da yaşayan Iraklı Kürtlerden duyuyorum, Kürt bölgesinde dört binden fazla Türk şirketi iş yapıyor ve çuval dolusu para kazanıyor. Karadeniz ve orta Anadolu’dan gelen bu şirket sahiplerinin çoğu zamanında Kürt ve Kürdistan kelimesine uyuz olmuş çevrelerdir. Fakat işin içine iş, ticaret ve dolar girince işin rengi değişiyor. Zamanında Kürt kelimesini duymak istemeyenlerin  hepsi  bugün Kürt ve Kürdistan kelimesine ısınarak işi dilimizi öğrenmeye kadar götürüyorlar. Bu işler böyle kardeşler. Kimse bu dili öğrenmez ve kullanmaz demeyeceksin. Bak çıkar söz konusu olduğunda el alemin oğlu veya kızı nasılda kalkıp dilimizi öğreniyor. Maddi çıkar söz konusu olmadığı zaman senin gibi benim gibi yedi ecdadı Kürt olanlar kalkar bu dilin konuşulmasından rahatsızlık duyar ve burun kıvırır.

          6-Yaşımı başımı almış bir insan olarak bana bu tür şeylerden uzak durmamı öğütlüyorsun. Öncelikle beni düşündüğünüz için size teşekkür ediyorum. Fakat ne var ki doğruya doğru, eğriye eğri demenin  yaşla-başla bir ilgisi yoktur. Avrupa’da seksen yaşına merdiven dayamış insanlar insanlığa nasıl hizmet ederim diye birbiriyle yarışıyor. Yoksa siz ibadeti beş vakit namazdan mı ibaret sayıyorsunuz? İnsanlığın gelişimine ve ilerlemesine hizmet edecek fikri çabaların Allah’a yapılan ibadet kadar değerli olduğunu şimdiye kadar sizlere anlatan hiç kimse olmadı mı? Ama doğrudur, bizim toplumda işler başka türlü dönüyor. Bizde insanlar ellisine  kadar yapabileceği bütün kötülükleri yapar ondan sonra da tövbe eder ve inzivaya çekilerek ölümün yolunu gözler. Böyle olduğu için de insanlarımızın çoğu ölümünün ikici ayından sonra hiç yaşamamış gibi unutulur gider. Kendilerini toplumun değişimine adayanlarda durum böyle midir? 

          
            Ölümü üzerinden yüzlerce, hatta binlerce yıl geçtiği halde bir türlü unutulmayanların sırrını neye bağlıyorsunuz? İlerici düşünceleriyle ve yaptıkları  hizmetlerle kendilerini insanlığa adayan ve böylece tarihe iz bırakan birçok insanı oldum olası kıskanmışımdır. İnsanlığa hizmet anlayışını ve kültürünü Siverek coğrafyasından alan Yılmaz Güney, Şîvan Perwer, Mehmet Uzun, Necmettin Büyükkaya, Faik Bucak ve sizin polemik konusu ettiğiniz Ferit uzun gibi insanların tarihe düşürdüğü onurlu rol,  sizi bir Siverekli olarak nasıl heyecanlandırmaz? Yukarda sözünü ettiğim şahsiyetler rahat bir yaşam sürdürmek için her türlü imkan ve konfora sahip oldukları halde benim gibi sizin gibi insanların geleceklerini güzelleştirmek uğruna zor ve çileli bir yaşamı severek kabullendiler. Bu insanların emekleri size hiç mi bir şey öğretmedi? ”Kürtçe albüm çıkaracağım.”dediği için yetmiş milyon insan karşısında linç girişimine maruz kalan Ahmet Kaya’nın sürgündeki hazin ölümü her namuslu insanın yüreğinde derin bir yara olarak dururken sizin  yazdığım yazıya senaryodur demenize yüreğiniz nasıl rıza gösterir. Demem odur ki haksız uygulamalar oldukça haksız uygulamalara karşı çıkacak onurlu insanlarda hep olacaktır. Bu tarih boyunca hep böyle olmuştur.

           7-Kendini bilmez bir kişinin Ramazan ayında sergilediği çirkin bir hareketi kendi amaçlarınıza kalkan yapmanıza gerek yoktur. Sözünü ettiğiniz o insan insanlarımız tarafından onay görmeyecek bir davranışın içerisine girdi ve sonuçta ahlaki notunu kendi eliyle düşürdü. Fakat size şu kadarını söyleyeyim ki sizin bu meseleyi gündeme taşımanızın amacı ne Ramazan ayının kutsallığı ve ne de din-diyanete olan bağlılığınızdır. Sizin bütün derdiniz ferdi bir davranış üzerinden yanlış düşüncelerinize haklılık kazandırmaktır. Fakat bunu başarmanız biraz zor. Ramazan ayında insanlığa karşı işlenen suçların büyüklüğü kaf dağını aşmışken sizin ferdi bir hareketi kıyametin habercisi olarak sunmanız samimi bir davranış değildir.

           Sevgili kardeşim; Din ve diyanet konusunda mangalda kül bırakmayan Iran Mollalar rejimi’nin Iran’da yaşayan Kürtlere karşı aldığı cihat kararlarının bir çoğunu Ramazan ayında uygulamaya koyduğunu  biliyor muydunuz? ”Mal-mülk,can-namus her şey size helaldir” diyerek on binlerce pastarı Kürt coğrafyasına süren Mollalar rejimi binlerce kürdü kırımdan geçirirken senin gibi Ramazan ayının kutsallığından dem vuranlar ne yaptı, kılınız kıpırdadı mı?

          Kanlı Saddam rejimi Irak Kürdistanı’nda  yaşayan ve özgürlükleri için çabalayan Kürt halkına karşı başlattığı Enfal hareketlerinin bir çoğunu Kutsal Ramazan ayında uygulamaya koymuştu. Genç- yaşlı, kadın-erkek kafileler halinde köylerinden sürülen on binlerce Müslüman Kürt, iftar ve sahur öncesi veya sonrası diri diri kumlara gömülürken, dini bütün bir Müslüman olarak isyan edebildiniz mi? Genç Kürt kızları ve kadınları Saddam tarafından gerici Arap şeyhlerine Ramazan hediyesi niyetine cariye olarak sunulduğunda ne yaptınız? Sevdiği insanın yolunu gözleyen gelin adayı yüzlerce masum Kürt kızı, Arap şeyhlerinin şaşalı  sofralarında Allah korkusundan uzak  bir şekilde iftar sofralarına  meze olarak takdim edildiklerinde siz, dinden dem vuranlar din kardeşliğini bir gün olsun hatırladınız mı? Kürt coğrafyasında bütün bunlar yaşandığında, dini çıkar amaçlı kullanan her renkten sahte Müslümanlar derin bir sessizlik içinde olup bitenlere  seyirci kalırken bu zulme karşı sesini yükseltenler senaryo üreten bölücü hainler olarak suçlandılar.

            Saddam sonrası kızgın güneşin kavurduğu çöllerde yapılan kazılarda yüzlerce toplu mezar ortaya çıkarıldı. Kumları yaran kepçelerin çelik tırnaklarına takılan Kürtlere ait  yırtık ve çürümüş elbiseler bize Müslümanlık dersi veren, Müslümanlıktan bê-haber yalancı zalimlerin suratına çarptığında, bütün dünya nefesini tutup insanlığın yüzkarası olan bu manzaraları yutkunarak seyretti. Yirmi birinci yüzyılda yaşanan bu utanç sahneleri  sahipsiz ve çaresiz Müslüman kürdün başına kendi dindaşları tarafından getirilmişti. Bu korkunç trajediyi Kürtlerin başına getirenler, Kürtlerin din kardeşleri idi. Peki bütün bunlar yanı başınızda olup biterken siz bir Müslüman olarak mübarek Ramazan Ayı’nın hürmetine bu insanlık dışı uygulamalara karşı bir tek söz söyleyebildiniz mi? Söylemediğiniz söylemeye cesaret edemediğiniz ortada. O halde sizin Ramazan Ayı’nı gerekçe göstererek din ve ahlak bekçiliğine soyunmuş olmanızı ben nasıl makul göreyim. İyi niyetinize nasıl inanayım?

          İşte böyle.!..Hümeyni seksen küsur yaşında zulümün her çeşidini halkıma ve insanlığa  reva görürken, Saddam yetmiş yaşını çoktan aştığı halde bütün kötülüklerin babalığına soyunurken sizler bu insanların ilerleyen ömürlerine, yaşına başına bakıp bir güne bir gün yaptıklarından dolayı bunları lanetlemeyi göze alabildiniz mi? Sanmıyorum. Fakat ben, bize ve insanlık değerlerine  yapılan haksız bir saldırıyı  gündeme getirince hemen küplere biniyor ve  bana yaşımı başımı hatırlatıp inzivaya çekilmemi öneriyorsunuz. Benim acelem yok. Yaşıma başıma bakmadan doğumdan elde ettiğim ana dil hakkımı her şart ve merc altında savunmaya devam edeceğim. Bunu bana çok görenleri şiddetle lanetleyeceğim. Dahası, çok sevdiğim ve kimileri tarafından ayrımcılığın nedeni olarak görülen ana dilim Zazaca ile halkıma ve Siverek’e yüzlerce Zazaca beste armağan etmeden oturmayı ve susmayı kendime yasaklıyorum. Bu vesile ile söz ve müziği tarafımdan yapılan elliye yakın Zazaca bestenin en yakın zaman da Kürt müzik dünyasında yerini alacağını şimdiden sizlere müjdeleyebilirim.


          8-Siverekli hemşerilerim benim Avrupa’da rahat koşullarda yaşadığımı, bir elim yağda diğeri balda bir hayat sürdüğümü ileri sürerek, kendince benim düşüncelerimde samimi olmadığımı ispatlama çalışıyorlar. Avrupa’da rahat yaşadığımı inkar etmiyorum. Sebebine gelince ; yaşadığım bu toplumda konuştuğum dilden, inandığım inançtan ve taşıdığım  düşüncelerimden dolayı hiç bir zaman ve hiç bir şekilde rahatsız edilmedik. İnsanlardan saygı ve sevgi görüyoruz. Fakat buna rağmen biz gene de kendi topraklarımızda insanlarımızla bir arada yaşamak istiyoruz. Bunun tek şartı ise karşılıklı saygı, sevgi ve inkar edilmemektir. İşte bu anlamda buralarda son derece rahat yaşıyoruz. Fakat ekmek kavgası konusunda rahat yaşadığımızı ima ediyorsanız işte bu noktada yanılıyorsunuz. Günün on altı saatini ayakta geçiriyorum. İşlerimin aksamaması için gece yarısından akşam karanlığına kadar çabalamak zorundayım. Aksi halde iki ayağım bir pabuca girer ki bu durumda babam bile beni kurtaramaz. Yani anlayacağınız sandığınız gibi bizim ekmek elden su gölden tarzında bir hayat sürdürme lüksümüz yok buralarda. Çünkü buralarda insanlar sarf ettikleri  emek kadar insandırlar. Başka türlü insanlar asalaklar gurubuna dahil olur ki bizler o durumlara düşmemek için elimizden geleni yapmaya çalışıyoruz ve bütün çabalarımız buna yöneliktir.

          Sonuç olarak:

          İnsanlar tartışmalıdır, hem de bıkmadan usanmadan, yoruluncaya kadar. Fakat bu yapılırken saygı ve sevgi kesinlikle elden bırakılmamalıdır. İnsan olduğumuzu, aynı coğrafyanın insanı olduğumuzu bir an olsun unutmamalıyız. Bizi birbirinden uzaklaştıracak kelimeler yerine bizi birbirine yakınlaştıracak cümleler kurmalıyız. Bunun tek yolu duygularımızdan ziyade akıl ve mantığımıza işlev yüklemeliyiz. Kırıp dökmeyi marifet sayacağımıza, derleyip toparlamayı hüner saymalıyız. Sizler,yazmak zorunda kaldığım bu uzunca yazıda hakaret anlamına gelebilecek bir tek kelimeye parmak basabilir misiniz? Peki benim lügatimde  kaba kırıcı, aşağılayıcı deyimler hiç mi yok? Ama ben bunları kendi insanıma laik görmüyorum. Çünkü biliyorum ki kem söz sahibine aittir. Siverek toplumunun tarihten gelen zengin bir kültür birikimi vardır. Bu kültüre yakışır şekilde hareket etmek hepimizin görevi olmalıdır. Külhanbeylik çok gerilerde kaldı. Zaman birbirimizi anlama zamanıdır. Yazdığım yazıya gelen seviyesiz yorumlar karşısında sadece üzüldüm. Siverek insanı seviyesi düşük böylesi yorumlara tenezzül etmemeli idi. Siverek insanı hayatın her alanında kendisini yeniden yenilemeli. Olaylar karşısında takındığı ucuz ve seviyesiz davranışları kendisine yakıştırmamalıdır. İl olma mücadelesini acil bir görev olarak önüne koymuş bir toplumun insanı olarak başta Siverek gençliği olmak üzere toplumun bütün kesimleri istenilen kriterleri yakalayabilmelidir.  Köy ve taşra kültürü ile bir yere varamayacağımızı artık anlamalıyız. Sosyal ve kültürel seviye ilerletilmeden yapılacak şeylerin fazla bir anlam taşımayacağını bilmemiz gerekir. Bu konuda akıl hocalığı yaptığım anlaşılmamalıdır. Fakat bu böyledir. Havadan sudan bahanelerle birbirimize köstek olacağımıza, birbirimize güç ve destek vererek toplumun ilerlemesine katkı ve destek sunmalıyız. Birbirimizi ilerletmek en büyük gayemiz olmalıdır. Bölücülük, ayrımcılık, nifak tohumları vs. hikayelerle birbirimizi itham etmenin, birbirimizi güçten düşürmenin hiç bir anlamı olmadığı gibi hiç kimseye bir yararı da yoktur. Peşin hükümlerle birbirimizi suç ve zan altında bırakmayalım.Yazma, tartışma ve konuşma kültürümüzü etkin hale getirmek için biraz daha kendimize yüklenelim.Ucuz, kaba ve kırıcı davranışlardan ancak bu  şekilde uzak durabiliriz.

Selamlar.

Kadir Büyükkaya Hollanda

k.buyukkaya@hotmaıl.com

Bu yazı 2446 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum