Kadir BÜYÜKKAYA

Kadir BÜYÜKKAYA

[email protected]

ÖLÜM ÇALMIŞTI KAPISINI (ŞİİR)

16 Haziran 2015 - 18:43

ÖLÜM ÇALMIŞTI KAPISINI


Ölüm çalmıştı kapısını
O puslu gecede
Doksanında yaşlı bir annenin
Çok aramış
Çok beklemişti bu kurtuluş anını
Terk etmeden bu dünyayı
Son bir kez
Duymak istiyordu sabah ezanını


Çok çekmişti
Yalandan ibaret
Bu rezil dünyanın cefasını
Avuç avuç yutmuştu
Bu yer kürenin ıstırabını
Ölümler
Felaketler görmüştü
Çileli yaşamında
Yorulmuş
Kırılmıştı
Günyüzü görmediği
Bu yaşlı gezegende


Yeniden çizilirken
Ortadoğu’nun haritası
Hasankale’de yitirmişti
Hiç tanımadığı
Görmediği babasını
Yokluk içinde geçmişti
Bütün yaşamı
Hiçbir zorluk bükememişti
Onun o dal boylu endamını
Bir tek evlat acısı göstermişti ona
Dünya'nın kaç bucak olduğunu


Bir kara kış ortasında
Karlar düşerken damlara
Kapanmıştı evladının tabutuna
Rütbeli Paşalar çökertmişti
Evini barkını başına
Zebaniler susturmuştu evladını
Diyarbakır’ın o puslu gecesinde
Boynu bükük
İki yetim
Vurgun yemiş bir yâr
Ve
Bir de kendisi
Kalakalmıştı
Çaresizliğin koynunda


Cellatlar devirmişti
O fidan boylu evladını
Haramiler soldurmuştu
Geleceğe olan umudunu
Taş duvar
Demir kapı
Tel örgüler
Karartmıştı gündüzünü
Felaket yağmurları
Yağmıştı belalı başına
Diyarbakır'ın
Ölüm kusan cehenneminden
Dert-keder kuyuları boşanmıştı
Ana yüreğine
Bir başına kalmıştı
Kurtlar sofrasında
Yürek yaralı                                                                                                                                                      Yaralar göz göz


 


Kavuşmak için oğluna
Çok kereler düştü yataklara
Ölüm meleği
Dört vardiya çalışıyordu
Yaşadığı
Belalı coğrafyada
Civan gençler devriliyordu
Dört bir yanda
Ocaklar sönüyordu
Ardı sıra
Lakin ölüm sırası
Bir türlü gelmiyordu ona


Evlat acısı bu
Bilen bilirdi
Benzemezdi hiçbir yaraya
Kılıç-hançer yarası
Baldan tatlı kalırdı yanında
Adım attığı her köşe
Tanık olduğu her hadise
Evladını hatırlatıyordu ona
Lokmalar geçmiyordu boğazından
Hiçbir teselli derman olmuyordu acısına
Hiçbir avuntu hiçbir teselli


Kâr etmiyordu yarasına


Bir tek ölüm ilaç olurdu yarasına
Dindirirse acısını
Soğutursa yüreğini
Ancak Azrail dindirirdi
O da gelmiyordu inadına


 


Onun çok sevdiği yemeklere
El sürmedi bir daha
Hayal kurdukları patikalar
Düşman kesildi ona
Birlikte yürüdükleri
Bağ-bostan yollarına
Sapmadı bir daha
Sevdiği renklerden
Esbaplar giymedi hayatında
Dokunmadı gül-nergis yaprağına
Yasakladı kendine
Bütün nebat kokularını
Ağız dolusu gülmeyi
Betonladı yüreğine
Dağlardan duyulan
Mitralyöz sesleri bile
Yetmedi
Yüreğine vurulan
O paslı kilidi açmaya
Yüreğine oturan evlat acısıydı
Benzer miydi hiç o bildik acılara


O gece
Sabaha karşı
Ölüm meleği
Adım adım yaklaşırken ona
Minareleri bol şehrin
On küsur mahallesinden
Birden ezan sesleri yükseliyordu arşa
Çarşıya inen
Yan sokaktan
Birileri geçiyordu telaşla
Bir yerlere yetişeceklerdi anlaşılan
Acelesi bundandı Allah bile


Taş zemine basan
Ayak sesleri
Tanıdık gelmedi ona
Dış kapıda duran olur diye
İçi titreyerek bekledi boşuna
Yüreğini Newroz sabahına çeviren
O bildik adımlar
Yoktu artık sokaklarda
Gece vakti
Kapıya gelen
Kaçak konuklar
Onu yalnız bırakalı yıllar olmuştu
Çok beklemişti
Uzak diyar yolcularını gözlemekten
Gülüşlerine doyamadığı
O güleç yüzlü çocuklar
Çekip gitmişlerdi zamansız
Ne Şemal kalmıştı
Ne de Selah


Herkes uyurken yatağında
O az koşmamıştı
Kapılara
Ter-yağmur kokan
Yorgun yavrusuna sarılmak için
Az beklememişti
Gecelerin ayazında
Gözler kapıda
Kulak kirişte
Ne çok geceler devirmişti
Sıvası dökülmüş


Bu beton odada
Yaklaşan ayak seslerinden tanırdı
Evladının gelişini
Gözleri kapalı bilirdi
Kapıya yaklaştığını
Yürek sezgisiyle tasdik ederdi
Yavrusunun o tok yürüyüşünü
Kapıya varmadan karşılardı hep
O dal boylu evladını
Hışımla koşarken kapıya


Sarılırken evladına


Bir gün


Onu bir daha hiç göremeyeceğini


ona bir daha
Hiç sarılamayacağını düşünür
Ve
Ürperirdi fukara


 


Toprağa emanet ettikten sonra
Can-ciger evladını
Uzun yıllar özlemle kokladı
Onun bastığı her karış toprağı
Bir daha hiç dönmeyeceğini
Bildiği halde
Boşuna beklemişti
Tan- şafak vaktini
Kaybedince yetmiş yıllık
Dünyaya küskün eşini
Acılar bir kat daha
Acıtmıştı yorgun ruhunu


O gece
Ölüm meleği yoklarken
Yaşlı annenin
Sağını solunu
Aklı yıllar öncesine aktı
Gelin giderken
Bir köyden başka bir köye
Güzelliği konuşulur olmuştu
Bütün yörede
İnce boy, yay kaşlar
Diline dolanmıştı bütün herkesin
Narin yürüyüşü
Ay yüzü
Ceylan çatlatırdı yemin billah
Kem gözlere karşı
Anne yadigârı
Bir ilmihal taşırdı devamla


 


Sonra yavrular emzirdi
Sıcak koynunda
Kızlı oğlanlı
Hısım akrabadan
Geri kalmamak adına
Vururdu kendini kışın ayazına
Yazın sıcağına
Yılkı yılkı atları vardı
Dağ bayır kişneyen
Sürü sürü kuzuları vardı
Dağ- yayla yayılan
Kadın aklıyla
Yol yordam gösteriyordu
Gece gündüz çalışan eşine
Bundan olsa gerek
Hızır baba el atıyordu
Bütün işlerine
Bet bereket yağıyordu başlarına


O gece
Ölüm meleği
Ben geldim dediğinde
O çoktan hazırdı gitmeye
Ne çok beklemişti o bu anı
O çoktan hazırdı
Kafeste taşıdığı
O minnacık canı vermeye


 


Uzaklardan duyulan
Bütün dünyevi sesler kesildi
Arka sokaklar
Sessizliğe gömüldü
Alışkanlık olsa gerek
Sokak kapısına
Bir kez daha kulak kabarttı
Diyarbekir kurbanı
Neco’su geldi aklına
Kaydı gözleri
Baktı son bir kez kapıya
Ve
Kapattı gözlerini
Herkes uyurken yataklarında...


 


Kadir Büyükkaya/ Hollanda


[email protected]

Bu yazı 2039 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum