Kadir BÜYÜKKAYA

Kadir BÜYÜKKAYA

[email protected]

UZAK DİYARLARI YURT EYLEDİK-1.BÖLÜM

04 Mart 2018 - 07:32

UZAK DİYARLARI YURT  EYLEDİK



1.BÖLÜM


 


Üçüncü dünya ülkeleriyle  otomatik telefon görüşmelerinin mümkün olmadığı, internet haberciliğinın hayal olduğu 1980 lı yıllarda, tespih taneleri gibi dünyanın şurasına burasına savrulan bizim gibi gurbetçiler için ayrılık cehennemın diğer adıydı. Dilinden, huyundan, şaka ve espirilerinden anlamadığımız bir toplumda yaşamak zorunda bırakılmamız ateşten gömlek giymek gibi bir şeydi. Yaşadığımız şehrin üstüne akşam karanlığı çöktüğünde ağırlığı tonları bulan bir kütle gelir sinemizin orta yerine otururdu. Nefes almak her babayiğidin harcı olmazdı. Anadan babadan, eşten dostan , hısım-akrabadan uzak diyarlarda yaşamak insanın canına fazlasiyla okurdu. Kısacası ayrılık denen canavar insanın yüreğini cantim cantim yer bitirirdi.


 


Sözünü ettiğim dönemlerde uzak diyarları yurt edinenlerin tek iletişim aracı mektup ve  teyb kasetlerıydı. Mektupların gidişi gelişi en azından bir ay sürerdi. Postaya verilen mektubun yanıtını beklemek dünyanın en büyük, en dayanılmaz eziyetiydi. Bitmek tükenmek bilmeyen uzun bekleyişler insana fiziki işkenceden daha ağır gelirdi. Gün ve saatler geçmek bilmezdi. Mektupların yanıtı geciktikçe insanın ömründen ömür çalınırdı.


 


Gurbete mahkum edilmiş insanların sabah sabah yaptıkları ilk iş posta kutusuna bakmak olurdu. Postacı posta kutusuna  mektup bıraktığında gurbetçinin yüzü güler, yüreği dünyanın sevinciyle dolardı. Eşten dostan uzun zaman haber alamayanların yüreğine kahır ve hüzün çökerdi.


 


 


Ren nehrinin altın gerdanlık gibi süslediği, sebze ve hayvansal ürünleriyle kendinden sözettiren laleler ülkesi Hollanda’ya 1979 sonunda Necmettin abinin         ( Büyükkaya) ön ayak olmasiyla geldim. Mahalle ve çocukluk arkadaşım Hasan Kongül sonu belli olmayan bu serüvende bana yol arkadaşı olmuştu. İlkin bir süreliğine bakımlı bir otelde kaldık. Daha sonra Amsterdam’ın en merkezi bir  yerinde üç katlı bir binanın ikinci katında kendimize küçük bir oda kiraladık ve taşındık.


 


Ünlü Leidseplein meydanının iki yüz adım kadar ilerisinde bulunan sokağın ismi Prinsengracht’tı. Yanı Prensler sokağı ! Binanın ilk katında ev sahi, eşi ve iki çocuğu oturuyordu. Çocuklardan birisi kız diğeri erkekti.  Üçüncü katında Hollanda televiziyonlarında hergün klipleri yayınlanan tanınmış bir pop sanatçısı  kendisi gibi zenci olan kız arkadaşıyla kalıyordu.


 


Kaldığımız odanın batıya açılan iki büyük penceresi vardı. Evimizin az ilerisinden dört mevsim seyrine doyum olmayan muhteşem bir su kanalı akıyordu. Sabahları uyandığımda yaptığım ilk iş pencerenin önüne geçip,  kanalda yaşanan hareketliliği izlerdım. Sokaktan geçen Hollandalıların olağanüstü rahatlığı, kibarlığı beni kendilerine hayran bırakırdı.


 


Uzayıp giden kanalın şurasında burasında  yüzün  kazların, ördeklerın, martıların ve diğer kuş türünün özgür ve korkusuz hallerine bakar imrenirdim. Yeşilbaş ördeklerin, uzun boylu kuğuların ve kocaman martıların su yüzündeki muhteşam dansı beni mest ederdi. Bıkmadan usanmadan onları saatlerce izler dururdum.


 


Kaz ve ördeklerin kanal turu bana Mustafa amcamın avcılığa olan merakını hatırlatırdı. Coğrafyamızda fukara ördekler insafsız avcıların korkusundan konacak bir dal, yüzecek bir gölcük bulamazken, Hollanda’nın dört bir yanında kanallarda keyif süren ördeklerin özgürlüğün tadını çıkarmış olmaları bende hayranlık uyandırdı. Anlaşılan oydu ki korku denen belanın tarihe karıştığı, refah ve özgürlüğün eşitçe pay edildiği toplumlarda sadece insanlar mutlu olmakla kalmıyordu, insanlar gibi hayvanlarda özgürlükten payına düşeni alıyordu. Özgürlüğün sınırlandığı, korkunun dayatıldığı toplumlarda ise ne insanlar insan gibi yaşayabiliyordu ve ne de hayvanlar tabiayatın kendilerine sunduğu, en doğal haklarından gerektiği yararlanabiliyordu.


 


Bazı günler sabahın erken saatlerinde bir Yusuf tutan kuşu konardı uyuduğum odanın penceresine. Pencerenin beton pervazına konan Yusuf tutan kuşu birkaç defa üst üste kanat çırpar ve sonra başlardı uzun uzun ötmeye. Yusufçuğun bana misafir olmasını o gün bir yerlerden bana güzel bir haberin ulaşacağına yorumlardım. Onun tatlı ötüşünü daha çok memleketen alacağım mektubun işareti olarak görür, öyle değerlendirirdim. Bu tahminimde çoğu zaman yanılmazdım.


 


Yusuf tutan kuşu pencereme konup ötmeye başladı mı keyiften içim içime sığmazdı, sevinçten havalara uçardım. Sevimli konuğumu ürkütmemek için uzun süre yataktan kalkmazdım. Kalkmam halinde onun ürküp uçacağından korkardım. Bana hayırlı haber ulaştıran Yusuf tutan kuşunu derin bir derinlik içinde uzun uzun sessizce dinlerdim. Sonra yataktan kalkıp pencereye yönelirdim.Tahmin ettiğim gibi pencereye yaklaştığımı gören kuş havalanır ve az ilerde kanal kenarına çakılan demir korunaklara tünerdi. Konduğu yerden ötüşüne biraz daha devam eden Yusufcuk bir süre sonra usulca havalanır ve uzaklara doğru kanat çırpardı. Gözden kaybolana kadar izlerdim onu arkasından.


 


Yusufcuk kuşu çekip gidince yetim kalmış bir çocuk gibi kendimi kendime hüzünlenirdim. Neyse ki Yusufçuğun bana vadettiği haberi hatırlar ve rahatlardım. Biliyordum ki biraz sonra postacı gelecek ve beni bir mektupla ödüllendirip sevince boğacaktı.


 


Kulağımda Yusufçuktan geriye kalan ahenkli melodi sokağı seyretmeye devam ederdim. Bir gözüm kanalda yüzen ördeklerde, diğer gözüm köşebaşından çıkıp gelecek olan postacıda olurdu. Derken postacı görünürdü. Elinde tutuğu sayısız mektupları birer ikişer karıştırarak kapımıza yaklaşırdı. Kapıya yaklaştıkça heyecandan yüreğim çatlayacak gibi olurdu. Yusufcuğun sabah saatlerinde kulağıma fısıldadığı hayırlı haberden o kadar emindim ki postacının kapıya yetişmesini beklemeden hemen merdivenlerden aşağıya inerdim.


 


Kapıyı açmaya fırsat kalmadan posta kutusunun metal sesini duyar, postacının kutuya birşeyler bıraktığını anlardım. Postacı diğer adreslere doğru yoluna devam eder, ben elimde anahtar aceleyle posta kutusuna koşardım.


 


Kutuya yaklaştığımda heyecandan elim ayağım birbirine dolanırdı. Tepeden tırnağa titrediğimi hisseder, heyecanımı bastırmak için kendimi sükunete davet ederdim.


 


Gel gör ki bütün çabalarıma rağmen kutuyu açana kadar elimin titremesi devam ederdi. Gözlerim kutuya atılan Siverek damgalı mektuba ilişince kalp atışlarım daha da hızlanırdı. Zarfı elime alır almaz önce  kimden geldiğine bakardım. Sonra yukarıya çıkmak için hızlı adımlarla merdivenlere yönelirdim.


 


Daha merdivenlerdeyken zarfı yırtar içindeki mektubu aceleyle çıkarırdım. Elimde mektup kendimi zor bela bir sandalyeye bırakıverirdim. Sandalyeye ilişerek başlardım mektubu hızlı hızlı okumaya. Mektubun ilk satırlarından itibaren dış dünya ile olan bağlantım tamamen kesilirdi. İlerleyen satırlarda okyanus ortasında dalgalara kapılmış bir tekne gibi bir o yana bir bu yana gider gelirdim. Mektup annem tarafından kardeşime yazdırılmışsa işin rengi büsbütün değişirdi.


 


Annemin kardeşime yazdırdığı “ oğlum sen bizi hiç ama hiç merak etme, şu ana kadar hepimiz çok çok  iyiyiz “  satırlarını okuyunca yüreğim on yerinden birden kanardı. Annemi çok iyi tanıyordum. O,  en meşakatli zamanlarda bile yüzüne konuk ettiği tatlı gülümsemesiyle sıkıntılarını herkesten saklamasını, gizlemesini bilen birisiydi. O bunu çok iyi başarıyordu. Mektuba döşediği pozitif satırların arasına ne tür acılar, ne gibi sıkıntılar gizlediğini az çok tahmin edebiliyordum. Onun mektubun sonuna doğru “ oğlum sen kesinlikle bizi düşünme, sadece kendini düşün, bizden taraf hiç bir kaygın olmasın “ şeklinde bir ifade bırakması özlem, üzüntü ve duygusalığımı had sahfaya ulaştırırdı. Kendimi koyvermemek için elimden geleni yapardım, ne var ki yazılanlar karşısında fazla direnemezdim. Ağlamayi erkekliğin şanına yakıştırmadığım için göz yaşlarımı kendimden bile saklayarak başlardım gizliden gizliye ağlamaya.


 


Birkaç sayfadan oluşan mektubun okunması bir iki dakkika bile sürmezdi. Gözden kaçan yerler olur diye mektubu birkaç kere tekrar tekrar okurdum. Mektubun  kısa yazıldığını düşünür, yazanlara sinirlenirdim. Oysa gelen mektupların hiç  birisi hiç bir zaman dört beş sayfadan kısa olmazdı. Mektupların çoğunu annem kardeşim Sait’e yazdırırdı. Annem söyleyeceklerini tane tane dilendirir Sait de tek tek  kağıda dökerdi. Köyde yaşayan akrabaların halinden, şahirde yaşayan dost ve arkadaşların vaziyetinden söz eden annem merak ve kaygılarımı gidermek için elinden geleni yapardı, fakat buna rağmen gelen mektupları her seferinde çok kısa görür ve üzülürdüm. Bazen gelen mektubu gün boyu tekrar tekrar okur, sevdiklerimle sohbet eder gibi olurdum.


 


Mektupların zamanında yanıtlanmaması nedir, ne değildir çok iyi  bildiğimden akşam karanlığı çöker çökmez  bir köşeye çekilir ve başlardım gelen mektuba cevap yazmaya. Annemin bana olan özlemini gidermek için ona uzun uzadıya Hollanda’yi, Hollandalıları anlatırdım. Bu yüzden yazdığım mektupların sayfa adedi hiçbir zaman onun altına düşmezdi.


 


Devam edecek...


 


 


Kadir Büyükkaya / Hollanda


[email protected]

Bu yazı 2102 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum