Kadir BÜYÜKKAYA

Kadir BÜYÜKKAYA

[email protected]

YEĞENİM İBRAHİM - 20.BÖLÜM

20 Haziran 2016 - 19:44

YEĞENİM İBRAHİM


20.BÖLÜM...


 


 


 


Değerli Yeğenim,


 


Ben anlatmaya sen de okumaya ve öğrenmeye devam et. 1965 yılında köyün tam karşısında bulunan o yemyeşil bağların herhangi bir noktasından köye bakıldığında köyde neler yaşanır, yaşam nasıl sürer, bunlarla ilgili göze çarpan manzara ne durumdaydı ? İstersen sana biraz da bundan söz edeyim.


 


Mesela diyelim ki mevsim bahar ve aylardan nisan veya mayıstır. Şafak daha atmamıştır. Gece henüz yerini gündüze terk etmemiştir. Köyün cefakâr kadınları keçi kılından yapılmış uzun ve sağlam urganları yanlarına alarak köyün 4-5 km uzağında bulunan meralara doğru yola çıkar, kavurucu sıcaklar altında kibrit gibi kuruyan otların bol olduğu alanlara ulaşır ve zaman geçirmeden hemen işe koyulurlardı. Siverek’teki demirci Ermeni ustaların ellerinden yeni çıkan jilet misali keskin oraklarla kurumuş otları deste deste toplar onları şurda burda, öbek öbek biriktirerek yorucu bir yolculuğa hazırlanırlardı.


 


Kadınların bir-iki saat içinde büyük bir koşuşturma sonucu biriktirdikleri kuru otlara Zazaca puş-palax diyorduk. Binbir zahmetle toplanan bu otlar daha sonra kadınların mübarek elleriyle bir araya getirilerek en az iki metre yüksekliğinde bir-bir buçuk metre eninde kocaman bir yük haline getirilirdi. Puş-palax yükleri öylesine düzgün bir şekilde dizayın edilirdi ki günümüzde sağda solda gördüğümüz o en gelişkin makinelerin tekniği yanında sıfır kalırdı. Birazdan sırtlanacak o yüklerin hiçbir yerinde en ufak bir yumukluk, hiçbir eğrilik göremezdin. Kadınlar uzun urganlarla bağladıkları yükleri sırtlarına alarak art arda dizilip köye doğru ağır ağır yola koyulduklarında kazasız belasız köye varsınlar diye insanın içinden onlara dua etmek gelirdi.


 


Ağır yükün altında iki büklüm olan kadınlar dinlenmek ve yanlarında bulundurdukları mataradan bir yudum su içmek  için birkaç noktada mola vermek zorunda kalırlardı. Bu dinlenme sırasında yükte bir anormallik var mı yok mu kontrol edilir, herhangi bir yumukluk varsa hemen düzeltirdi.


 


Güneşin ilk ışınları Şilan Köyü’nün ötesinde bulunan Modan Dağı’nın zirvesinden Karahan’a düşerken kadınlar bizim bağın ordan geçen ve köylülerin NEQEB dedikleri noktada görünürlerdi. Erkenden uyanan çocuklar analarının gelişini görür ve sevinçten havalara uçarlardı.


Kadınlar Cemil dayıya ait bağın kenarından geçen taşlı yoldan iniş aşağı inerken son derece zorlanırlardı. Ayaklarının altındaki keskin çakıl taşları onların yürümelerini bir hayli zorlaştırırdı.


 


Öyle ki düşmemek için olağanüstü çaba gösterirlerdi. Bu zorlu yürüyüşleri kurumuş çaya kadar devam ederdi. Ziya dayının kuyusuna vardıklarında kadınlar kan ter içinde kalırdı. Bu noktadan sonrası onlar için tek kelimeyle zulümdü. Gece karanlığında başlayan ve gün doğumuna kadar devam eden bu yolculuğun en zor ve en çetin etabı sanıyorum Cami yokuşuna geldiğinde kendini gösterirdi. Yürünen onca yol kadınları öylesine yorardı bu yokuşu çıkmak onlara sırat köprüsü kadar zor gelirdi. Fakat zor da olsa onlar en son enerjilerini dizlerine vererek son bir gayretle cami yokuşundan yukarıya çıkmayı yüzlerinin akıyla başarırlardı.


Kadınlar sırtlarında taşıdıkları otları kazasız belasız evlerinin yakınında bulunan samanlıklara ulaştırdıklarında  “Bugün de eve sağ selamet ulaştık “deyip Allah’a hamd u sana ederlerdi.


 


Kadınların bir ay boyunca hemen hemen her gün katlanmak ve tekrarlamak zorunda kaldıkları bu ot taşıma işi hiçte kolay değildi. Ot toplama mevsimi gelip çattığında başlangıçta bu iş fazla zahmetli olmazdı. Dolayısıyla kadınlar biraz daha az yorulurdu. Öyle ki az bir çabayla çok iş başarırlardı. Fakat Puş - palax azaldıkça kadınların işi son derece zorlaşırdı. Çünkü bu durumda kadınların Puş palax toplamak için geniş bir arazi üzerinde saatlerce sağa sola koşuşturmaları gerekiyordu. Bu da onların ekstra yorulmalarına neden olurdu.


 


Ne var ki  bu iş her yıl düzenli olarak tekrarlanmalıydı. Çünkü kış kapıya dayandığında köylünün bütün umudunu bağladığı hayvanlara yem gerekecekti. Bu bir ihtiyaçtı. Bu ihtiyacın karşılanmasının yükü ne yazık ki tamamıyla kadınların omuzlarındaydı.


 


Değerli Yeğenim,


 


Analarımızın işi gücü otu eve ulaştırmakla bitmezdi. Onlar sırtındaki o ağır yükten kurtulur kurtulmaz zaman kaybetmeden hemen başka bir işe koşarlardı.


 


Ne mi yaparlardı?


 


Anlatayım:


 


Önce ayran yaymak işine koşarlardı. Bir gün öncesinden kocaman bakır leğenlerde mayalanan yoğurtlar deriden yapılmış yayıklara boşaltılırdı. Bizim dilimizde bu yayıklara MEŞK deniliyordu. MEŞK’lere doldurulan yoğurdun üstüne akşamdan küp ve kovalarda bekletilen ve iyiden iyiye soğuyan  buz gibi sudan bolca boca edilirdi. Daha sonra bu yayık iki insanın ortak çabasıyla çatma dediğimiz üç ayaklı bir düzeneğe yerleştirilirdi. Ayran yayma işinde ustalaşan kadınlar yayığın arkasına geçerek başlardı ayranı yaymaya.


 


Deri yayığın ön ve arka tarafına monte edilen iki ayrı tahta tutacağa yapışan kadınlar yayığı bir ileri bir geri sallayarak yarım saat süren yorucu bir çabadan sonra yoğurdu ayrana dönüştürürlerdi. Bu işlem sırasında yayığın iple bağlanan ağzı bir iki kez açılarak ayranın kıvamına gelip gelmediğine bakılırdı. Bazen ayran gereğinden fazla kalın olurdu ve kadınlar yanı başlarında bulundurdukları su dolu bakır bakraçlardan yayığa su ilave ederlerdi. Bazen de ayran gereğinden ziyade incelmiş olurdu o zaman da kadınlar tuluğa yoğurt ilave ederlerdi. Fakat deneyimli kadınlar göz kararıyla yoğurda ne kadar su katılacak bunu ne fazla ve ne de eksik tam tamına çok ustaca denkleştirirlerdi.


 


Yayıktaki ayranın tam kıvamına geldiğine emin olan kadınlar yayığı çatmadan indirir ve yayıktaki ayranı büyük bir dikkatle kocaman bir kazana boşaltırlardı. Bazen bu boşaltma sırasında yayığın ağzına bir şeyler tıkanır ve  ayranın akışı engellenirdi. Kadınlar bunun nedenini anlamakta gecikmezlerdi. Bu durumlarda kadınlar baş ve işaret parmaklarını kullanarak yayığın ağzını tıkayan yağları ustaca dışarı çıkarırdı.


 


Mis gibi kokan yağlar kadınların avuçlarında yuvarlanarak top halinde getirilir ve küçük bir tencerede biriktirilirdi. Taze yoğurtan elde edile tereyağının tadına doyum olmazdı. Analarımızın taze peynirden yaptıkları ve bizim katma dediğimiz o sıcak bazlamaların üstüne bu tereyağından birazcık sürüldüğünde bütün gün tadı insanın damağında kalırdı. Sıcacık katmaların yüzüne sürülen bu taze tereyağının tadını ve kokusunu halen arar dururum. Ama ne yazık ki o tat ve o koku o güzel insanlarla birlikte çekip gitti bizim hayatımızdan.


 


Yoğurdun yayıklarda yayılmasıyla elde edilen tereyağı altın kadar değerliydi. Ev ihtiyacından arta kalan yağlar Siverek’te ihtiyaç sahipleriyle buluşturulurdu. Bizim zamanımızda ayranı Siverek’e götürmek ve satmak henüz adetten değildi. Ayran daha çok şehirdeki akrabalara hediye olarak götürülürdü. Fakat daha sonraları insanların aklına ayranı paraya çevirme fikri düşmüş ve bunu uygulamaya koymuşlar. Ayran satma işine önce şehre yakın olan Dindar ve Areş köylüleri el atmış. Sonra diğerleri izlemiş. Şehirde ayran satma işi yaygınlaşınca şehirde oturan yakın akrabaların kısmeti bıçak gibi kesilmiş. Dedim ya ayran satma işi özellikle bin dokuz yüz yetmişli yıllarının ilk çeyreğinden itibaren yaygınlaşmış. Ondan önce köylünün şehre ayran götürmesi pek adetten değildi.


 


Ayranın şehirle tanışıklığı gündeme gelmeden önce köylüler ayrandan daha değişik biçimde yararlanıyorlardı. Köylüler ayranı kaynatarak ondan çökelek  elde ederlerdi. Biz buna TORAK da diyorduk. Bazı yerlerde ÇORTAN diyenler de vardı.


 


Ayrandan elde edilen torak yumruk büyüklüğünde toplar haline getirilerek kurutulmak üzere güneşe bırakılırdı. Torak kış aylarında büyük bir nimetti. Torak’ın kurutulmuş haline biz TERéNE diyorduk. Kış aylarında beklenmedik bir sırada misafirler geldiğinde  TERéNE suda yumuşatılır, suyu süzüldükten sonra üstüne bir parça tereyağı ve  yanına da bir parça kuru sağan konularak misafire ikram edilirdi. Kuru soğan olmadan Torak’ın tadı tuzu olmazdı.


 


Zazaların hayatında torak ile kuru soğanın önemi çok büyüktür. Öyle ki bu iki yiyecek türkülerimize, hikâyelerimize ve öykülerimize bolca konu edilmiştir. Mesela sevdiği kıza abayı yakan delikanlılar sevgilisine olan özlem ve sevgisini türkülere dökerken şöyle derlerdi:


 


“ Allah bizi birbirimize kavuştursun da varsın yiyeceğimiz kuru ekmek, yavan torak ve kuru soğan olsun “


 


Torak ve soğanla ilgili bölgemizde anlatılan bir sürü mesel vardır. Bu mesellerden birisi vardır ki gerçekten de çok anlamlıdır. Denilir ki Bucak aşiretinin ileri geleni Osman Ağa Cumhuriyet döneminde Fırat’a yakın HADRO Köyü’nden alınarak İstanbul’da zorunlu ikamete tabi tutulur. Nüfusu ve etkinliği göz önünde bulundurulan Osman Ağa sarayı andıran güzel bir malikâneye yerleştirilir.


 


Bu zorunlu ve sıkıcı ikamet bir süre devam eder. Bucaklı Osman Ağa’nın aklında hep ayrıldığı köyü Hadro ve sevdiği yakınları vardır. Günün her saatinde her şey ve herkes gözlerinin önünden gelir geçer. Ne var ki yapılacak bir şey yok. Devlet ferman çıkarmış, o da mecburen  uyacak.


 


Denilir ki günlerden bir gün Osman Ağa’nın canı sıkılır ve gider malikânenin bahçesindekibüyük bir ağacın altına oturur ve başlar ağlamaya. Bunu gören emektar eşi telaşlanır ve hemen yanına koşar. Osman Ağa’nın durumu hayat arkadaşını  üzer. Eşi:


 


“Osman Ağa, Osman Ağa sen ki koskoca Bucak aşiretinin ağasısın, elinin altında oğulların, kızların, köşkün,  evin ve onlarca hizmetkârın var. Bütün bunlar varken senin ağlaman doğru mudur, bunu kendine nasıl yakıştırıyorsun?” der


 


Bunun üzerine Osman Ağa eşine şöyle der:


 


“ Ah hanımım ah, ben ne eyleyeyim ağalığı, paşalığı, ne eyleyeyim köşkü konağı,sarayı, keşke bugün ben köyümüz HADRO’da dost ve arkadaşlarımın arasında olaydım. Varsın yiyeceğim kuru soğan ve torak olaydı ve varsın köyümün çobanları ve sığırtmaçları  bana Osman Ağa değil ‘OSO’ deseydiler “


 


Evet Yeğenim


 


İşte böyle


 


Gördüğün gibi torak ve kuru soğanın yaşamımızdaki yeri böylesine büyüktür.


 


Devam edecek…


 


Kadir Büyükkaya / Hollanda


[email protected]


 


 


 


 


 


 

Bu yazı 1331 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum