Kadir BÜYÜKKAYA

Kadir BÜYÜKKAYA

[email protected]

YEĞENİM İBRAHİM - 10.BÖLÜM

08 Nisan 2016 - 18:38

YEĞENİM İBRAHİM


10.BÖLÜM


 


Sevgili Yeğenim,


 


Çocukluğumuzda bizim köydeki yaşamımız böyleydi işte. Şimdi istersen kaldığımız yerden devam edelim.


 


Berivan Abla’nın evinin hemen alt tarafında, çok önemsediğim ve hayatımda özel bir yeri olan Mustafa amcamın evi vardı. Bu ev zamanında Ramazan amcama aitmiş. Amcam bu evi büyük hayallerle yaptırmış. Fakat amcamın şehirde doğup büyüdüğü eşi Zeliha yengem köy yaşamına ayak uyduramayınca evi Mustafa amcama bırakarak Siverek’e göç etmiş. Mustafa amcamın yerleştiği bu ev ile çocukluğumun geçtiği ev arasında otuz kırık metre ya vardı ya yoktu. 1951 yılında evlenen ve aynı yıl askere giden babam, annemi Mustafa amcama ve eşi Güliş yengeme emanet etmiş. Yabancı bir diyardan köye gelin gelen annem uzunca bir zaman amcamlarla birlikte kalmış. Aynı evde kaldıkları için  amcamın çocukları annemi ablaları gibi görmüşler. O da onları öz çocukları gibi sevip bağrına basmış. Evin günlük işleri ve çocukların üst baş sorunuyla yengemden daha çok annem ilgileniyormuş. Mesela amca çocukları hayatta başlarını annelerine yıkatmazlarmış. Bu işi hep anneme yaptırmışlar. Onlara göre annem bu işi daha iyi yapıyormuş. Annem onları  incitmeden, canlarını yakmadan yıkıyormuş.Güliş yengem onları keseleye keseleye yıkar, vücutlarını yara bere içinde bırakırmış.Bu yüzden yıkanacakları zaman çocuklar annelerine değil anneme koşuyorlarmış.


 


Babam askerden döndükten sonra Annem peş peşe iki  çocuk dünyaya getirmiş,ama ikisi de yaşama tutunamamışlar. Ölen iki kardeşimden sonra ben dünyaya gelmişim.Amcamın kızları sevinçten göklere uçmuşlar. Ölen iki kardeşimin akıbetine uğramamam için Kudret ve Ayşe ablalar ellerinden geleni fazlasıyla yapmışlar. Annen Sabiha o zamanlar daha küçükmüş. Annemin günlük işleri başından aşkın olduğundan daha çok benimle bu iki abla ilgilenmişler. Bu yüzden  amcamın kızlarını kendime her zaman çok yakın görmüşümdür. Bu samimiyet ve yakınlık günümüzde de halen devam ediyor. Onlara çok şey borçluyum, çok.


 


Annemin geldiği köyün ismi Gandağ’dı. Fırat’ın öte tarafında Gerger’e yakın bir köydü.  Yabancılık çekmemesi için Mustafa amcam, Güliş yengem ve yetişkin kızları annem için ellerinden geleni yapmışlar. Ona kol kanat gerip sahip çıkmışlar. Uzun yıllar aynı evi paylaştıkları için annemle et ve tırnak gibi olmuşlar.Annem onları anne ve babası gibi benimsemiş, onlar da annemi öz kızları gibi görmüşler. Annemi ezmemişler kimseye de ezdirmemişler. Rahmetli annem amcamlardan o kadar hoşnut ve o kadar memnun kalmıştı ki, yaşamı boyunca onlardan her  söz ettiğinde duygulanır ve göz yaşlarına hakim olamazdı.


 


Öyle ki annem yıllar sonra tedavi olmak amacıyla yanıma, Hollanda’ya geldiğinde sohbetlerinde amcam Mustafa ve Güliş yengemden her söz açıldığında eskilere gider ve onlara karşı olan memnuniyetini dile getirirdi. İyiliklerini dile getirmekle kalmaz,  bizden de bu iki insana karşı hayatımız boyunca saygılı olmamızı, onlara karşı olan sorumluluğumuzu yerine getirmemizi ısrarla isterdi. Annem ölüm döşeğinde bile  amcama  ve yengeme karşı vefalı olmamızı istedi. Emek ve vefadan her söz edildiğinde annemin Mustafa amcam için sarf ettiği altın değerindeki o sözleri aklıma gelir. Onların birbiriyle olan o saygın ilişkilerini hatırladıkça, günümüzde basit çıkarlar uğruna birbirini boğazlayan basit insanların acınası hallerini anlamakta son derece zorlaniyorum.


 


Değerli Yeğenim,


 


Çocukluk dönemimde üzerimde büyük emekleri olan  Kudret ablanın düğününü hatırlamıyorum. Fakat dayınız Nofel abinin düğününü dünmüş gibi çok iyi hatırlıyorum. Keko Nofel bizim köyün imamı Molla Mehmet’ın kızı Kudret abla ile evlendiğinde ben altı–yedi yaşlarındaydım. O düğün gününün sevincini ve heyecanını her hatırladığımda çocukluk günlerime dalar giderim. Akrabalar Nofel abiye damatlık elbisesini giydirmek için onu köyün dışında başka bir yere götüreceklerdi. Büyükler atlara, çocuklar eşeklere binerek köyün kuzeyinde bulunan, büyüklerimizin “PAHANİ” dedikleri bölgeye doğru yola çıkmıştık. O yörede bulunan bir kayalığa “KOZIK’é zamaya”  (damat kayalığı ) deniliyordu. Burası etrafı taşlarla çevrili, genişliği bir-bir buçuk metre, yüksekliği bir metreyi bulan, avcıların pusuya yatmak için kullandıkları bir yere benziyordu. Damat adayına burada  evlilikle ilgili nasihatler edilir ve özene bezene bir güzel giydirilir ve damadın ağzına  şeker, lokum, bisküvi ve leblebi gibi şeyler tokuşturulurdu. Bu işi daha çok “Şoşman“ (Zazaca) dediğimiz bir şahıs üstlenirdi. Eğer yanlış hatırlamıyorsam Keko Nofel’ın Şoşmanlığını dedeniz Heci Bekir dayı üstlenmişti. Şoşmanlık kültürü Kürtlerde eski bir gelenektir. Biz bu geleneğe “Şoşmanlık” derken Irak Kürtleri “Bırazawa“, Alevi Kürtler ise “Müsahiplik “ diyorlar. İsimlendirme farklı olsa da uygulama biçimi ve gayesi birbirine çok yakındır. Türk, Arap ve İranlılarda böyle bir gelenek var mı yok mu, bilmiyorum. Dahası sözünü ettiğim bu Şoşmanlık geleneği günümüzde halen yürütülüyor mu yürütülmüyor mu, onu da bilmiyorum.


 


Sevgili İbrahim,


 


Annemden ötürü Mustafa amcamın bütün çocuklarını kendi öz kardeşlerim kadar kendime hep yakın gördüm. Ben biraz da o evde, onların ellerinde büyümüştüm. Güliş yengemin annem kadar üzerimde hakkı olduğunu söylersem bu hiçte abartı olmaz. Onu gerçek anlamda öz annem kadar kendime yakın gördüm. Ona yenge değil hep “DAé“(anne) dedim. Bu yakınlıktan dolayi benim gibi diğer kardeşlerim de Güliş yengeme Daé, Mustafa amcama ”BAO” (baba) dediler. Bugün bile bu iki güzel insandan söz ederken onlara “Daé, BAO” diyoruz. Amca-yeğen arasındaki bu yakınlık ve sıcaklık derecesi sanırım sadece bizde vardı. Çevremizde yengesine “anne”, amcasına “baba” diyen çok az insan vardır. Çocukluk anılarımda Mustafa amcamın özel bir yeri vardır. Amcamla olan biribirinden değerli anılarımı bundan birkaç yıl önce ayrıntılı bir şekilde kâğıda döktüm. Üç yüz sayfadan oluşan ve kitaplaştırmayi düşündüğüm bu değerli çalışmayı zamanı geldiğinde sizlerle paylaşacağım.


 


Çocukluğumda annemin evimizde pişirdiği yemek ne olursa olsun, akşam yemek vakti gelince kimselere görünmeden gizlice amcamın evine tüyerdim. Güliş yengemin pişirdiği bulgur pilavı annemin pişirdiği tereyağlı Karacadağ pirincinden daha lezzetli gelirdi bana. Yemek vakti ortadan kaybolduğumu anlayan annem nereye gittiğimi tahmin eder ve gelir beni Mustafa amcamın evinde bulurdu. Mustafa amcamın evinde yaşayan Ziya dayı benim bu huyuma bir anlam veremez: “ Hey Allah’ım ben bu çocuğa ne diyeyim? Annesi evde pirinç pilavı pişirir o gelir bulgur pilavına saldırır!“ der ve kendi kendine söylenir dururdu.


 


Bu yaşıma geldim Mustafa amcamın evinde bulduğum o sıcaklığı ve o rahatlığı şimdiye kadar hiçbir yerde bulamadım. Çocukluk hafızama unutulmaz güzellikte anılar döşedikleri için Mustafa amcama, Güliş yengeme ve tabii ki rahmetli anneme nimet borçluyum. Günümüz dünyasında amca-dayı, yenge ve kuzenler arasında yaşanan naylon ilişkileri gördükçe Mustafa amcamın bizimle kurduğu o saygın ilişkilerin ne kadar değerli olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum. Onun her şehre geldiğinde  elime tutuşturduğu o yirmi beş kuruşun manevi değerini bir gün olsun unutmadım. O bizden sevgisini, biz ondan saygımızı hiçbir zaman esirgemedik. Doksan dört yaşında onu iki aylığına Hollanda’ya misafir ettiğimde gördüm ki uzun yıllar birbirimizden uzak kaldığımız halde birbirimize beslediğimiz saygı ve sevgi olduğu gibi korunmuştu. Sağlam temellere dayandığında saygı ve sevgide aşınmalar olmuyordu.Allah Mustafa amcamdan, eşinden ve annemden bin kere razı olsun ki bu üç günlük ölümlü dünyanın havasına kapılıp birbirlerini hiç kırıp incitmediler. Onlar yaşam biçimleriyle bize saygı, sevgi ve vefaya ilişkin çok değerli anılar bıraktılar. Onlar insanlık vasfına ters düşen her türlü çirkinliği ellerinin tersiyle bir kenara iterek, bu dünyada nasıl yaşanılacağı konusunda bize en doğru ve makul yolu gösterdiler.


 


Değerli İbrahim,


 


Sebiha abla yani annen, benden birkaç yaş büyüktü. Ona ismiyle hitap etmede zorlandığım için kendisine “EBO” derdim.Hani siz bugün ona “EBO” diyorsunuz ya, aslında o ismi ona ben takmışım. Çocukluğumda EBO’yu ablam olarak bildim. O nerde ise ben ordaydım. Bir an olsun peşinden ayrılmazdım. Çocuklarla oyun oynarken ona hep yakın dururdum. O benim bir nevi koruyucu meleğimdi. Benden birkaç yaş büyük çocuklardan birisi bana yan gözle bakıp kötü bir söz söylediğinde EBO kendini anında paralardı. Onun korkusundan çocuklar bana bir şey söylemeye cesaret edemezlerdi. Çocuklardan birisi bir delilik yapıp da bana kem küm ettiğinde, EBO’nun Hazreti Hamza’nın gürzünü aratmayan demirden yumrukları çocukların başına, sırtına hışımla iner kalkardı. Yani anlayacağın annen EBO benim için sağlam bir gürz ve sağlam bir kalkandı. Beni her türlü kötülükten koruyan ve kollayan o idi. Bu yüzden onu şimdi bile çocukluğumun EBO’su olarak görüyorum. Onunla her görüştüğümüzde çocukluğumdan kalma bir sıcaklıkla kendisine sarılır ve özlemle kucaklarım.


 


Sevgili Yeğenim,


 


Babamın yetişkin çocukları olmadığı için evimizin bütün ağır işleri fukara annemin sırtındaydı. Köyde bir sürü hayvanımız vardı. Hatırladığım kadarıyla kapımızda her gün sağılan otuz-kırk ineğimiz vardı. Bu inekleri sağmak ve elde edilen sütü terbiye etmek annemin göreviydi. Anemin büyük çocuğu olduğum için gücüm oranında kendisine yardımcı olmaya çalışıyordum. Hayvanları avluya almak ve avludan çıkarmak benim görevimdi. Görevlerim arasında onca ineğin buzağısını otlatmaya götürmek de vardı. Ne var ki otuz-kırk buzağıyı köyün birkaç kilometre uzağında bulunan otlaklarda gün boyu otlatmak benim yaşımda bir çocuk için hiçte kolay bir iş değildi. Neyse ki bu konuda bana yardımcı olacak bir yakınım vardı. O da annen EBO idi.


 


Mustafa amcamın buzağılarını annen EBO güderdi. Annem bize ait olan buzağıları amcamın buzağılarına katarak beni de EBO’nun yanına yardımcı sığırtmaç olarak verirdi. EBO ile buzağıları gütmeye gittiğimizde fukara EBO buzağılardan ziyade benimle uğraşmak zorunda kalıyordu. Ayağıma bir diken battığında hemen yere çökerek büyük bir şamatayla EBO‘yu imdata çağırırdım. Kızgın güneşin altında susuzluktan dudaklarım kuruduğunda hemen ağlayıp sızlar “EBO” derdim.  Karnım acıksa  EBO derdim. Çalı-çırpı arasından bir hışırtı duysam korkumdan yerimden sıçrayarak gider EBO’nun eteğine sarılırdım. Kısacası her yönüyle EBO’ya ağır bir yüktüm. Fukara EBO kiminle uğraşacağına, kiminle ilgileneceğine bir türlü karar veremezdi. Bazen bana bazen de buzağılara koşmak zorunda kalıyordu. Dünyalar iyisi EBO benim mızmızlığımla mı uğraşsın, yoksa uzaklaşan buzağılarla mı uğraşsın, gerçekten zorlanıyordu. Ettiğim nazlar, yaptığım mızmızlık ve yaramazlıklar öylesine çekilmez bir hal alırdı ki, fukara EBO hırsından deliye dönerdi. ”Tamam “ der anlamazdım. “Olur“ der durmazdım. Bütün çabaları sonuç vermeyince EBO sinirine hâkim olmaz ve sırtıma birkaç okkalı yumruk indirirdi. Sırtıma inen yumruklar canımı fazlasıyla acıtırdı. Bunu bahane ederek bir taşın üzerine çıkar, başımı ellerimin arasına alarak başlardım hüngür hüngür ağlamaya. Yürekleri dağlayan halimi gören EBO yaptığından pişman olur, gönlümü almak için yanıma gelerek beni bir abla sıcaklığıyla kucaklayıp öperdi. EBO’nun başımı okşaması ve gönül alıcı sözleri az önce sırtıma inen yumrukların acısını bir çırpıda alıp götürürdü.


 


Akşama doğru köye döndüğümüzde ne EBO benim gün boyu yaptığım yaramazlıklardan, baş ağrıtan mızmızlıklardan ve söz dinlememelerimden söz ederdi ve ne de ben onun sırtıma indirdiği o çelik yumruklardan söz ederdim. Çünkü çok iyi biliyordum ki o yumrukları ben fazlasıyla hak etmiştim.


 


Devam edecek...


 


 


 


Kadir Büyükkaya


[email protected]


 


 


 


 


 

Bu yazı 1590 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum