KONUK YAZAR

KONUK YAZAR

[email protected]

NECATİ SİYAHHAN'IN ARDINDAN

21 Şubat 2010 - 22:00

YAZAR: ALİ ONGAN



ART-EK  21 Subat 2010


            ‘(...) Azgın denizlerdeki
Kudurmuş dalgalar gibi
Coşarak
Kokladığın her çiçeği
Yaprak yaprak
Bastığın her adım toprağı
Parmak parmak
Dolaşarak
Bir gün ben de seni aramaya çıkacağım Nataşa!
Seni kaybettiğim dünyada
Bulmak istemiyorum (...)’



İçimize dolan o solgun zamanların girdabında sıyrılıp gelen şiirler şimdi hayatın pimini çekiyor üzerimize ve tüm yangın yeri koridorlarda çığlık çığlığa koşarak, unutulmuşluklarını yüzümüze çarpıyor. Artık kendimizle bir ateşkes halindeyiz. İçimize dolan ve bizi kendimize tecrit eden külleri üfeleyerek kucaklaşmalıyız yalnızlıklarımızla. Çünkü, ıskalanmış zamanların öfkesi ve sınanmış sevdaların yorgunluğu gölgemize düştü. Artık, zamanlardan arta kalan çoçuklarla dokuzuncu gezegenin onuncusunu keşfetme yolculuğuna çıkıyoruz.

Şimdi izlerini arayan simyacı, zamanın şifrelerini iklimlerimize bırakarak bizi kendisine davet ediyor. Sonra, ussumuzdaki bitimsiz derinliklerden sıyrılıp gelen o örselenmiş solgun portreleri, unutulmuş sır sandıklarında gün yüzüne taşıyoruz. Kim bilir, belki de onların silüetlerini yakamozlanan pınarların ışığında göreceğiz ve önce güz ölecek baharın bahcesinde, sonra tomurcuk bırakacak kendisini güneşin kollarına. Yaşanmayan zamanların miladi sorgusundayız. Kaçış yok kendimizden. Varoluşun gölgelenmiş kıvrımlarına tutunmaya çalışarak ve hayatın esmerleşen fayında ayrıntıları dolanarak, şiir denen o uğuyu çekeceğiz yüreğimizin paslanan mağmasında. Zaman şahit, şiir tanık olacak.

Bir zanlı, içi yağmurla dolmuş bir kaçak, iflah olmamış bir yürek ve bir dağ başında yaralı, unutulmuş yanlızlıkları. Hakkı verilmemiş bir şair yitimi, ölümü aşka dahil etmiş, isyanı ve öfkeyi, sevdayı ve özlemi parçalanmışlığına sığdırmış; günün hükmünü, hükmün yaftasını asmış boynuna. Dokuz kardeşin bilmecesi, yokluğun, yoksulluğun şifresi ve bir başkaldırı, bir isyan olmuş, ordu ordu gelen ayak sesleriyle.

Yeryüzü haritaların kimliksiz acısı, acısını bir hançer gibi iklimlerin göğsüne saplayarak kanatmış kendini. „Şiiri severseniz şaire küsersiniz“ der Nazım usta. „Zamanı geldi artık barışalım“ diye ekler Can baba. Zamanı geldi, çürümüyor işte zaman... Her anı ince bir sızı, harcanmıyor ki cebimizde... Küsmüydük seninle? Küs sevgiye dahil edilmemişmiydi? Tamam; öfken bize, özlemlerimiz sana kalsın be gülüm. Devrilse de takvimler üstümüze, zaman çürümüyor. Görüyorsun işte; görüyorsun ki, nicedir seni göğsüme dolamışım, yaşanmayan zamanlarda. ‘Gel’ diyorum, ‘gel’ artık Siverek bana. Yanlızlığıma küsmüşüm...

Hurri-Mitannilerin ah’ı, Arami, Asuri ve Keldani’nin gözyaşı, kendini ömrüne sığdırmamış Medlerin ayak izi, Seleukoslu filozofların açık yarası, Siverek asmasının Temmuz gölgesidir Necati. Necati, 186 mısralık Nataşa destanının öksüz sahibi. Hiç kimse onu tanımadı, Nataşa destanını okurken. Nereliydi, kimdi, nasıldı, hala yaşıyor muydu? Zaman şahit, şiir tanık...

Dünyayı kurtarmak isteyenlerin ses tonlarında yükselen destan,1970’lerin ateşli günlerinde herkese aitti. Devrim meydanlarında, toplantı salonlarında, yürüyüşlerde, mitinglerde, sevgilinin yazdığı mektupta ve gizli sokaklarda satılan kartpostallarda herkes vardı. Ama o yoktu. Oysa, umuda bir demet karanfil sundu kendi elleriyle. Belki, belki yaşamak istediği dünyanın işaretlerini sıralıyordu, mısralarındaki şifrelerle. Belki de solgun zamanlarda bir nehir gibi içimize akarak gözlerimizden yanaklarımıza düşmek istiyordu.

Mahpusluk, sürgün, işkence, kaçak ve aramak ve umut ve özlem ve isyan... Yangın yeri küllerini savuracaktı belki de. Belki de, ‘ben ülke derim, kimler ne der’ yalnızlığında ateşler yakacaktı, unutulmuş uzak ve yanlız mezralarında. Iskalanmış zamanları toplayabilir miydik, sığdırabilir miydik miladi zamanlarımıza? Sonra Eylül yaprağı düştü takvimlerde. Ses tonları kayboldu gecenin karanlığında, devrim meydanları ise öksüz. Bir başına kaldı Nataşa. Bir başına ve yalnız.

Sesini aradı hayatın koridorlarında çığlık çığlığa. Siverek yanlız, Siverek öfkeli. Kendisini aradı Nataşa Ankara sokaklarında. Kalemi ise, Diyarbakır mahpusunda mahrur ve mühürlü. Ankara bir ağaç gölgesi, bir göl kenarı, sisli ve puslu. Güneşin yükseldiği coğrafyaların çoçukları topluyor yüreklerin sesini Ankara’da ve yazılmamış destanlarıyla yalnızlığın pimini çekip yeni zamanların iklimlerine bırakıyorlar Nataşa’yı. O artık biz. Kendine dönen bir yüz gibi sarmalıyor bizi ve toprağında zamanının küllerini savurarak damarlarımıza akıyor.

1970’lerde Kürt gençliği başta olmak üzere Türkiyeli devrimci haraketler içinde bir döneme damgasını vuran ve binler tarafından ezberlenerek okunan Nataşa şiiri, 186 mısralık bir destanla dipnot düşüyor tarihe. 70-80 yılları arasında çeşitli sanat, edebiyat dergilerinde şiir ve şairler her ne kadar muhafazakarca eleştirilse de, muhalif şiirler siyaset sahnesindeki yerini buluyordu. ‘Şiir siyasi olmalı mı, olmamalı mı’ ya da ‘her şiir siyasi şiirdir’ tartışmalarının sürüp gittiği 70’lerde siyasi şiir sahibi olarak nitelendirilen şairler veya onları okuyanların başına gelenler ise tüm bu tartışmaların dışında duruyordu. Herşeye rağmen 70’lerden 80’li yıllara kadar dalgalanan toplumsal yapılar içinde genel anlamıyla ‘şiir’ bir bellek oluşturarak baş köşeye oturdu. Gültekin Akın, Ataol Behramoğlu, Cahit Zarifoğlu, Süreyya Berfe, Mehmet Taner, Oktay Rıfat, Metin Altıok gibi onlarca şairin şiirleri yine bu dönemin şiir haritalarını ortaya çıkarıyorlardı. Şüphesiz dönemin en ateşli, çoğulcu ve alımlı şiiri ise fişek gibi etki yaratan Nataşa destanıydı. Kayıp bir kuşağın şiiri, bir dönemin veya bir kesimin şiiri olarak değil, tarihin bir diliminde kendisine özgü yankısını bulmuş ve zamana evrilmek için yüreklerde saklanmıştı. Nazım’dan ve diğer toplumcu şairlerden epeyce etkilenen bu destanda adı geçen ‘Nataşa’ ise Ekim Devrimi’nde kadınların emek, özveri, umut ve temiz duygularla eş tutulup yüceltildiği bir imgeydi. Ne yazık ki, Türkiye’de 1990’lı yıllarla birlikte Nataşa ismi farklı bir anlama büründürüldü. Oysa Nataşa, Arif babanın söylediği gibi, „yastığı altında küsmüş bir filinta“ misali tüm kirliliklerden öte zamana demlenmişti.

Necati Siyahkan, 1938 yılında Urfa’nın Siverek ilçesinde doğdu. 1958’de Ankara Hukuk Fakültesi’nde öğrenimine başladı. Bir yıl sonra 49’lar olarak bilinen davada yargılandı ve yaklaşık iki yıl cezaevinde kaldı. 1960’da gerçekleştirilen 12 Mart Darbesi’nden sonra arananlar listesinde yerini aldı. 1974’te Ankara’dan Siverek’e avukat olarak dönüp, Türkiye İşçi Partisi teşkilatını kurdu. 1979’da TİP’ten Mardin senatörlüğü için aday oldu. Adaylığı döneminde yaptığı konuşmalardan dolayı tekrar aranır durumuna düştü ve Siverek’ten ayrılıp illegal yaşamaya başladı. 1980’de Mardin’de yaptığı bir konuşmadan dolayı tutuklanıp Diyarbakır Cezaevi’ne konuldu ve 13 ay ceza aldı. 1983’de tahliye edildikten sonra avukatlık yapmak üzere tekrar Ankara’ya döndü.

Bu kısa biyografik bilgilerden sonra yeniden Nataşa’ya dönelim... Elbetteki şiir kadar şiiri yazan da önemliydi, belirleyiciydi. Dilden dile dolaşan, bir çok dergi ve gazetede yer alan, şiir tartışmalarının ortasına oturan Nataşa’nın yazarı ne yazık ki yıllarca bilinmedi. Hatta Nataşa’yı yazanın bir Türkiyeli, bir Kürdistanlı ya da Ortadoğulu olabileceği bile düşünülmedi. Şiire adanan şairler, sanat eleştirmenleri ya da dönemin edebiyatçıları, hatta Nataşa’yı okuyanların büyük bir çoğunluğu Nataşa’yı yazanın köklerini salt isminden dolayı Rusya Ekim Devrimi’nde aradı. Kökü içeride bir şiirin ve şairin yanlızlığı „o şiiri ben yazdım“ mahsumiyetine ulaşmadan, kendi isteğiyle aramızdan ayrılması bir mütavazilik değilse, büyük bir

yalnızlıktı. Ankara taşıyamadı onu ve 2006 yılında, Kasım’ın 7’sinde sessiz, sedasız, biraz da hüzünle dinamit kuyusu kalbine yenik düşerek aramızdan ayrıldı. Sessiz bir ölüm oldu. Kimse duymadı onun gittiğini. Destanına dair ilk ve son cümlelerini yıllar sonra öğreniyoruz. 1986’da Fırat yayınevinde Remzi İnanç’la görüşen Siyahkan mahcup cümlelerle, „Dost, önüne gelen bizim şiiri okuyor ama, adımızı söyleyen yok. Şimdi birileri bu şiirin altına imzasını atarsa, ne diyebiliriz. Doğrusu ağırıma gidiyor“ dedi. Siyahkan’ın Nataşası ve diğer şiirleri artık bir kitapta toplanacaktı. 1987’de karikatürcü Nezih Dalyan’ın kapak çizimi ile kitap noterde usülen de olsa sahibini buldu. 70’lerin şiiri 87’de kitap oluyordu ve dört baskı yaparak hanelerimizdeki yerini alıyordu. Benzer bir serüven de, hala sürgünde yaşayan sevgili arkadaşımız Can Gülşanoğlu’nun 1988’de Medya Güneşi dergisinde yer alan ve efsaneleşen ‘Leyla Kasım’ şiirinin başına gelmişti.

Yalnızlığına yenik düşen bir destancının isyanı nasıl anlatılırdı... Kanatmadan bitimsiz zamanları, eğip bükmeden ve incitmeden cümleleri ve tırnak içine almadan ‘yaşam-ları’ nasıl anlatabilirdim. Nasıl anlatılırdı; çığlığı avuçlarına, avuçları dizlerine düşmüş bir güneş definecisinin kendisinde yankılanan sessizliği. Kavuşmak iklimindeyiz şimdi. Umudunu sır zamanlara saklayan solmuş portreleri uzatıyorum cennettin azat edilmiş çoçuklarına. Aşkı ölüme, ölümü umuda dahil etmiş onuncu gezegenin çocuklarını çoğaltıyorum yarınlara. Seni, henüz tabledilmemiş bilgelerin ve alimlerin yarınlarına bırakıyorum. Bak, yine akşam oldu. Akşamüstü, hüzünlerin coğrafyasında pimini çekiyorum yalnızlıkların. Söz senin artık...

‘(...) Hazır ol
ordu ordu
bölük bölük
teker teker
geliyorum.
Bu
Ne benim sana,
tepeden inme bir emrim
Ve ne de
Ayaklarına kapanıp ağladığım
bir yalvarışımdır
Bu
Eğilmez başların
bükülmez bileklerin
yani tarihin
durdurulmaz emridir.’

*Dizeler, Necati Siyahkan’ın ‘Nataşa’ şiirinden alınmıştır. [email protected]

Okunma: 1133
YAZAR: ALİ ONGAN

Bu yazı 3045 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum