Kadir BÜYÜKKAYA

Kadir BÜYÜKKAYA

[email protected]

YEĞENİM İBRAHİM - 6.BÖLÜM

08 Mart 2016 - 11:22

YEĞENİM İBRAHİM


6.BÖLÜM


 


Sevgili İbrahim,


 


Bizim hocanın yardımcısı senin rahmetli deden Hacı Bekir dayıydı.( Xal Bekir) O zamanlar henüz Mekke’ye gidip gelmediği için ve dolayısıyla hacı olmadığından köyde herkes ona Xal Bekir diyordu. Xal Bekir caminin müezzini idi. Ezanı bazen hoca, bazen de Xal Bekir okurdu. Xal Bekir hocanın yanında saygıda kusur etmezdi. Onun yanında âdeta bir çırak gibi dururdu. Hoca ile Xal Bekir arasında çok saygın bir diyalog vardı. Biliyorsun, deden Xal Bekir babamın öz dayısıydı. Yani nenem Ayşe’nin kardeşiydi. Ninem Ayşe’ye köyde herkes Eyé derdi. Ben doğmadan bir-iki yıl kadar önce ölmüştü.


 


Çocukluğumuzda dedenizin evi köyün tam ortasında bulunuyordu. Çektiğin fotoğraftan anlıyorum ki o evin yerinde amcan Ahmet yeni bir ev yaptırmış. Rahmetli dedeniz otoriter birisiydi. Biz çocuklarla arası fazla iyi değildi. Fakat nineniz Sultan teyze onun tam tersi birisiydi. Onu annemiz kadar sever sayardık. Biz çocuklara karşı son derece yumuşak ve sevgi doluydu. Yüzü hep gülerdi. Annem ile diyaloğu çok iyiydi. Aralarından su sızmazdı. Annem onu öz annesi gibi sever ve sayardı. O da annemi öz kızı gibi sever ve kollardı. Aralarındaki bu samimi ilişkiden ötürü Sultan teyzeyi kendimize çok yakın görürdük.


 


Xal Heci Bekir’ın yaşlı bir ablası vardı. İsmi İmhan’dı. Köyde herkes ona DAYZO diyordu. Dayzo bizim zamanımızda altmışın üzerindeydı. Son derece saygın ve şefkatli birisiydi. Köyde yaşayan herkes ama özellikle de kadınlar ona karşı son derece saygılıydılar. DAYZO ninem Êyé nın kız kardeşiydi. Gençliğinde çok alımlı ve çok güzel bir kız olmasına rağmen akrabalar arasında yaşanan bir inatlaşmadan dolayı evlenmemiş, evde kalmıştı.


DAYZO köydeki bütün kadınların akıl hocasıydı. Canı sıkılan, sorunları olan, ne yapacağını, ne edeceğini bilmez durumda olan herkes ona koşardı. Kendisine danışmak için gelenlere bir anne şefkatiyle yaklaşır ve onlara en doğru yolu gösterirdi. Köydeki bütün kadınların dert ortağıydı. Sır saklamasını bilen bilge bir insandı. Bu yüzden köydeki bütün kadınların çok sağlam bir sırdaşı ve arkadaşıydı. Hiçbir insanı incitmez ve üzmezdi. Biz çocuklara karşı da son derece naif ve müşfikti.


Dedeniz Xal Bekir’ın beşi erkek üçü kız toplam sekiz çocuğu vardı. Necati ve Fethi abiler yaşça benden çok ileriydiler. İkisi de dışarda okul okuyorlardı. Necati abi Ergani’de öğretmen okulunda okuyordu. Fethi abinin nerde okuduğunu pek hatırlamıyorum. Bu yüzden ikisi de köyde fazla kalmıyordu. Baban, Paşa amcaların ve onların kız kardeşleri yani halaların köyde kalıyorlardı. Hepsi de sessiz sedasız insanlardı. Özellikle halaların büyüklerine karşı son derece saygılıydılar. Macide ile yaşıt sayılırdık. Fatime, Mustafa ve Saadet benden küçüktüler. Keko Ahmet ve baban Paşa ise benden birkaç yaş büyüktüler.


 


Deden Xal Heci Bekir’ın köyün karşı tarafında bulunan küçük bir tarlada birkaç kök nar ağacı vardı. Köyde nar ağacı olan tek insan senin dedendi. Vakti zamanı geldiğinde bu nar ağaçlarının dallarında kan kırmızısı çiçekler açardı. Bu çiçeklerin rengine içim gider bayılırdım. Bu yaşımda bile her nar yediğimde hep o çiçeklerin muhteşem rengini hatırlar dururum. Çiçekler nara durduğunda ve ağaç dallarında n ufak ufak narlar belirdiğinde ağaçların seyrine doyum olmazdı. Narlar iyiden iyiye büyüyüp dallarında sağa sola sallanıp durduklarında yoldan geçen biz çocukların içi giderdi. Fakat ne var ki bu güzelim narların bir tanesine bile ilişmek kimsenin haddine düşmezdi. Xal Heci Bekir’ın korkusundan -bırakalım narlara el uzatmayı- başımızı çevirip o tarafa bakmak bile geçmezdi aklımızdan.


 


Biliyorsun köyümüzün su ihtiyacı dedenize ait nar ağaçlarının bulunduğu yere yakın KANSARIK Çeşmesi’nden sağlanıyordu. Su getirmek için annem ile birlikte her KANSARIK’a gittiğimizde nar ağaçlarının bulunduğu bu bahçe duvarına kadar sokulur, dalında sallanan o güzelim narlara uzun uzadıya bakardım. Fakat ne var ki içimin gittiği, canımın çektiği bu narların bir tanesine bile dokunamazdım. Dedeniz bu narlara el uzatmayı herkese kesin olarak yasaklamıştı. Bu yüzden biz çocuklar uzaktan seyretmekle yetinirdik. Korkumuzdan o güzelim narlara bir türlü el uzatamazdık, zira Bekir dayının sıkıyönetimi vardı. Xal Heci Bekir’in bu kuralcılığı ve sert mizacından dolayı ondan hep uzak duruyorduk. Dedenizle olan bu mesafeli halim ne yazık ki hayatım boyunca devam etti. Oysa yaşlılığında yanına oturup kendisiyle sağdan soldan sohbet etmeyi ne kadar da istiyordum. Bunu her denemek istediğimde çocukluk yıllarında aramızda örülen o yüksek iletişimsizlik duvarı gelip karşıma dikiliyordu. Heci dayıya olan saygımı ifade etmek, uzun yaşamından bir şeyler öğrenmek için kendisiyle bir şeyler konuşmak istediğim olduysa da maalesef ne bunun yolunu açabildi ve ne de ben bir yolunu bulup aramızdaki duvarı yıkabildim.


 


Değerli İbrahim,


 


Dedeniz Heci Xal Bekir’ın evinin hemen altında babamın diğer dayısı Xal Muhtar’ın evi vardı. Dedeniz Heci Bekir ile kardeş olan ve uzun yıllar köyümüzün muhtarlığını üstlenen ve herkesin Muhtar Dayı dediği XELIL’é Mila Eli’ asık yüzlü birisiydi. Günün her saatinde yüzünden düşen bin parça olurdu.


 


Bu insanlar neden neşe ve sevinçten bu kadar yoksundular bir türlü anlamazdım. Muhtar Dayı köyde yaşayan herkesle çok mesafeliydi. Ciddiyetinden yanında hiç kimse rahat konuşamazdı. Öyle ki kendi çocuklarıyla bile çok az konuşurdu. Mesela köyde yaşayanlar onun eşi Rahime Yengeyle iki laf ettiğini ne görmüş ve ne de işitmişlerdir.


 


Muhtar Dayı herkese şüphe dolu gözlerle bakardı. Herkese karşı küskünmüş gibi gibi dururdu. Camiye gidip gelirken yolda karşılaştığı çocuklara dikkatlice bakar ve kimin kim olduğunu çıkarmaya çalışırdı. Bir yerlere gitmek için evinden dışarıya çıktığında bir elini gözlerine siper eder karşıdaki bağların içinde bir şeyler var mı, yok mu adım adım gözden geçirirdi. Bağların içinde bir şeyler gördüğünde sağa sola bağırarak ortalığı velveleye verirdi.


 


Dedeniz Bekir dayının köyde iki-üç kök nar ağacı, Muhtar Dayı’nın ise köyün karşısında bulunan bağlarda birkaç kök armudu vardı. Dedeniz Xal Bekir kendisine ait olan nar ağaçlarının etrafına görünmez çitler döşerken ve onlara kimseleri yaklaştırmazken, Muhtar Dayı da armut ağaçlarının üzerinde uçan kuşlara bile tahammül etmezdi. Böyle olsa da fırsat bulduğumuzda rüzgârın etkisiyle yerlere savrulan bir iki çürük armuda ulaşmak için bazen yerlerde sürünme ve yakalanma riskini göze alarak Muhtar Dayı’nın yasağını çiğneyebiliyorduk.


 


Köyümüzde yaşayan -kadınların kaderi olsa gerek-  erkeklerin tümüne yakını soğuk ve asık suratlıyken eşleri onların tam tersiydi. Kadınların tümü son derece sıcak ve güler yüzlü insanlardı. Muhtar Dayı çok soğuk ve asık yüzlüyken eşi Rahime teyze çevresiyle barışık, günün yirmi dört saatinde yüzü hep gülen birisiydi. Biz çocuklar ona “XALCİNİYA RIH “diyorduk. Rahime teyze dedem Xelil-é Nofel’ın amcasının kızı oluyordu. Xanxıraba Köyü’nden SEFER’é HISKO’nın kızıydı. Annesinin ismi Niyaj Salhan’dı. Bu yakın akrabalıktan dolayı Rahime yengenin bize ve anneme karşı olan ilgisi çok özeldi. Aslında onun bu çok yönlü insani özelliği sadece bizimle sınırlı değildi. O köyde yaşayan bütün akraba çevresiyle iyi geçinen birisiydi. Genç yaşlı herkese karşı çok içten ve çok sıcak davranıyordu. Onun köyde birisiyle en ufak bir sorun yaşadığını, birisinin yüzüne hakaret içeren bir söz söylediğini ne kimseler görmüş ve ne de işitmiştir. Rahime yenge olgun hareketleriyle ve konuşma tarzıyla çevresine devamlı neşe saçan birisiydi. Kimseyi incitmez, kimsenin kalbini kırmazdı. Yüzü hep gülerdi. İçten ve o samimi gülüşüyle herkesin gönlünde taht kuran birisiydi. Hayatının sonuna kadar da hep öyle kaldı.


 


Yüksek perdeden konuşan ve çevresinde bulunan herkesle çok ölçülü samimi şakalar Rahime yengenin kömür gibi simsiyah gözleri vardı. Boyu oldukça uzundu. Beline devamlı bir kuşak bağlardı. Başındaki beyaz tülbent kaymasın diye onun üstüne mavi renkli bir şifon bağlardı. Onunla ilk kez karşılaşan birisi eğer geri zekâlı değilse onun Xanxıraba Köyü’nden K.Ali’é Hısko’nın kız kardeşi olduğunu hemen anlaması gerekirdi. Zira Rahime yenge abisi K.Ali’e çok benziyordu.


 


Rahime teyzenin dördü erkek üçü kız toplam yedi çocuğu vardı. Keko Kazim, Mustafa ve Kadriye abla benden epeyce büyüktüler. Mahmut Hoca ve kız kardeşi Kamile benden yine birkaç yaş büyüktüler. Mahmut Hoca o zamanlar okula gidip geliyordu. Rahime ablanın kızı Kudret ile şöyle böyle yaşıt olabiliriz. En küçük oğlu Fahri benden birkaç yaş küçüktü. Fahri ailenin küçüğü olduğu için çok nazlı büyütülmüştü. Onun ilerleyen yaşına kadar annesinin memesini emdiğini çok iyi hatırlıyorum. Bu alışık bir durum değildi. Çocuklar en fazla bir yıl anne sütüyle beslenir ve sonra da sütten kesilirdi. Fakat Fahri dört-beş yaşına geldiği halde her canı sıkıldığında annesi Rahime ablaya koşar ve hemen kollarına atılırdı. Mesela birlikte oyun oynadığımız bir sırada aklına süt düşünce oyunu bırakıp annesine koşardı. Rahime abla Fahri’nin bu alışkınlığını yadırgamazdı. Fahri kollarına atılıp memeye saldırdığında o anne şefkatiyle onu sarmalayarak dakikalarca kucağından indirmezdi. Bu durumdan hoşnut olan Fahri annesi Rahime ablanın kucağından bir türlü kopmazdı.


 


Muhtar Dayı’nın bahçesinde bulunan o büyük dut ağacı dile gelse de bizim çocukluk anılarımızdan bahsetse. O ağacın altı bizim için iyi bir oyun alanıydı. Köye gelen çerçiler genellikle bu ağacın altında tezgâhlarını kurarlardı. Hayatımda balon ve patpat tabancasıyla ilk kez bu ağacın altında tanıştım. Yeryüzünde siyah ve beyaz dışında bir sürü rengin olduğunu yine bu ağacın altında boncuk satan çerçiler sayesinde öğrendim. Hayatımın ilerleyen yıllarında gerçek tabanca ve rengârenk giysilerle karşılaştığımda aklıma hep çocukluğumdan kalma anılarım ve bu ağacın altında tezgâh açan çerçilerin iki sandık dolusu eşyalarını hatırlarım.


 


On yerinden delinmiş bir eski ayakkabı, biraz yün ve bir-iki yumurta karşılığında çerçilerden aldığımız birkaç delikli şeker ve bir oyuncak tabanca bize dünyayı bağışlardı. O gün akşama kadar sevinçten göklere uçardık. Kırmızı ve beyaz renkli o delikli şekerlerin tadını ne Belçika’nın Guylian çikolatalarında ne Stocholm’ın Marabou şekerlerinde ve ne de İngilizlerin meşhur After Eight çikolatalarında görebildim. O tat aklımızın ve damağımızın bir köşesinde hep öylesine asılı kaldı.


 


Muhtar Dayı’nın avlusunda halen dimdik duran bu yaşlı ağacın dallarından yere düşen dutların tadını halen unutmuş değilim. O tat halen damağımda duruyor. Bu ağacın dallarına konan kuşlara az taş fırlatmadım. Çocukluğumun en güzel günlerini bu ağacın altında yaşıtlarımla birlikte oynayarak geçirdim.


 


Muhtar Dayı’nın oğlu Kazim ağabey K.Ali amcamın kızı Mürüvvet ile evliydi. Köye Siverek’ten gelin geldiği için Mürüvvet Ablamız bir parça şehirli sayılırdı. Giydiği elbiseler, konuşma tarzı ve hareketleri biraz daha şehirliceydi. Yakın akraba olmamızdan dolayı Mürüvvet Abla annemi ve biz çocukları fazlasıyla severdi.


 


Devam edecek.


 


Kadir Büyükkaya / Hollanda


[email protected]

Bu yazı 1887 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum