Geciken baharın 10 Mayısında,
Geç kalan bir konuk,
Bir bebek açıyordu gözlerini Dünyaya...
Bahara hasret,
Kadim bir şehrin, bir mahallesinden
bir çocuk çığlığıyükseliyordu semaya…
Dünyaya gözlerini açan bebeğin,
Hak arayan ilk çığlığı,
Gece karanlığınıyırtarcasına yayıldı,
Dört bir yana…
Dalga dalga,
bir bu yana, bir o yana…
önce
Karacadağ’a, fırtınalardan geriye kalan,
Erimeye yüz tutmuş,
karlarla buluşarak, baharı müjdeledi…
Sonra; Dicle boylarında,
yeni doğmuşbinlerce çocukla,
El, ele vererek umudu büyüttü...
Yeni doğan bebeğin başına insanlar üşüşmüştü,
yüzlerine hüzün bulutları çökmüştü,
Doya doya sevinmek varken,
yorgun gözler kan çanağına dönmüştü,
Ağız dolusu gülmek varken,
Gölgelenen esmer yüzlerden,
Hüzün yağıyordu, küçük bebeğin çıplak bedenine…
Gözlerden süzülen sevinç gözyaşları,
Odayı hüzün ve kedere boğuyordu…
Gece karanlığında yol alan, bombardıman uçaklarına inat,
bir çocuk çığlığı yükseliyordu,
Kadim şehrin semalarında…
ve insanlar;
Hüzün ve sevinci bir arada yaşıyordu,
Yeni doğmuş bebeğin odasında…
Çocuk bekliyordu sabırsızca, kulağına eğilecek ilk insanı,
ve söylenecek, ilk sözcükleri…
Gel gör ki;
hançer üzerinde yürünecek,
Çetin yaşamın, şaşmaz rotasınıbelirleyecek,
o ilk sözcükleri,
Kulaklara fısıldayacak insanlar yoktu ortada,
Sadakatta kusur etmeyenler,
Vuruşarak düşmüşlerdi bu topraklara…
Hain cellâdın yüzüne tükürenler,
Ölüme kafa tutarak,
Çoktan çekilmişlerdi savaş arenasından
ve artık,
Ne Neco’lar vardı,
ve ne de, Necmettinler…
Bırca Belek harabelerine sinen,
Mem û Zîn sevgisini,
Sîpan eteklerine yaslanan,
Sîyabend û Xecê sevdasını,
ve
Bey konaklarında,
Yankılanan Derwêşê Evdî destanını,
Yüreklere aktaracak,
Yitik şairler yoktu artık…
Ne Mehmet Uzun’lar
Ve ne cigeri yaralı
Cîgerxwînler…
İnsan soyunu, insan olmaya davet eden,
Örümcek bağlamış kör yürekleri,
Kin ve nefret tohumlarından arındırma kavgasında,
kutsal ayetlerin sonsuz gücüne sığınan,
Evliyalar, enbiyalar,
Yoktu artık meydanlarda…
Ne Feqiyê Teyran
Ne Ahmedê Xanê’ler
Ve
Ne de Elîyê Heririler…
Oysa, ilk sözler;
çınlatılmalıydıkulağa,
söylenenler bir ömür
yol göstermeliydi çocuğa…
Yoksa nasıl göğüs gererdi,
dünyaya musallat olmuş bu zorbalığa…
Ne var ki,
Mem û Zîn yetim,
cesur kavramlar öksüz
ve
Tanrı’nın yeryüzündeki
Bütün halifeleri suskundu…
Yeni doğan günahsız bebek
On binlerce yıllık gelenekten
mahrum bırakılıyordu bu gece...
Bu
suçtan beter
Görülmemiş bir zülüm
ve kabul görmeyen
bir utançtı bu gök kubbede,
buna sebep olanlar
tek kelime ile,
halden anlamaz birer ceberruttular...
Bu yeryüzünde…
yeni doğan bebek,
mavi, güzel gözleriyle birisini aradı,
sağda solda,
etraftaki insanlar arasında,
o,
kulağına seslenecek bir ahlak uleması,
ruhuna seslenecek bir dahi,
ve bilinmeyenleri açıklayacak bir evlat-i
Resul arıyordu odada…
Lakin bilmezdi ki o,
mangal yürekli güzel insanların
köküne kibrit suyu dökülmüştü bu coğrafyada…
Küçük çocuk çaresiz,
küçük bebek umutsuz,
ve çocuk
sessiz isyanlarda…
Sıkıyordu ufacık yumruklarını,
tepeliyor ufacık topuklarıyla,
lanet olasıkaderini,
sormak istiyordu bebek;
hani nerede büyüklerim?
Kulağıma cesur sözcükler
fısıldayacak ecdatlarımın,
asil ve cesur torunları nerede?
Mem û Zîn,
Sîyabend û Xecê,
ve
bilcümle yiğitlerin sevdasını
kulağıma üfleyecek,
ozan ve dengbejlerim nerede?
Bu belalıcoğrafyada
yol gösterenlerim,
beni selamete erdirecek
bilge Kaptanlarım
ve
Gözü pek rêbazlarım nerede?
Canından can,
yüreğinden günahsız bir ceylan doğuran
bitkin Anne,
kendisine uzatılan yavrusunu,
kan çanağı gözlerle
bağrına basıyor,
anne kokusunu
içine çeken çocuk susuyor…
Anne;
eğiliyor kulağına bebeğin
ve
ona,
bak çocuğum;
aradığın o insanlar yok artık dünyamızda,
onlar şimdi Süleymaniye’de
Azadî parkında birer gül fidanı,
onlar her mevsim;
dağlarımızda yeşeren
Bir tutam binevş…
Onlar;
vurgun yemiş kalplerimizi,
gülistan bahçesine çeviren,
birer Nergis tarlası…
onlar;
kızıl şafaklarda,
yüreklerimizde yeşeren,
gökkuşağı renginde,
binlerce menekşe
ve onlar;
her gün batımında,
yüreklerimize akan,
bir demet hüzündürler artık…
Senin aradığın o güzel insanlar
Yok artık yaşamımızda…
Onlar Siverek mezarlığında,
Dağ kapıda
ve
Erbîl sırtlarında,
mermer kaidelere nakşedilen
birer cesur isimdirşimdi…
Onlar;
Her gün,
kandan beslenen,
her türden haramzadenin ekmeğine
doğranan bir avuç zehir
ve onlar;
karanlık gecelerin kör sessizliğinde,
binlerce celladın uykusunu bölen,
büyük bir korkunun adıdır şimdi…
Lakin sen tasalanma,
sana dört kitaptan öte,
başın üstüne
yemin ediyorum ki;
o muhteşem gün, gelip çattığında,
yokluğuna alışamadığımız
O güzel insanların,
sırtlarında yükselen,
mermer sütunlu mekanlarda,
seninle el ele,
yürek, yüreğe,
düşmana inat;
adım adım yürüyeceğiz…
şehirlerimizin özgürlük meydanlarını süsleyen,
bronz heykellerin
gölgesine bağdaşkurup,
sana gidenlerin,
haklı kavgasınıanlatacağım…
Elimde bastonum,
sırtımda ağır yüküm,
ve;
yüreğimde unutamadığım,
derin acılarım olsa da,
sana bu yiğit insanların
kahramanlık hikayelerini,
bıkmadan usanmadan,
uzun uzadıya anlatacak,
ve senin o körpe yüreğine,
sevgi tohumları ekeceğim…
Sen tasalanma yavrum,
bu kadim şehir,
bu bereketli topraklar,
seni bağrına basmaya hazır,
sen bir daha koyuver,
özgürlük kokan o mahsum çığlığını,
ve sen; sakın ağlama,
ağlama ki
cellatlar titresin,
korku, fesat yuvaları,
Yıkılsın birer birer
En ince yerinden…
Hoş geldin yavrum,
sokaklarında insanlık kavgasının sürdüğü,
bu kadim şehre hoşgeldin…
Korkuyu yüreklerine defnetmiş
güzel insanların,
ölüme meydan okuduğu,
Cesur yürekli insanların ülkesine hoş geldin…
Hoş geldin ZERRİ‘nim…
Bahar kokusuna hasret kaldığımız
bu cennet ülkeye hoşgeldin “
10.05.2012
Kadir BÜYÜKKAYA/Hollanda
FACEBOOK YORUMLAR