Kadir BÜYÜKKAYA

Kadir BÜYÜKKAYA

[email protected]

UZAK DİYARLARI YURT EYLEDİK-4.BÖLÜM

30 Mart 2018 - 19:30

UZAK DİYARLARI YURT EYLEDİK



4. BÖLÜM



 


 


Sevdiklerimizden aldığımız mektuplar, kasetler de olmasaydı suyuna, havasına ve huyuna yabancı olduğumuz bu diyarlarda yalnızlığa kafa tutmak, kimsesizliğe göğüs germek gerçekten de çok zor olacaktı. Gördüğüm rüyaların kanadına tutunarak her gece Siverek’e misafir olurdum. Rüya görmekle geçirmediğim gecem neredeyse yoktu. Siverek’i, orda bıraktıklarımı rüyada görmek bile beni mutlu etmeye yeterdi. Gördüğüm rüyaların sonu gelsin istemezdim. Uykunun bir yerinde uyanıp her şeyin rüyadan ibaret olduğunu anladığımda üzüntüden kendimi yer bitirirdim.


 


Hollanda’nın olağanüstü doğası, insanların ruh güzelliği, sınırsız özgürlükler, korku ve kaygılardan uzak bir yaşamın verdiği rahatlık, kısacası hiçbir şey bana Siverek’i unutturamıyordu. Geride bıraktıklarımın özlemi yüreğimde açılan yaman bir yaraya benziyordu. Görünmeyen bir el günün her saatinde yarama avuç avuç tuz dökerek canımın yanmasına neden oluyordu. Nereye gidersem gideyim gözlerim her ikindi vakti  Siverek kalesinden havalanan Delucan kuşlarının oluşturdukları o muhteşem manzarayı arardı. Kaleboğazı’nda yaşanan kalabalıkların ihtişamı, Şeytan Küçesi’nde gün boyu süren şamatanın keyfi, üçgen parkında  gençler arasında yürütülen hararetli tartışmaların heyecanı gözümün önünden gitmezdi. Savrulduğum Hollanda her yönüyle güzel ve rahat bir ülkeydi ama ne var ki Siverek’te hayatıma renk ve anlam kazandıran hareketliliği yaşayamıyordum. Gençlik duygularımı tatmin eden bütün güzellikler benden binlerce kilometre uzakta, doğup büyüdüğüm topraklarda kalmıştı.


 


Dedim ya aldığımız mektup ve kasetler de olmasaydı, halimiz hal, vaziyetimiz vaziyet değildi bu yaman ellerde. Sevdiklerimizin bize ulaştırdığı  mektup ve kasetler çoğu zaman hasretimizin üstüne su döküp özlemlerimizi küllendirirken  bazen de hasretimizi daha da azdırırdı.


 


1980’in  sonbahar aylarıydı. Sürgün yemiş şairler  “Sonbahar hazan mevsimidir, bu mevsimde insanın içindeki özlem büsbütün kudurur,“ diyerek boşuna şiirler döktürmemişler kitaplara. Yabancı diyarlarda geçirdiğim ilk hazan mevsimiydi. Rüzgarın sağa sola savurduğu sararmış yapraklar yüreğimdeki hüznü habire büyütüyordu Amsterdam’da. Yüreğime sığmayan memleket hasreti, önüne geçemediğim özlem çıra olup yakıyordu yüreğimi. Terk ettiğim topraklar her şeyiyle kokuyordu burnumda. Elveda dediğim insanlar birer birer tütüyordu gözümde.


 


Son birkaç gündür içime büyük bir sıkıntı çökmüştü. Uzun zamandır  kimseden haber alamıyordum. Ne bir mektup, ne bir telefon!  Sabahları bana hayırlı haberler müjdeleyen yusuftutan kuşundan epeydir ses seda yoktu, pencereme konmuyordu  artık. İçimde kimselere tarif edemediğim garip bir his vardı. Bu his “Siverek’te mutlaka bir şeyler oldu“ diye beni habire dürtüyordu. Yüreğime çivilenen bu gariplikten kurtulmak için bir iki gün önce büyük postaneye gitmiş, saatlerce beklediğim halde telefon bağlanmamış ve büyük bir üzüntüyle eve dönmüştüm. Oysa bizimkilerle bir iki laf etmeyi ne kadar da istemiştim.


 


Bir hafta sonuydu. Dışarda puslu bir hava vardı. Oda arkadaşım Hasan,  “Birisiyle  görüşmeye gideceğim,“ diyerek sabah erkenden ayrılmıştı evden. İçimdeki sıkıntıyı bastırmak için odamın caddeye bakan penceresine gittim. Uzun uzun dışarıyı seyrettim. Uzayıp giden kanalda kaz ve ördekler sürü halinde yüzüyordu. Dışarda kah şiddetlenen kah hafifleyen bir yağmur vardı. Cama vuran yağmur damlalarının seyrine kaptırdım kendimi. Cama düşen su damlacıklarının doğayla olan dansını  seyretmek , derdi kederi yele vermenin en iyi yoluydu benim için.  Sabahın erken saatleri olduğundan dışarısı pek kalabalık değildi. Ana caddeden tramvaylar geçiyordu Central istasyonuna doğru.  Durakta bekleyen  yolcular yanaşan tramvaylara binerek gidecekleri yere doğru yol alıyordu kafalarında bin bir sevda bin bir düşünceyle. Yağmurda ıslanmak istemeyen gençler koşar adım tramvay duraklarına sığınıyordu.


 


Hollanda’nın Rotterdam şehrinde tütün fabrikasında çalışan Siverekli bir hemşerimiz vardı. İsmi Ramazan Kızılgöl’dü. Ona Ap Remazan derdim. Kendisiyle kısa bir zaman önce tanışmıştım. İkisi henüz çocuk sayılan beş erkek çocuğu vardı. Çocukların annesi yoktu, sanırım ölmüştü. Baba tekrar evlenmiş fakat eşini Hollanda’ya getirmemişti. Rotterdam’da Mathenesserweg’in arka sokaklarında eski bir evde yaşayan baba ve çocukları sefil bir hayat sürüyordu. Evde bir kadının olmayışı herkes için büyük sıkıntıydı, özellikle de çocuklar için. Birkaç ay önce tanışmak amacıyla evlerine gittiğimde henüz çok küçük olan iki kardeşin içler acısı durumuna tanık olmuş ve çok üzülmüştüm.


 


Ramazan Amca çevresinde Ramazan-é Golij olarak tanınıyordu. Hollanda’ya gelmeden önce Siverek’te yaman bir taş ustasıymış. Yani ekmeğini taştan çıkarırmış. Siverek’in en iyi duvar ustalarıyla birlikte çalışmış. Onun elinde şekillenen taşlarla yapılan yapıların haddi hesabı yoktu. Ermeni asıllı usta Yané, Ramazan Amcanın ustalığını beğendiğinden onu hep yanında tutuyormuş.


 


Rahat hareketleri, sohbeti ve kibarlığıyla bende saygı uyandıran Ramazan Amca birkaç hafta önce çalıştığı işyerinden izin alarak kısa bir süre için Siverek’e gitmişti. Gitmeden önce beni aramış, Siverek’te kimseye iletmek istediğim bir şey olup olmadığını sormuş, ben de kendisine teşekkür etmiş, aileme, sevdiklerime selam ve sağlık haberlerimi iletmesini rica etmiştim. Ramazan Amca gideli epey zaman olmuştu. Şimdiye kadar dönmüş olması gerekirdi. Gelmiş olsaydı annemlerden bana  mutlaka bir haber getirirdi ve ben de rahatlardım.


 


Aklım Ramazan Amcada, gözlerim gökyüzünde kuzeye doğru sürüklenen siyah bulutlarda, kara kara düşünüyordum. Pencere önünde süren bu sıkıntılı bekleyişim ne kadar sürdü bilemiyorum.  Birden gözlerim uzakta kanalın diğer tarafında kanat çırpan bir yusuftutan kuşuna takıldı. Kuş bulunduğum yöne doğru kanat çırpıyordu. Onun havadaki hareketlerini dikkatle izliyordum, pencereme konar mı konmaz mı diye düşünüyordum. Konması için içimden dua ediyordum.


 


Yusufcuk kuşu kanalın beri tarafına geçince onun pencereme konacağına kesin gözle baktım. Nitekim öyle de oldu. Bana sabahları hayırlı haberler müjdeleyen yusuftutan kuşu narin narin süzüldü ve sonunda, pencerenin saçağına tünedi.


 


Yusufçuk kuşunun  rahat ve korkusuz hali bana olağanüstü bir rahatlık verdi. Yusufçuk  normalde insanlardan ürkerdi. Onun göze çarpan rahatlığı bana da geçmiş olacaktı ki birkaç dakkika öncesine kadar yüreğimi esir alan nedensiz sıkıntının hafiflediğini fark ettim.Yusufçuk kuşu renkli ufacık gözlerini gözlerime dikerek uzun uzun öttü. Sonra pencerenin saçağında bir ileri bir geri gezindi, sonra tekrar başladı ötmeye. Yusufçuk  benimle adeta konuşmak istiyordu, onunla uzunca bir süre birbirimize bakıp durduk. Kuşun sabah sabah  pencereme konmasını hayra yorarak,  “Bugün bana mutlaka bir yerden bir haber gelir,” diyerek içimdeki sıkıntıyı dağıtmaya çalıştım. Ben bunları aklımdan geçirirken Yusufçuk kuşu aniden havalanıp penceremden uzaklaştı.


 


Yusuftutan kuşu yine yanıltmamıştı beni. Beklediğim haber o gün postacıyla değil ama başka yoldan bana ulaştı! Kuşun havalanmasından kısa bir süre sonra Rotterdam’da yaşayan  hemşerim Eyyüp Kızılgöl bana telefon açarak, “Kadir dostum,  dün akşamüstü babam Siverek’ten döndü, sana bir şeyler getirmiş, haberin olsun,“ dediğinde fazlasıyla sevindim.


 


Böylesi durumlarda içim içime sığmazdı. Memleketten alacağım havadislerin heyecanıyla hazırlanıp hemen Rotterdam’a hareket ettim. Ramazan Amcanın yaşadığı Rotterdam şehri Amsterdam’a seksen kilometre uzaktaydı. Zaman kaybetmeden tren istasyonuna gittim. Yol boyu içim içimi yedi. Kimbilir Ramazan Amca hangi havadislerle dönmüştü Siverek’ten!


 


Rotterdam Garı’nda trenden indim. Tramvaya atlayarak Ramazan Amcanın evine gittim. Pazar günü olduğundan herkes evdeydi. Sağ olsunlar herkes beni çok sıcak karşıladı.  Evdekilerle sağdan soldan konuştuk. Ramazan Amca Siverek’te yaşananları bana sıcağı sıcağına aktardı. Söylediğine göre memleketin genelinde durum her geçen gün biraz daha kötüye gidiyormuş ama Siverek’te durumlar daha vahimmiş. Herkes büyük bir korkuyla yaşıyormuş. Kim kimin dostu, kim kimin düşmanı belli değil, kimin eli kimin cebinde o da belli değilmiş. İnsanların can ve mal güvenliği kalmamış. Her gün birkaç kişi kim vurduya gidiyormuş. Kısacası Siverek, Siverek olmaktan çıkmış, insanlar için cehenneme dönmüş. Maddi durumu iyi olanlar can ve mal güvenliği kalmadığından  Siverek’i terk edip zorunlu olarak batıya kaçıyormuş. Kaçacak durumda olmayan fakir fukara kaderine boyun eğerek serseri bir kurşuna kurban gitmemek için gece gündüz durmadan Allaha dua ediyormuş.


 


Ramazan Amca  Siverek’e gider gitmez bizimkiler onu yemeğe çağırmış.  Ramazan Amca evimizde kimleri gördüğünü, kimlerle neler konuştuğunu bir bir anlattı bana. Anlattığı şeyler beni fazlasıyla rahatlattı. Demek ki son günlerde içime çöken sıkıntının hiçbir özel nedeni yokmuş!  Demek ki onca kaygı, onca karamsarlık boşunaymış.


 


Fakat yine de ortada dikkatimden kaçmayan tuhaf bir durum vardı. Ramazan Amca bizim evin hallerinden söz ederken pek rahat değildi. Gözlerine sinen tedirginlik her halinden rahatlıkla okunuyordu. Konuşurken ara sıra kekeliyordu sanki. Bunun nedensiz olmadığını, dilinin altında anlatmak istediği ama anlatamadığı bazı şeylerin olduğunu seziyordum,  ama ne?  Benden saklamaya çalıştığı şeyin ne olduğunu öğrenmek için çok uğraştımsa da Ramazan Amca ser verip sır vermedi. Kem küm ederek, konuyu hep başka yerlere çekerek, merakımı daha da kamçıladı.


 


Devam edecek...


 


 


 


Kadir Büyükkaya / Hollanda


[email protected]

Bu yazı 2681 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum