Mustafa Karadağlı

Mustafa Karadağlı

[email protected]

Sahte Gülücükler

01 Mart 2017 - 06:02

Onlar, şerrinden emin oldukları dostlarını kendilerinden uzak tuttular. Dostluklarından emin oldukları için; düşmanlarını kazanmak için, kendilerine yakın tuttular. Yakın tuttukları düşmanları, dost olmadı. Ancak uzak tuttukları dostları, düşman oldu. Herkes düşman safında toplanınca yıkılmaları mukadder oldu.

Endülüs Emevi Devleti yıkılırken, Ebu Müslim-i Horasani yukarıdaki muhteşem tarihi kelamını sarf etmişti.

Erdem adına ilk önce o kadar güzel düşüncelerle yola çıkılıyor ki; fikirler, idealler ard arda gidiyor… Sonradan yaşananlarla önceki güzellikler gece ile gündüz kadar birbirinden ayrı bir kompozisyon sergiliyor ne yazık ki.

Önce söylemler sonra da eylemler değişmeye başlıyor. Sonraki değişenlerle önceki yapılanlar arasında da inanılmaz bir uçurum söz konusu oluyor. Sonra bu duruma alışıyorlar. Kendileri için hazırlanmış sahte gülücüklü makamda şımartılıyorlar. Uyarılar ve ikazlar çare bulmuyor. “Yapmayın etmeyin!” nidaları karşılıksız kalıyor. O kadar evrensel ve küresel oluyorlar ki büsbütün yuvarlak cümleler, yapmacık davranışlar, kibirli kahkahalar, küstahvari postalar, içi dolmamış kavramlarla, faydası olmayan kurallar koyarak devam ediyorlar bu en yeni cicili bicili davranışlarına. Sonra, ama birden etraflarında daha ve önce olamayanları görmeye başlıyorlar. Ne kadar doğru yaptıklarını inandırıyorlar kendilerini!

“Ya o eski halleriyle kalsalardı ne kötü olurdu değil mi?” demeye başlıyorlar. “Ya o birlikte yola çıktıkları, aman aman şeytan görsün yüzlerini…” Bu hayata alışıyorlar… Gerçektende hakkettikleri bir makamda oturduklarına inandırıp, yüksek kaliteli hokkabazlara karışıyorlar.

Makamların, mevkilerin ve VİP salonlarının vahşi cazibesine kapılıyorlar. Ben ve benlik duyguları o kadar zirve yapıyor ki; egolarını zapt edebilmek pek mümkün olmuyor. Ben varsam herkes var; ben yoksam gerisi Nuh Tufanı demeye başlıyorlar. Her şeyin merkezine kendilerini oturtturuyorlar. Yaptıklarına ve söylediklerine tapıyorlar adeta. Hele etrafındaki şakşakçılarla şımartılmışlarsa…

Tarih yine tekerür mü ediyor ne? Firavun’u şımartan Haman değil miydi?

Dün, burun kıvırdıklarıyla, bir küp uğruna, utanmadan sıkılmadan bir araya gelip gelecek için daha yüksek makamlara kendilerini ısmarlıyorlar.

Oysaki arkalarındaki ve altlarındaki zeminin yavaş yavaş kaydığını görmüyorlar, hissedemiyorlar. Sümmün, bükmün umyun ayetini de unutuyorlar…

Yoksa burunlarının havalarından mı görmek istemiyorlar? Zemin eski dostlardan oluşuyor oysaki. Eski ama samimi, eski ama candan…

Belki de üzülüyorlar bu duruma; ama çırpınışlarının fayda sağlamadığını görerek ve ikazlarının dinlenmediğini hissederek çekiliyorlar arkalarından. Zaten bin bir zahmetle tuttukları aralarındaki bağı koparıyorlar. Yıkılmaya başlıyor gücü elinde tutanlar. Titanic batıyor ama onlar hala zafer marşlarını dinlemeye ve çalmaya devam ediyorlar sahte gülücüklerle. Sonra birden beklenen tehlike geliyor. Uzun olmayan bir zamanda. Sirenler çalmaya ikaz ışıkları yanıp sönmeye başlıyor, başlayacak…

Birden akıllarına o eski kadim dostları geliyor. Hani o dostluklarından emin olup “siz bizdensiniz” dedikleri ama düşmanlarla kol kola girerek unuttukları dostlar. Aralarında oluşturdukları derin vadilerden karşıya geçemiyorlar sonra. Derin bir uçurum oluşuyor aralarında.

“Yalvarmak yakarmak nafile bugün, gözünün yaşına bakmadan gider” diyordu, Cahit Sıtkı ölüm için. “Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol” diyordu” Yahya Kemal. Çünkü hiçbirisi gerçek ve samimi değil. Yıkılıyorlar, yıkılacaklar… Hem de şiddetli bir gürültüyle. En çok sevinenlerde az önce birlikte zafer şarkıları terennüm ettikleri zevatlar olacak maalesef. Bin bir pişmanlık içinde dönecekler evlerine. Yıkıntıların arasından geçerken, o yükselirken sırtına bastıkları insanları görecekler. Başlarını önüne eğerek uzaklaşacaklar ortadan, belki de tabanına bakmaya tutmayan yüzleri küpleri sayesinde nefesi, bir sahil kasabasında yaşayacak son demlerini…Döne döne, keşke olmasaydılar la birlikte…

Bu tür şımarık firavun nefisliler, bu atmosfer oldukça hayat bulup neş u nema bulacaklar elbette. Çünkü bu bir zihniyet sorunudur. Kişilik sorunudur. Enaniyet sorunudur. Tamamlanmamış, anlaşılmamış bir inanç sorunudur.

Bugün kendini büyük ve güçlü olarak gören anlayışların hemen hemen hepsinde aynı sıkıntı yaşanıyor, yaşanacak…

Olan değil, oluşturulan dostçuklarla iş yapıyorlar. Samimi insanları iteliyor ve dışlıyorlar. Yok sayıyorlar baki zannetikleri makamlarında. Aşırı tevazu gösterip kibirleşiyorlar…

Dün parmağındaki yüzüğünü, kolundaki bileziğini her namazdan sonra gözyaşlarıyla ıslattıkları kimliklerinden de utanmış olmalılar ki bir küp uğruna her şeye perde çekiyorlar…

Hayat yine aynı aldanmışlıklarla beraber akmaya devam edecek. Etmeli… Etmeli ki cennetin ucuz, cehennemin lüzumsuz olmadığı tekerrürle zuhur etsin... Aynı delikten defalarca ısırılmaya şahitlik etsin vefalı zaman. Evet, dün Emevi Devleti yıkıldığı zaman onların üzerine söyledi Ebu Müslim-i Horasani bu sözü. İmdi! hepimiz aynı rehavetle söyleyebiliriz artık. Aldanmış ve aldatılmışlıkla geçen hayatımızda bunu yapanlara bedel ödettirmeden de bunun sonu gelmeyecek gibi…

Şeytanlar; yürekleri-makam, mevki iktidar, şan ve şöhret ateşiyle yananları ve egolarını ve sadece ama sadece kendilerini ilah edinenleri yalnız bırakmayacaktır. Adaleti lillah bırakmıyor da.

Her ne olursa olsun, “Naslarla” yaşamaya devam etmeli insan. Hiçbir yapı ebedi değil ve de hiçbir makam kalıcı onurlu. Yaptıklarımızdan ve elimizde imkan varken niye yapmadıklarımızdan hesap vereceğiz büyük muhasebeciye…

Makamları ezici güç olarak tasavvur edenler, ezik kimliklerini makamlarla terapiye çalışmamalı. Biliyorum, bazılarının kendi dünyalarında oluşturduğu zihniyet, pek sevmez ama ben yinede yazayım:

Yavuz Sultan Selim Han, Mısır'ı fethetmiş ve hilafet 1516 yılında Abbasilerden Osmanlılara geçmişti. Cuma günü Ümeyye Camiinde Cuma namazı kılınırken, imam Hutbede halifenin ismini zikredip “Hakim-ül harameynişşerifeyn” (Mekke ve Medine'nin hükümdarı) dedi. Yavuz hemen oturduğu yerden ayağa kalkarak; “İmam efendi, Hakim-ül harameyn deme, Hadim-ül harameyn” de (Mekke ve Medine’ye hizmet eden ) demişti.

Unutmayalım ki; yarın, bu halkın duygularıyla oturup geçmişin muhasebesini birlikte yapacağız. Taziyeler de birlikte Fatihalar okuyacak, toylarda birlikte halaylar çekeceğiz. Aynı camide Mevlüt dinleyecek, kandiller ihya edecek ve ibadetleri eda edeceğiz. En ayrıntısına kadar, hesap yapacağız belki de... Zira, iyilikte kötülükte unutulmaz iyi bir hafızada. Ama hangi yüzle? Hangi iyilikle? Hangi farklılıkla? Hangi alınmış dua ile?

Bizden hatırlatması.

Selam ve Muhabbetle…

Bu yazı 2910 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum