Kadir BÜYÜKKAYA

Kadir BÜYÜKKAYA

[email protected]

YEĞENİM İBRAHİM - 5.BÖLÜM

01 Mart 2016 - 10:42

YEĞENİM İBRAHİM


5.BÖLÜM


 


Değerli yeğenim,


 


Bizim zamanımızda Xal Emış’ın evinin az berisinden köyün dışına doğru bir yol uzanıyordu. Bu yol halen kullanılıyor. Çektiğin fotoğrafta bu yolu görebiliyorum. Yolun alt sol köşesinde bizim köyün imamı Molla Mehmet’in evi vardı. 1953 yılında köyde yaşayan büyüklerimiz dini vecibelerini yerine getirmek gayesiyle el ele vererek yardımlaşma sunucu köyümüze bir cami yaptırmışlar. Bunu yaparken devletten de gerekli ilgi ve yardımı fazlasıyla almışlar. Devlet baba büyüklerimize din ve diyanetlerini iyi öğretsin diye köye bir de en iyisinden mazbut bir imam atamış.


 


Aslen Karakeçili olan bu saygın hocanın ismi Molla Mehmet’ti. Köyde oturan küçük büyük herkes ona kısaca “Hoca” diyordu. Devletin köyümüze imam olarak atadığı Mehmet Hoca’yı büyüklerimiz bütün samimiyetiyle bağrına basmış ve herkes el ele vererek ona köyün hemen girişinde o günün koşularında güzel sayılabilecek bir ev de yapmışlar.


 


Köyümüzde Kürtçe konuşan tek aile bizim köyün imamı Mehmet Hoca’nın eviydi. Herkesin el üstünde tuttuğu Hoca’nın bir gözü tamamen, diğer gözü ise çok az görüyordu. Yolunu bulmak için hep sol gözünü kullanıyordu. Bu yüzden yürürken hep yan yan yürürdü. Kaldığı evden camiye giderken yolda bir-iki defa durarak saatine bakmayı alışkanlık haline getirmişti. Hoca, bir zincirin ucuna bağladığı köstekli saatini yeleğinin cebinden çıkararak az buçuk gören sol gözüne iliştirerek saatin kaç olduğunu anlamaya çalışırdı. Hoca’nın camiye giderken her defasında tekrarladığı bu hareketi büyük bir ilgiyle izlerdik. Köyde oturanların tümü Hoca’ya büyük saygı duyardı. Büyüklerimiz için Hoca demek Peygamber efendimizin yeryüzündeki gölgesi demekti. O her şeyi bilen ve öğretendi. Bu nedenle de tabii ki el ütünde tutulmalıydı ve öyle de yapılıyordu.


 


Mesela köyün sakinlerden birisi şehre gitmeye niyetlendiğinde önce Hoca’ya uğrar ve bir şeye ihtiyacı olup olmadığını sorup soruştururdu. Şehre gidenler kendi temel ihtiyaçlarını unutsa da Hoca’nın siparişlerini asla unutmazlardı.


 


Hoca’nın kısa boylu tombul bir eşi vardı. İsmi İmhan’dı. Köyde herkes ona “DAYZO” diyordu. ”DAYZO Türkçe ’den Zazaca’ya devşirilen bir deyimdi. Teyze anlamına geliyordu. DAYZO kendi halinde güler yüzlü bir kadındı.Gerçek ismi İmhan’dı. Hiç kimseyle en ufak bir sorunu yoktu. Köyde yaşayan herkesle ve özelikle de bütün kadınlarla çok iyi geçinirdi. Hoca’nın eşi olduğundan rahat bir yaşam sürüyordu. Köydeki kadınlar sabahtan akşama kadar canı çıkarcasına didinip dururken bizim Dayzo Hoca hanımı olduğu için elini suya sabuna dokundurmadan çok rahat yaşıyordu. Hoca eşi olmak bir avantajdı ve DAYZA bu avantajdan fazlasıyla yararlanıyordu. İş güçü olmadığından ister istemez DAYZO’nın bazen canı sıkılıyordu. Bu durumlarda zaman öldürmek gayesiyle kendisini dışarıya atardı. Bir-iki saat içinde köydeki evlerin hemen hemen tümünü kolaçan eden DAYZO, Hoca’nın eve dönüş saatine yakın gezintisini tamamlayarak evine dönerdi.


Hoca’nın üçü erkek üçü kız toplam altı çocuğu vardı. Kudret Abla en büyük kızlarıydı.  Daha sonraları bizim Mustafa amcamın oğlu Keko Nofel ile evlendi. Kudret Abla’nın bir küçüğü M.Ali’ydi. Onu Mahmut izliyordu. Bir de Emine ve Asiye isimli iki kızı vardı. Hoca’nın en küçüğü oğlu Mustafa’ydı. M.Ali şehirde okul okuduğundan köyde pek fazla durmazdı.  Kar ve fırtınanın ortalığı velveleye verdiği bir gün Siverek’ten köye yaya gelmek üzere yola çıkan M.Ali az daha bunun bedelini hayatıyla ödeyecekti. Köye yakın bir noktada yolunu şaşıran ve donma tehlikesi geçiren M.Ali bir şans sonucu fark edilmiş ve zor bela hayata döndürülmüştü.


 


Onun küçüğü Mahmut şen-şakrak birisiydi. Bir yerlere gidip gelirken yolda hep kendi kendine türkü-şarkı söylerdi. Onun bu hareketleri büyüklerimiz tarafından biraz tuhaf karşılanırdı. O ne de olsa bugüne bugün bir Hoca oğluydu. Öyle hafif hareketler kendisine yakışır mıydı? Onun pozisyonunda olanlar sakin ve ağır başlı olmak zorundaydı! Ne var ki Mahmut’un kimseye aldırdığı yoktu. O türkü ve şarkılarıyla kendi dünyasını yaşıyordu. Mahmut köyde yaşamayı kendisine pek yakıştıramıyordu. Ona göre o İstanbul gibi yerlerde yaşamalı ve çok daha ciddi şeylerle uğraşmalıydı. Köy hayatı ona çok sıkıcı geliyordu. Başında şehir sevdası dolanan Mahmut’un bir aralar İstanbul’a gidip geldiği ve orada Yılmaz Güney ile tanıştığına dair rivayetler dolaşıyordu. Tabii bunun ne kadar doğru ne kadar yanlış olduğunu bilen yoktu.


 


Yılmaz Güney hayranı Mahmut gidip geldiği İstanbullarda tutunamayıp geri döndüğünde köy yaşamı ona büyük bir azap gibi geliyordu. Hatta büyüklerimizin anlattıklarına göre babası Mehmet Hoca “Oğlum git bizim şu eşeği getir de kardeşlerin gidip bize kuyudan su getirsin ”dediğini o bunu kendisine yapılan büyük bir hakaret gibi algılar ve  “Vay anasına be! Ben ki Yılmaz Güney ile oturup çay içmiş adamım, beni eşek getirmek için yollara düşürmek Allah’tan reva mıdır?“ diye kendi kendine söyleniyormuş.


 


Mahmut çok sonraları Fırat Nehri üzerine kurulan Karakaya Barajı yapıldığında akrabalarımızdan birisinin yardımıyla orda bir iş bulmaya muvaffak olmuş ve aşçı olarak işe girmişti. Yancı ülke firmalarının yapımını üstlendiği bu baraj yapımı tamamlanınca Mahmut’u işten çıkarmışlar.


İşten çıkarmayı içine sindirmeyen bizim Mahmut kalkıp çiçeği burnunda Cumhurbaşkanı Kenan Evren’e bir itiraz mektubu döşemiş. Uzun yıllar çalıştığı işten çıkarılmayı büyük bir adaletsizlik gibi gören Mahmut hak ve adaletle ilgili duyduğu ne kadar söz ve söylem varsa hepsini sıralamış. Haklı olduğuna inanan Mahmut kardeşimiz ağzına geleni dilekçesine koymuş. Hak ve adalet sözcüklerinin anarşistlikle eş değerde tutulduğu bir memlekette yaşadığını, bu tür söylemleri ağzına alanların ağzına Arnavut biberi sürüldüğünü unutan Mahmut’un kalkıp Ankara’ya Kenan Paşa’ya şikâyet mektubu yazması aklın mantığın alacağı bir işi değildi. Fakat Mahmut bilerek veya bilmeyerek bu hatanın içine düşmüştü. Yazdığı mektup ilgililerin eline geçer geçmez hemen düğmeye basılmış ve Mahmut’a dünyanın kaç bucak olduğu en münasip şekliyle fazlasıyla gösterilmişti.


 


Gözaltına alınan Mahmut’un bu dilekçeyi hangi amaçla ve kimlerin teşvikiyle yazdığına dair sorular uzun uzadıya sorgu-sual edilmiş. Neye uğradığını şaşıran fukara Mahmut meramını anlatana kadar anasından emdiği süt burnundan fitil fitil getirilmiş. Mahmut serbest bırakıldığında artık hiçbir zaman eski Mahmut olamayacaktı. Yazdığı dilekçenin arkasında gizli bir el arayan Kenan Evren Cuntası Mahmut’a öyle bir ders vermişti ki psikolojisi tamamen altüst olmuş bir şekilde evine gönderilmiş ve o günden sonra da bir daha kendisine hiç gelememişti. Bozulan ruh haliyle bir süre yaşayan Mahmut daha sonra çok kötü koşullarda bu dünyadan göçüp gidecekti. Babam bu meseleden her söz ettiğinde “fukara bir gün olsun gün yüzü görmedi “derdi.


 


Yukarda da değindiğim gibi Hoca’nın Kudret Abla dışında iki kızı daha vardı. Kızlar babalarından öğrendikleri bütün dini bilgileri getirip biz çocuklara satardı. Biz çocuklar kendi aramızda oyun oynarken onlar dini bütün bir Hoca’nın Kızları olarak oyuna katılmazlardı. Onlar bizi etrafında toplayarak çok bilen bir hoca edasıyla Sırat Köprüsü’nden geçmenin zorluğunu, Cehennemde kaynayan zift-katran kazanlarının korkunçluğunu, zebanilerin ellerinden düşürmedikleri kalın sopaların ve topuzların acımasızlığıyla ilgili insanın yüreğine korku salan hikâyelerden söz ederlerdi. Onların anlattığı hikâyeler bizi o kadar etkiliyordu ki bazı geceler rüyamızda Cehennem zebanilerini görür ve korkudan altımıza kaçırırdık. Bu yüzden çocukluğumda bir yerlere gidip gelmek için Hoca’nın evinin ordan geçmek zorunda kaldığımda her defasına aklıma Hoca’nın kızları tarafından bize anlatılan yere göğe sığmayan zebaniler, kıldan ince, jiletten keskin Sırat Köprüsü, dipsiz katran kazanlarında haşlanan insanlar, kömürleşen ceset görüntüleri gelir ve tepeden tırnağa ürperirdim. Günümüzde bile herhangi bir yerde Sırat Köprüsü’nden söz edildiğinde gözlerimin önünde bizim Hoca’nın evinden Dolé Kündi Çayı’ndan öte tarafa uzanan uzun ve dar bir köprü görüntüsü hemen canlanır.


 


Köy Hocamız Mehmet Efendi büyüklerimize sadece namaz kıldırmak, hadis, ayet açıklamaları yapmakla kalmıyordu. Tepeden tırnağa Müslüman bir nesil yetiştirmek arzusunda olan Hoca köyde belli bir yaşa gelmiş çocukları etrafına toplayarak onlara Kuran öğretmeyi hedef olarak önüne koymuştu. Hoca’nın bu gayesinde gayet başarılı olduğunu söyleyebiliriz. Bugün köyümüzde ölülerimiz Fatiha’sız kaldırılmıyorsa bunda bizim Hoca’nın emekleri belirleyici rol oynamıştır. Köyde Kuran öğrenmiş elli yaş üstü ne kadar insan varsa hemen hemen hepsi bizim Hoca’nın o meşhur sopasından fazlasıyla nasibini almıştır.


 


Hoca iyi hoştu fakat çocukların kafalarına indirdiği o kalın sopası hiçte hoş değildi. Kuran öğrenmek için çocukluğumda ben de bir-iki defa Hoca’nın dizinin dibinde oturdum. Fakat yaptığım bir iki yanlışlıktan dolayı kafama bir-iki sopa yiyince Kuran öğrenmekten tümden vazgeçtim. Bazen “ keşke hoca o sopaları kafama indirmeseydi de ben de efendi efendi Kuran’ı öğrenseydim “diyorum


 


Fakat şunu hemen belirteyim ki Hoca’mız biz çocuklara karşı biraz sert davranmış olsa da devletten aldığı maaşı doğrusu fazlasıyla hak eden birisiydi. Yıllar yılı bir gün olsun o hocalık görevini ihmal etmedi. Arkasından namaza duran olsun olmasın yaz-kış demeden bir tek gün olsun camiye gitmemezlik etmedi. Saati, dakikası geldiğinde camiye gidip caminin kapılarını hep açık tuttu. Cemaat öndersiz kalmasın diye bazen aylarca şehre inmediği oluyordu. Aslında maaş alma sorunu olmasaydı belki de hiç şehre inmeyecekti. Yani anlayacağınız bizim hoca aldığı maaşın hakkını fazlasıyla veren bir hocaydı.


 


Hocaya saygı duymamın çok önemli bir nedeni daha var. İstersen birkaç kelimeyle ondan da söz edeyim. Büyüklerimizden dinlediğimiz kadarıyla Necmettin abinin şehirde okul okumasına biraz da bizim cami hocası ön ayak olmuş. Kendi yaşıtı çocukların Kuran öğrenmek için hocaya gittiğini gören Necmettin abi de Kuran öğrenmek için hocaya gitmeyi kafasına koymuş. Annesi ve babası a baba bunu son derece makul görmüş. Necmettin abi şehirden satın alınan elifbayı koltuğunun altına alarak hocanın huzuruna gitmiş. Hoca Necmettin abiye ezberlemesi için bir-iki harf göstermiş. Diğer talebeler kafalarına sopa yeme riskini göze alarak kendi aralarında sessizce konuşurken Necmettin abi kendisine gösterilen harfleri anında ezberlemiş,“ Hocam bana gösterdiğin harfleri ezberledim bana başka harfler öğret “demiş. Necmettin abinin çok kısa bir süre içinde ödevini yapması hocanın hoşuna gitmiş ve kalkıp Necmettin abiye birkaç harf daha göstermiş. Necmettin abi aldığı ödevi alarak bir köşeye çekilmiş ve çok geçmeden tekrar hocanın huzuruna çıkmış. Necmettin abideki bu hızlı kavrayış hocayı şaşırtmış. Kalkıp yeniden ödev vermiş. Bu hal ve vaziyet kısa aralıklarla tekrarlanmış. Günün sonunda Necmettin abi elifbayı baştan sona ezberlemiş. Hoca böylesi bir durumla ilk kez karşılaşmıştı. Elifbayı bir gün içinde tümüyle ezberlenmiş olması alışılmış bir şey değildi. Hoca Necmettin abinin başını okşamış ve kendisini büyük bir aferinle ödüllendirerek eve göndermiş. Aynı günün akşamı K.Ali amcam yatsı namazı için camiye gittiğinde hoca namazdan sonra onu bir köşeye çekerek Necmettin abinin gösterdiği olağanüstü başarıdan söz etmiş ona. K.Ali amcam çok doğal olarak bu durumdan memnun kalmış. Hoca bir an düşünmüş ve sonra amcama “ K.Ali bu çocuğu köy yerinde heder etme. Çocukta büyük bir zekâ var. Onu Siverek’e götür ve ne edersen et mutlaka okula gitmesini sağla “demiş.


 


K.Ali amca önce bunu fazla ciddiye almamış.  Çocuğu Siverek’te okutmak imkân meselesiydi. Amcamın ise böyle bir imkânı yoktu. Ama daha sonra Hoca üstlenince “ Tamam Hoca bir bakalım “demiş amcam.


O gece ve sonraki günlerde amcamın kafası hocanın söylediklerine takılmış. Boşa doldurmuş dolmamış, doluya koymuş almamış. İşin içinden çıkamayacağını anlayan amcam Siverek’e gittiğinde bu meseleyi yakın akrabalarıyla konuşmaya karar vermiş.


 


Amcam bir müddet sonra Siverek’e giderek yakın akrabalarımızla konuşmuş. Amcamın kayınbiraderi Molla Ahmet bu işe evet demiş. Çok geçmeden Necmettin abi Siverek’te dayısinin evine yerleşmiş ve böylelikle okul hayatına yönelik ilk adımını atmış. Necmettin abinin şehre yerleşmesi ve orda okula gitmesini tamamen köy imamı Mehmet Hoca’ya borçluyuz. Bu yüzden kendisine hep saygı duydum.


 


Necmettin abinin şehirde okul okuma konusuyla ilgili anlatacağım bir mesele daha var. Yeri gelmişken onu da anlatayım. Denildiğine göre okul okuması için Necmettin abiyi Siverek’e götüren K.Ali amcam üst baş alması için onunla çarşıya inmiş. Derken şehirde oturan varlıklı bir akrabamızın iş yerine uğramışlar. Kısa bir hal hatır sormadan sonra şehirli akrabamız K.Ali amcama şehre geliş sebebini sormuş. Amcam Hoca’nın söylediklerinden hareketle Necmettin abiyi şehirde okutmaya karar verdiğini söylemiş. Amcamı can kulağıyla dinleyen akrabamız başını sağa sola sallayarak “ yahu K. Ali ben senin akılı olduğunu sanıyordum. Ama bakıyorum ki öyle değilmişsin. Koskoca şehirde çocuk okutmak kolay mı sanıyorsun? Kaldı ki Siverek sokakları serseri çocuklardan geçilmiyor. Ortalık berduş kaynıyor. Çocuk buralarda harcanır. Sen en iyisi çocuğu köye geri götür. Hem ben sana başka bir şey daha söyleyeyim; Şimdi biz aynı aşiretin üyeleri değil miyiz? Bizim ayrımız gayrımız var mı? Benim çocuklarım Siverek te okuyorsa bu sadece benim için midir? Tabii ki değil. Çocuklarım burda okul okuduğunda bunun faydası köyde yaşayan siz akrabalarıma da olacak. Yani anlayacağın aşiret dediğin her yerde var olmalıdır. Siz köyde var olacaksınız biz de burda olacağız. Yoksa aşiretten nasıl söz edeceğiz? Kısacası sen çocuğu al ve köye dön “diyor.


Akrabamızın söyledikleri amcamı ikna etmeye yetmiyor. Amcamın ikna olmadığını gören çokbilmiş akrabamız başka şeyler söylese de amcam “Ben kararımı verdim, Hoca ‘bu çocuk mutlaka okula gitsin’ diyor. Ben de hocanın söylediğini yerine getireceğim “demiş.


 


K.Ali amcam Necmettin abiye yeni giysiler almış, Okul okuması için önce Allah’a sonra dayılarına teslim etmiş. Köye dönmek için yola koyulacağı sırada Necmettin abiyi bir köşeye çekerek ona dikkat edilmesi gereken hususları bir bir sıralamış. Kendisine yapılan tembihleri can kulağıyla dinleyen Necmettin abi doğruluktan ayrılmayacağına dair amcama söz vermiş. Rivayet edilir ki Necmettin abi babasına verdiği bu sözden hiç mi hiç taviz vermemiş ve hayatı boyunca doğruluğuna inandığı yoldan bir adım olsun ayrılmamıştır.


 


Necmettin abi sergilediği yaşam pratiğiyle köy imamı Mehmet Hoca’nın tahminini boşa çıkarmamıştır. O Hoca’nın dediği gibi gerçekten de zekiydi. Sadece zeki değil aynı zamanda cesur ve korkusuz birisiydi...


 


 


Devam edecek…


 


Kadir Büyükkaya / Hollanda / [email protected]

Bu yazı 1615 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum