Kadir BÜYÜKKAYA

Kadir BÜYÜKKAYA

[email protected]

UZAK DİYARLARI YURT EYLEDİK-5.BÖLÜM

08 Nisan 2018 - 07:12




UZAK DİYARLARI YURT EYLEDİK



5. BÖLÜM


 


 


Ramazan Amca ve çalışacak durumda olan çocuklarının ertesi sabah erkenden işe gideceklerini biliyordum. Bunu düşünerek geceye kalmadan Amsterdam’a döneceğimi söyledim. Elimde Siverek’ten gelen paketim, akşamüstü Amsterdam’a döndüm. Her zaman yaptığım gibi eve gelir gelmez hemen büyük bir sabırsızlıkla paketimi açtım. Paketin içinde önce kaseti ve fotoğrafları aradım ve buldum.


 


Gelen fotoğrafları tek tek inceledim. Annem en sevecen haliyle yine gülümsüyordu bana. Babamın yüzü asıktı, üstünden karamsarlık dökülüyordu. Kardeşlerim biraz daha büyümüştü sanki. Fotoğrafları birkaç kez tekrar tekrar inceledim, sonra onları bir kenara bırakarak masada duran emektar teybime kaseti yerleştirdim.


 


Annem “Bismillahirrahmanirrahim” diyerek konuşmasına başladı. İlk konuşmanın annem tarafından yapılmış olmasını yadırgamıyordum, çünkü her zaman ilk annem konuşurdu. Annem, önce evimizin durumuyla ilgili beni rahatlatacak iyimser bir tablo çizdi. Sonra yakın akrabalardan başlayarak,  konu komşudan,  dost ahbaptan   ve sadık arkadaşlarımdan bol bol söz ederek, üstünde borç kalmasın diye herkesin selamını bana iletti. Annem söyleyeceklerini söyledikten sonra,  “Oğul şimdilik benden bu kadar, kasette yer kalırsa sana sonradan tekrardan dönerim,“ dedi ve sırayı yanında oturan babama verdi.


 


Babamın neler söyleyeceğini az çok tahmin ediyordum. Derin bir nefes alarak önce esaslı bir besmele çekti. Sonra “Oğlum, nasılsın, iyi misin? İnşallah iyisin. İyi olmanı bizi yaratan yüce Allah’tan niyaz ederim,“ dedi. Bu tarz konuşmalar babama askerlik yıllarından miras kalmıştı. Bu yüzden babamın ağzından sırasıyla hangi kelimelerin döküleceğini ezbere bilirdim. Babam konuşmasına devamla, “Sen de bizi sorarsan  Allah’a çok şükür şu ana kadar hepimiz çok iyiyiz. Hayat pahalılığı almış başını gidiyor, her şey ateş pahası. Buğday, odun, un, şeker ve çay fiyatları el yakıyor. Sonbahara girdiğimiz halde halen ihtiyaçlarımızı karşılamış değiliz,“ der demez  babamın sözü nereye getirmek istediğini anladım. Babam başka şeyler söylemeye hazırlanırken dıştan gelen bir müdahaleyle anında susturuldu. Bu tür konulara temas ettiği için babamın bir el işaretiyle annem tarafından nasıl susturulduğu gözümün önünde canlandı o an. Annem üzülmemem için ucu pula paraya dayanan konularda hiç kimsenin bir söz söylemesini istemezdi. Annemden işmar alan babam sinirlenerek konuşmasını yarıda kesti. Adet yerini bulsun diye de “Oğlum söyleyeceklerim bu kadardır.  Allah’ın ipine sarıl, namazını dosdoğru kıl, doğru yoldan ayrılma, demem odur ki Allah seni hidayete getirsin!“ dedi ve sırayı kardeşlerime devretti.


 


Bütün kardeşlerim sırayla birbirine yakın şeyleri dile getirdi. Kardeşlerim eğitime verdiğim önem ve değeri bildikleri için konuşmalarına başlar başlamaz  önce okul durumlarıyla ilgili bana bilgiler aktarır, sonra da iyi olmam için Allah’a dua ve niyazda bulunurlardı. Kardeşlerimin  en çok kullandıkları  sözcük, “Allah  senden razı olsun”du. Onlar “Allah senden razı olsun“ dedikçe bana da  “Amin“ demek düşerdi.


 


Kasetin  sonuna doğru annem tekrar söz aldı. “Oğlum gördüğün gibi hepsi bir araya geldi, sana doğru dürüst bir şey söyleyemediler! Kasetin yarısı daha boş! En iyisi ben sana konuşayım,” dediğinde önemli bir şeyler anlatacağını hemen anladım. Annem derinden bir of çekerek, “Oğlum sana bir meseleden söz edeceğim ama sakın telaşa kapılma! Aslında sana anlatmayacaktım, fakat ortada korkulacak bir durum olmadığından, başkasından duyacağına bizden duymanı istedim,“ dediğinde heyecandan tepeden tırnağa bütün vücudumun uyuştuğunu hissettim.


 


Annem konuşmasına şöyle devam etti: “Oğlum bundan birkaç hafta önceydi. Akşam misafirlerimiz vardı. Uyumak için elektrikleri daha yeni söndürmüştük ki sokak kapımız hızlı hızlı çalındı. Gecenin bu saatinde kimdir diye meraklanarak kapıyı açmaya gittim. Yarı yolda kapı birkaç kez daha üst üste çalındı. Kapının vurulma şeklinden normal olmayan bir şeyler olduğunu tahmin ettim. Kapıyı açmamla askerlerin büyük bir aceleyle içeriye dolmaları bir oldu. Kopan gürültü şamata üzerine baban ve odalarında uyuyan  misafirlerimiz ve kardeşlerin yataklarından fırlayıp avluya çıktılar. Çevreme dikkatlice bakınca evimizin damında da çok sayıda askerin mevzi aldığını gördüm. Askerlerin başında bulunan komutan iç avluya geçer geçmez hemen ‘Ev sahibi kimdir’, diye sordu. Baban ‘Ev sahibi benim,’ deyince onu bir köşeye çekerek ifadesini aldı. Askerlerden bazıları evin içine girerken bazıları da avlunun ortasında bekleyen misafirlerin kimliklerini incelediler. Misafirler kim olduklarını, nerden niçin geldiklerini beyan edince, onlara bir köşede beklemelerini söylediler.


Oğlum, askerler evin altını üstüne getirdiler. Komutan bir sandalyeye oturarak senin kitap dolabında bulunan bütün kitapları sahifa sahifa karıştırdı. ‘Bu kitaplar kimin, kim okuyor bu kitapları?’ dediğinde kardeşin Sait ‘Komutan bu kitaplar benim, gördüğün gibi hepsi roman ve hikaye kitapları,’ dedi. Bunun üzerine komutan kitapları bir tarafa bırakarak babana ve kardeşin Sait’e  ‘Haydi giyinin bizimle geliyorsunuz’ dedi. Baban cebinden çıkardığı bir tomar parayı komutana göstererek  ‘Komutan suçumuz ne, bizi neden götürüyorsunuz? Ben Siverek hayvan pazarında tanınmış bir esnafım. Bu gördüğünüz paralar malını sattığım müşterilerime ait, bu paraları yarın müşterilerime teslim etmem gerekir,’ dediğinde komutan babanızın elinde tutmaya devam ettiği para destesine bakarak  ‘Ne iş yaptığınız bizi ilgilendirmez, bizimle geleceksiniz! Niçin götürüldüğünüzü  jandarma karakolunda  öğrenirsiniz,’ dedi.


 


Evet oğul, yapılacak bir şey yoktu. Baban ve kardeşin  Sait aceleyle giyindiler.  Askerler onları askeri araca bindirdiklerinde Siverek Kalesi başıma yıkıldı sandım. Olup bitenlere hiçbir anlam veremedik. İşinde gücünde olan babandan ve kardeşinden devlet ne istiyordu?


 


Askeri araçlar evden uzaklaşınca ne yapabileceğimi düşünmeye başladım. Önce bizim Heci Bekir Dayının evine koştum. Sonra bütün yakın akrabaları durumdan haberdar ettim. Herkes şoka girdi. Hiçkimse olup bitenlere bir anlam veremedi. Gece vakti yapılacak fazla bir şey yoktu. Yaşlılar ‘Sabahı beklemekten başka çaremiz yok’  dediler. Dediler demesine ama gel de bekle! Sabahı nasıl ettim bir ben bilirim bir Allah! Sabaha kadar bir ayağım dışarda bir ayağım içerde sürekli gidip geldim. Şafak atar atmaz tekrar eşe dosta koştum. Bir şeyler yapmaları için onlara dil döktüm. Ne var ki  zor ve yaman bir dönemden geçiyorduk. Korku insanların yüreğini esir almıştı. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Bilmeyenler Siverek’te yaşanan onca kötülüğü baban yaptı sanacaktı. Akrabalardan Ferit ve Bekir Sami Amca  ‘Ne yapalım, ne edelim,  nereye başvuralım?’  diye kafa yorarken sağ olsun  bizim Heci Bekir Dayı,  ‘Ben Komutana gidiyorum, haydi sen de gel’ dedi bana. Heci Bekir Dayı önden ben arkasından jandarma karakoluna gittik. Karakol binasına vardığımızda gördüklerimiz karşısında şaşkına döndük. Kapıda mahşeri bir kalabalık vardı. Meğer dün gece evden alınan sadece baban ve Sait değilmiş. Aynı gece onlarca ev basılmış, her yaştan çok sayıda insan karakola getirilmiş. Gördüğüm manzara karşısında az da olsa rahatladım. Demek ki buraya sadece baban ve kardeşin getirilmemişti.


 


Heci Bekir Dayı kalabalığı yara yara komutanın huzuruna çıktı. Ona ‘Mehmet Büyükkaya yeğenim olur, suçu günahı nedir, onu niçin buraya getirmişsiniz?’ diye sordu. Komutan  ‘Şimdilik bir şey diyemem, suçu yoksa korkulacak bir şey yok demektir,’ diyerek onu başından savuşturdu.


 


Evet oğlum, baban ve kardeşin Sait iki hafta kadar sıkıyönetimde kaldılar. İki haftanın sonunda suçsuz oldukları anlaşıldı ve serbest bırakıldılar. Gözaltında tutulduğu sırada komutan babana ‘Silahın var mı?’ diye sormuş.  Baban ‘Ben esnafım. Benim silahla ne işim olabilir?’ demiş. Komutan babanın söylediklerine gülüp geçmiş.  ‘Var var, sende kesinlikle silah vardır, hemen getirip silahı bize teslim edeceksin, yoksa başına neler gelir sen düşüneceksin,’ demiş. Baban da  ‘Komutanım ben size silahım yok diyorum siz bana inanmıyorsunuz. O zaman  bana birkaç gün izin verin. Gidip paramla bir silah satın alayım ve getireyim size teslim edeyim’ demiş.


 


Kısacası baban ve kardeşini neden götürdüler, niçin serbest bıraktılar biz de anlamadık. Kimisi  ‘silahı vardır’  diye ihbar edenler oldu dediler. Kimisi yanlış anlaşılmadan dolayı evimizin basıldığını, bazıları da bunun genel bir uygulamadan ibaret olduğunu söyledi. Sebebi ne olursa olsun sıkıntılı iki hafta geçirdik oğul!  Fakat her şeye rağmen yine de halimize şükrettik. Çevremizde öylesi şeyler oluyor, öylesi şeyler duyuyoruz ki söyleyecek laf bulamıyoruz oğul.”


 


Annem başlarına gelen bu garip ve üzücü olayı baştan sona, virgülünden noktasına kadar bana anlatırken genzim kurudu. Demek ki birkaç günden beri yüreğime çöken sıkıntının nedeni buydu. Ve demek ki  Ramazan Amcanın dilinin altında sakladığı ve açıklamaktan kaçındığı mesele buydu!


 


Annemin ek konuşmasını dinledikten sonra kendimi çok kötü hissettim. Merak ve endişe içinde geçen on beş günün ne anlama geldiğini çok iyi bilirdim. Babam ve kardeşim Sait’in bu zaman zarfında neler yaşadıklarını, ne kadar zorlandıklarını düşündükçe nefesim daraldı.  Annem ve diğer kardeşlerimin bu süreci nasıl atlattıklarını düşündükçe yüreğim sıkıştı. İşin sorunsuz, problemsiz noktalanması tek tesellimdi.


 


Kaset bittiğinde telefon açmak için büyük postaneye gitmeyi aklımdan geçirdim. Sonra gecenin bu saatinde bunu yapmanın doğru olmayacağına kanaat getirerek, bu fikrimden vazgeçtim. Sabah erkenden aramaya karar vererek, yatağa girdim. Annemin anlattıklarını aklıma getirdikçe ben uykudan uyku benden uzaklaştı. Uyuyamayacağımı anlayınca kalkıp kasetçalara rahmetli dedemin her söylediğinde veya dinlediğinde kendine hakim olamayıp ağladığı  SİYABEND İLE XECé türküsünü koydum. SİYABEN İLE XECé’ arasında Süphan dağında yaşanan  karşılıklı atışmaları dinlerken göz kapaklarım ağırlaştı ve kendimi derin bir uykunun kucağına bıraktım.


 


Sabah uyandığımda ilk işim hemen postaneye gitmek oldu. Üç-dört saatlik bir bekleyişten sonra telefona çıkan anneme “Merhaba anne, nasılsın? Ramazan Amcayla gönderdiğiniz kaseti bugün aldım ve dinledim. Geçmiş olsun demekten başka bir şey elimden gelmiyor,“ dedim. Annem her zamanki neşeli haliyle “Oğlum büyütülecek fazla bir şey yok. Çevremizde çok daha kötü durumda olan yüzlerce aile var. Onlar insan değil mi, onlar anasının kuzusu değil mi? Aslında başımızdan böyle bir olayın geçmiş olması bir anlamda iyi oldu be oğlum! Kimin gerçek akraba, kimin sözde akraba olduğunu gördük ve yaşadık. Babanız ve  Sait’in gözaltında tutuldukları süre içinde kapımızın önünden geçmeyenler de oldu, yirmi dört saat yanımızdan ayrılmayanlar da! Demek ki bunlara tanık olmamız için bu sıkıntıyı yaşamamız gerekiyordu,” dedi.


 


Annemin bu cesur söylemlerine nasıl bir yanıt vereceğimi düşünürken araya bir kadın sesi girdi: “Beyefendi, hanımefendi Türkçe konuşun, yoksa telefonunuz kesilecektir,“ dedi. Ben  “Hanımefendi yaşlı annem, Türkçe bilmez ki,“ der demez telefon meşgule düştü. Üç-dört saatin sonunda zor bela bağlanan telefonumuz, anne oğul arasında süren Zazaca diyalog yüzünden anında kesilmişti. Birileri anadilimizle konuşmamıza tahammül edememişti.


 


Uzak diyarları yurt edinmenin en acı, en çekilmez yanı da bu olsa gerek!


 


Devam edecek...


 


 


 


Kadir Büyükkaya / Hollanda


[email protected]

Bu yazı 1551 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum