Kadir BÜYÜKKAYA

Kadir BÜYÜKKAYA

[email protected]

YEĞENİM İBRAHİM-2

16 Ocak 2016 - 10:06

YEĞENİM İBRAHİM


 


2. Bölüm


 


Değerli yeğenim,


 


Geçenlerde seninle yazışırken, Facebook sayfanda paylaştığın bir fotoğraftan etkilenerek atalarımızın mesken tutuğu Karahan köyünün elli yıl öncesini yazacağımı sana söylemiştim. Söylemesine söylemiştim ama 1965 yılının Karahan’nını sana nasıl anlatayım? Önce nereden başlayayım, kimlerden söz edeyim doğrusu bilemiyorum.Karahan köyü çocukluğumun masal dünyasıdır. Her karış toprağında ayak izlerim, her köşesinde bir anım ve her taşına sinen hatıralarım vardır. Çektiğin fotoğrafın hangi noktasına baksam çocukluğumdan kalma bir anım düşer aklıma.


 


1965 yılında yedi yaşlarında ya vardım ya yoktum. Tümüne yakını birbirine yakın akraba olan ve on beş haneden oluşan köyümüzde benim yaşımda çocuklar hemen hemen yok gibiydi. Köydeki Çocukların tümü ya benden bir-iki yaş küçük ya da birkaç yaş büyüktüler. Mesela Mustafa amcamın kızı yani anneniz Sebiha, namı diğer Ebo, ki bu ismi ben kendisine vermiştim, benden iki yaş büyüktü. Hasan dayınız benden iki yaş küçüktü. Uzun yıllar köyümüzün muhtarlığını üstlenen ve aynı zamanda babamın dayısı olan Halil dayımızın kızı Kâmile benden üç yaş kadar büyüktü. Onun küçük kardeşi Fahri benden üç yaş küçüktü. Uzun lafın kısası köyde oturan akrabalarımızdan hiçbirisinin benim yaşımda çocukları yoktu. Bu yüzden köyde daha çok benden yaşça büyük olanlarla kalkıp oturmak zorunda kalıyordum. Peki bu niye böyleydi? Bunun mutlaka bir sebebi olmalıydı, değil mi? Tabii ki nedeni vardı. Şimdi sana bunun nedenlerini izah edeceğim.


 


Benimle aynı yıl doğan çocukların tümüne yakını ne yazık ki bir talihsizlik sonucu daha bebekken hayatlarını kaybetmişlerdi. İşte bu yüzden de köyde benim yaşımda çocuklar yoktu. İstersen sana bu meselenin iç yüzünü biraz daha açayım.


 


Doğduğum yıl devlet baba, Amerika’dan hibe aldığı zehirli buğdayı köyde yaşayan büyüklerimize tohumluk olarak dağıtmış. Silo ve gemi ambarlarında kurtlanıp çürümesin diye ilaçlanan bu tohumluk buğdaylar ekileceğine büyüklerimiz tarafından değirmene götürülüp öğütülmüş. Zehirli buğdaydan elde edilen undan yapılan ekmekler küçük çocuklara yedirilince olanlar olmuş. Zehirli undan yapılan ekmekler çocukların midesine ulaşınca hepsi birer birer sararıp solmuş ve köyde peş peşe çocuk ölümleri başlamış.


 


Yoksuluk, mecburiyet ve cehalet üçlüsü kol kola girince büyüklerimiz öz çocuklarını kendi elleriyle toprağa vermişler. Yani anlayacağın büyüklerimiz cehaletleri yüzünden kendi çocuklarının katili olmuşlar. Amerika’nın Marsahal planı çerçevesinde devletimize hibe ettiği bu zehirli buğday yüzünden köyümüz Karahan’da ve çevre köylerde nerde ise her evden en azından bir-iki çocuk yaşamını yitirmiştir. Mesela Mustafa amcamın Recep isimli oğlu, K. Ali amcamın biri erkek diğeri kız iki çoçuğu Mehmet ve Zinet ,Ramazan amcamın Fehmi,Esma ve Nadin adında üç çocuğu bu felaketin kurbanı olmuşlar. Çevrenizde yaşayan elli yaş üstü insanlara sorarsanız onlar size bu meseleden dolayı köyde kimin kaç çocuğunu kaybettiğini bir bir anlatırlar. Hata bu konuda ciddi bir araştırma yaparsan ve elde ettiğin bilgileri benimle paylaşırsan, bu bilgileri bu yazıya daha sonradan ekleyebilirim.


 


Şimdi kalkıp bana “Peki dayı bütün yaşıtların öldüğü halde sen neden ölmedin?” diye sorabilirsin. Yaşıtlarım gibi ölmediğim doğru, fakat anlatılanlara bakılırsa bu zehirli undan yapılan ekmekler yüzünden öylesi hastalıklarla boğuşmuşum ki ölümden beter haller görmüşüm. Bana anlatılanlara göre benden önce Adem ve Servet isimli biri kız diğeri erkek iki çocuğunu kaybeden fukara annem beni kaybetmemek için gecesini gündüzüne katarak durmadan Allah’a yalvarmış.


 


Duaları kabul görsün diye sabah akşam kapı komşuya, hısım akrabaya sıcak aş ve ekmek dağıtmış. Bununla yetinmeyen annem hayatta kalayım diye sağdan soldan duyduğu ne kadar koca karı ilacı varsa hepsini birer birer üzerimde denemiş. Bu bağlamda tezek ateşine konan tava-tencerelerin dibine sinen siyah kurumu süt ile karıştırıp bir kısmını çay kaşığıyla bana içirmiş diğer bölümünü de parmak ucuyla alnımın tam ortasına sürerek kocaman bir haç işareti çizmiş.


 


Bununla yetinmeyen anacığım, köyün tam ortasına bulunan ve hayvan pisliğinin yığılmasıyla oluşan tümsek bir yerde (sılo) bolca yetişen geniş yapraklı tolik bitkisine müracaat etmiş. Türkçede buna Ebegümeci diyorlar. Hayvan gübresinin bereketiyle dallanıp budaklanan tolik bitkisini şefkatli elleriyle temizleyen annem onları lapa haline gelene kadar bir tencerede özenle kaynatmış. Bunu yaparken bir yandan da ellerini havaya kaldırarak çaresizliğini Allah’a haykırmış. Elde edilen bitki karışımı lapayı bir bez parçasına seren annem “bismillah “diyerek bunu sıcağı sıcağına bir deri bir kemikten ibaret karnıma sarıp sarmalamış.


 


Evlat acısı nedir çok iyi bilen annem beni Azrail’e kaptırmamak için var gücüyle didinip durmuş. Genç yaşlı, çoluk çocuk can almada hiç kimseye acımayan ölüm meleği Felak, sonunda anneme acımış olacak ki beni diğer tarafa götürmekten vazgeçmiş.


 


Evet değerli yeğenim,


 


Anneme sorarsan hayatta kalmam, alnıma çizilen o haç ve karnıma bırakılan o tolık sayesinde mümkün olmuştur. Fakat Babamın ablası yani halam İmhan’a bakılırsa benim hayata kalmamı sağlayan ne toliktır ve ne de alnıma çizilen o saçma sapan haç işaretidir. Ona göre beni bu dünyada alıkoyan esas şey, onun ismi Muhammed olan kırk ayrı kişiden topladığı birer Lirayla Siverek’te bir kuyumcuya yaptırdığı ve üzerinde kırk Muhammed isminin yazılı olduğu o gümüşten muskadır. İmhan halamın düşüncesi bu yöndedir.


 


Şimdi kalkıp bana ‘‘Dayı muska dediğin şey de nedir?” diye sormazsın herhalde. Gerçi sorsan da haksız sayılmazsın, çünkü senin yaşındakilerin muska, tolik ve kazan tencere dibiyle alınlara çizilen haçlarla bir işiniz olmaz. Ama yine de eğer muskanın ne olduğunu çok merak ediyorsan, o zaman sen en iyisi annen Eboya sor, o sana muskanın ne olduğunu, neye yaradığını uzun uzadıya anlatsın.


 


Ha birde şunu da anlatmadan geçmeyeyim. 2013’un Ağustos ayında vefat eden rahmetli halamın Siverek’te bir kuyumcuyu yaptırdığı bu muskanın ilginç bir hikayesi de vardır. Yanımda kutsal bir emenet gibi özenle sakladığım bu muska yüzünden halam ismi Muhammed olan Siverekli bir cahil tarafından çok ciddi bir şekilde azarlanmış. Halam bazen uğradığı bu hakaretin hikayesini anlatırken o günleri yeniden yaşıyormuş gibi gerçek anlamda üzülürdü.


 


Anlatığına göre beni ölümden kurtaracak o kutsal muska için ev ev dolaşan halam, bir gün ismi Muhammed olan birisinin kapısına giderek onlara meramını anlatmış. Halamı dinleyen ev sahibi, meselenin iç yüzünü öğrenince halama öfkelenmiş ve onu kibarca evinden kovmuş. Halamın kendisinden bir lira istediği şahıs halama dönerek;


 


“Hey be kadın muska için benden para istemeye nasıl cesaret edebiliyorsun? Bilmez misin ki sen kendi çocuğunu kurtarmaya çalışırken bunun can bedelini başkalarına yüklüyorsun. O hasta çocuğunuzun kurtulması için senin muska yaptırmak için kendilerinden birer lira topladığın insanlardan birisinin çocuğu ölecek. Bunu yapmaya vicdanın nasıl el verir’’ demiş


 


Adamın halamın yüzüne karşı sarf ettiği bu yaralayıcı sözler halamı fazlasıyla özmüş. Fakat buna rağmen halam ismi Muhammed olan şahısların kapısını çalmaktan ve onlardan birer lira toplamaktan vazgeçmemiş. Kırk Lirayı denkleştiren halam hemen bir kuyumcuya koşmuş ve elzem bulduğu muskayı yaptırmış. Halamın söylediğine göre muskayı boynuma takar takmaz beklenen sonuç elde edilmiş ve günden güne iyileşme göstermişim.


 


Halam İmhan ölmemem için sarf edilen farklı çabalardan söz edilirken, o dönemde Siverek’te görev yapan Dr doktor Refat Turan’a sabah bir akşam bir günde iki defa götürüldüğümden de söz ederdi. Rahmetli babam ‘‘bu çocuk nasıl olsa ölecek doktora boşu boşuna para vermeyelim” dese de halam ısrarla beni doktora götürmüş, hemde bir günde iki defa. Halam bu doktor meselesinden söz ederken önemsiz bir konudan söz ediyormuş gibi konuşurdu. Onun üzerinde önemle durduğu asıl konu; ismi Muhammed olan kırk kişiden topladığı kırk Lira ve o parayla yaptırdığı gümüş muskaydı.


 


Halam hayata kalmamı  bu muskaya bağladığı için ona bir can burcumun olduğunu ve dolayısiyla kendisine hizmet etmede kusur etmememi söyler dururdu.Bu yöndeki burcumu ödemek için Halamı adeta sırtımda taşıdım. Onun anısına kaleme aldığım geniş kapsamlı bir yazı dosyasını günün birinde bir yerlerde yayinladığımda Halamı sırtımda nasıl  taşıdığımı öğrenmiş olursun.


 


Evet yeğenim,


 


İster annemin kaynayıp günde üç öğün karnıma bıraktığı o tolık sayesinde olsun, ister halamın Siverek’te bir kuyumcuya yaptırdığı o gümüş muska sayesinde olsun ve istersen Dr. Rahfet Turan’ın yazdırdığı ilaçlar sayesinde olsun sonuçta mutlak bir ölümden kurtulmuşum.


 


Kurtulmasına kurtulmuştum ama, bu arada ileride birlikte oyunlar oynayacağım yaşıtlarımın tümünü ne yazık ki birer birer kaybetmiştim. Böylesi bir talihsizlikle yüz yüze kaldığım için dört beş yaşıma geldiğimde, ya kendimden birkaç yaş büyük ya da kendimden birkaç yaş küçük çocuklarla arkadaşlık etmek zorunda kalmıştım. Nedenini tam olarak bilmesem de ben her nedense daha çok kendimden birkaç yaş büyük olan çocuklarla arkadaşlık etmişim, daha çok onlarla oturup kalkmışım. Bu yöndeki alışkanlığım daha sonraki yaşamımda da hep belirleyici olmuştur. Gençlik yıllarımda ve daha sonraki dönemlerde yaşıtlarımdan ziyade hep benden yaşça büyük olanlarla oturup kalktım. Yaşıtlarımla ve benden yaşça küçük olanlarla diyalog kurmada hep zorlanmışımdır. Bu yaşıma gelmişim, çevremde bulunan dost ve arkadaşlarımın çoğu genellikle benden yaşlıdır. Benden yaşça küçük olan dost ve arkadaşlarımın sayısı sınırlıdır. Bunun nedenini çocukluk dönemimde ard arda kaybettiğim yaşıtlarımın trajedisine bağlıyorum.


 


Devam edecek…


Kadir Büyükkaya / Hollanda


k.buyukkaya@hotmail

Bu yazı 1524 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum