Önceki bölümlerde Müslümanların bölük pörçük olmaları hem devlet bazında hem de ülke içi sosyal gruplar bazında iç çekişmelerle meşgul olmaları ve küresel ölçekte dünyanın halihazır egemen güçlerine meydan okuyabilecek veya gerektiğinde dur diyebilecek bir devlet gücüne sahip olmamalarından bahsetmiştik. Bundan hareketle de yeryüzünün değişik bölgelerinde zulme, baskıya, dini ve etnik asimilasyon ve soykırıma uğrayan Müslümanların ve onlar adına savaşım veren direnişçilerin bir takım süper güçlerle ilişki kurmak zorunda kaldıklarını ifade etmiştik.
Yazının bu 3.Bölümünde süper güçlerle ilişkilerde hem bu ilişkiyi yürüten taraf hem de onu yargılayan/sorgulayan taraflar açısından bize göre gözetilmesi gereken hassasiyetler ile ilgili bazı noktalara değinelim:
1. Süper güçler arasında bir ayrım yapılabilir mi?
Dünyanın hali hazır süper güçleri sayılan ABD, Çin ve Rusya arasında bir karşılaştırma yapacak olursak hem Müslüman toplumlar ve devletler ve hem de baskı altında olan diğer halklar açısından bakıldığında ABD açık ara dünyada halihazır sömürü düzeninin baş aktörü durumunda diyebiliriz. Askeri, ekonomik, sosyal ve kültürel alanlarda ABD dünya üzerinde büyük bir etki alanına sahip.
-ABD para birimi dolar son on yılda rakiplerince geliştirilmeye çalışılan tüm karşı çabalara rağmen halen ve öngörülebilir yakın gelecekte rezerv para birimi olarak kalacak gibi görünüyor. Bu ABD'ye çok büyük bir güç ve elastikiyet kazandıran ana faktörlerden biri.
-ABD dünyada askeri harcamalarda açık ara önde. ABD, Rusya'nın ve özellikle Çin'in son yıllarda katlanarak artan askeri harcamalarına rağmen hala kendisinden sonraki on ülkenin toplamı kadar askeri harcama yapıyor. ABD'nin tam sayısı net olarak bilinmese de dünya çapında 800 civarı üssü var ve bu üslerde -yarısı Japonya, Almanya ve Güney Kore'de olmak üzere- 180.000 civarında ABD askeri görev yapıyor.
-Kültürel emperyalizm alanında ABD yine açık ara önde. Çin ve Rusya dahil tüm dünyaya hükmeden Sinema sektörü, internet tabanlı sosyal medya ağları, dünyaca ünlü şarkıcı-aktör ve sanatçıları, geleneksel medya organları ile tam bir küresel kültür katliamının baş aktörü pozisyonunda. Hollywood ve dünyanın belli başlı en büyük film yapım şirketleri olan Universal Pictures, Paramount Pictures, Warner Bros., Walt Disney Studios ve Sony Pictures gibi firmaların hepsi birer Amerikan şirketi olup dünya sinema sektörünü büyük oranda domine etmektedirler.
ABD aynı zamanda LGBT, eşcinsel evlilikler ve bu çiftlerin evlat edinebilmeleri, çocukların kendi cinsiyetlerini velileri hilafına değiştirebilmeleri gibi aileyi ve toplumsal ahlakı zayıflatan program ve planlarda da öncü bir devlet pozisyonunda. Geçen sene güya sözüm ona 'onur günü' diye anılan ama aslında onursuzluğun kutlandığı günlerde dünya çapında ABD elçilik ve konsolosluklarının Biden ’in emriyle ülke bayrağı yanına LGBT renklerini simgeleyen bayrakları da göndere çektiklerini hatırlatmakta fayda var.
-ABD küresel iletişim alanında en büyük dijital medya şirketlerine ev sahipliği yapmanın avantajını da kullanarak rakiplerinin açık ara önünde yer alıyor. İnternet medyası, yazılı ve görsel medya alanında en büyükler genelde hep Amerikan şirketleridir ve bu şirketlerin çoğunun ya sahibi veya yöneticisi Siyonist/Evangelist ideolojiye sahiptirler.
Bunlar dışında ABD’yi rakibi diğer güçlerden öne çıkaran onlarca ayırt edici özellikler sıralanabilir ama konumuz açısından vurgu yaptığımız hususlar ABD'nin küresel Kötülük İmparatorluğu’nun baş aktörü (Büyük Şeytan) olduğu gerçeğini vurgulamaya yeter sanırız.
2. Direniş gruplarınca girişilen mücadelenin olmazsa olmazlığı ve doğru zamanlama:
Bazı bölgelerde siz hiçbir tepki vermeseniz bile düşman mutlak surette sizin varoluşunuza karşı olduğu için size rahat yüzü vermez. Siz sadece Müslüman olduğunuz için veya sadece etnik bir gruba mensup olduğunuz için baskı altına alınırsınız. Bu durumda karşı mücadele kaçınılmaz hale gelir. Mücadele duruma göre bir sivil kalkışma, silahlı bir ayaklanma, STK’lar eliyle veya başka vasıtalarla yürütülecek hak mücadeleleri v.b. yollarla yürütülebilir.
Burada mücadeleyi yürüten irade, maruz kalınan baskı ve bu baskıya verilecek tepkiyi siyasal/sosyal zemin ve ulusal/uluslararası konjonktürü gözeterek planlar ve uygular.
Rusya ve Çeçenistan örneği
Örneğin Sovyetler Birliği dağılıp cumhuriyetler bir bir bağımsızlığını ilan ettikleri dönemde zamanın Çeçen liderliğinin bağımsızlık talebinde bulunması ve bu talebin karşılık bulmaması üzerine bir silahlı ayaklanma başlatmaları günün koşulları içinde anlaşılabilirdir. Sonuç itibariyle ayaklanma bastırıldı ve Çeçenistan Rusya'ya bağlı bir özerk bölge olarak kaldı. Bugünkü konjonktürde bizce Çeçen Müslümanlarının Rusya'ya karşı benzer silahlı bir ayaklanmaya kalkışmaları doğru değildir. Zaman, zemin, muhatabın güncel pozisyonu ile direnişin imkan ve kabiliyetlerine bakıldığında bu hikmetli bir tutum olmayacaktır. Bunun yerine açık siyasi ve sosyal kanallarla halkın dini ve sosyal yaşamının iyileştirilmesine odaklanmaları, Rusya içinde gelişme ve ilerlemeyi düşünmeleri günün fıkhına en uygun olanıdır.
Çin ve Doğu Türkistan örneği
Yine örneğin bugün Çin devlet yönetimi, Doğu Türkistan halkına sivil yaşamlarında inançlarına göre özgürce yaşama imkanı tanısa, insanlar ibadetlerini istediği gibi yapabilse, kılık kıyafet ve gelenek/görenekler/yerel kültür alanlarında istediği gibi hayatını sürdürebilse, kamu hizmetlerinden ve ülkenin genel zenginliğinden adil oranda payını alabilse hasılı özel olarak bir negatif ayrımcılığa maruz bırakılmasa, bugünkü uluslararası konjonktürde ayaklanma veya devlete karşı pozisyon alma yerine sivil planda sistemi iyileştirmeye odaklansalar anın fıkhına daha uygun olur diye değerlendiriyoruz ama ne yazık ki vakıa bu değil ve durum böyle olunca da direniş -tabii ne kadar olabiliyorsa- kaçınılmaz oluyor.
Çin ile ilgili kısa bir not düşelim; eğer Müslümanlar kendi öznelliği içinde bir karşı duruş geliştir(e)meyip Çin’in düşmanlarının onları Çin’e karşı kullanmak üzere oluşturduğu/oluşturacağı bir yapı üzerinden hareket edecekler/ediyorlarsa İslami açıdan bu zaten ölü doğmuş bir kalkışma olacaktır. Hasılı Doğu Türkistan meselesi uzun bir mesele, biz sadece konumuza bakan yönü ile değinip daha derin değerlendirmeleri başka zamana bırakalım.
Burada yaptığımız değerlendirmeler kişisel bilgi, gözlem ve analizlere dayanmaktadır ve bir çaba içinde olanlara işlerini öğretme amaçlı değildir. Dolayısıyla analiz ve fikirlerimizin hariçten gazel okuma gibi değerlendirilmesini istemeyiz. Kendi yaşadığı sıkıntılara karşı nasıl tepki vereceği en başta kişinin kendi hakkıdır ama biz hikmet ve usul üzerinden fayda zarar analizi yapılarak hareket edilmesi durumunda daha doğru yerlere çıkılabileceğini ifade etmeye çalışıyoruz.
Suriye ve Mısır’da İhvan
Suriye İhvanının 1982 yılında Hafız Esad yönetimine karşı giriştiği Hama ve Humus merkezli ayaklanma zahiri bilgilerle değerlendirildiğinde zaman ve imkanlar açısından “doğru zamanda doğru eylem bu muydu” diye sorgulanabilir. Suriye İhvanı acaba 1982'deki ayaklanmaya kalkışmasaydı; eğitim, sosyal ve ilmi faaliyetler ile halk içinde örgütlenme çalışmalarına devam edip rejimle ilişkilerini olabildiğince çatışmadan uzak sürdürmeye çalışsalardı acaba ne olurdu sorusunu sorup üzerinde düşünmeye değmez mi?
Mısır İhvanının Hüsnü Mübarek'in devrilmesi sonrasında düzenlenen seçimlerde M.Mursi ile iktidara gelmesi ve iktidarda kalınan 1,5 yıldan sonra bir askeri darbe ile devrilip ülke çapında bir cadı avına muhatap olmasını da zamanın fıkhı açısından değerlendirmekte yarar var.
Afganistan tecrübesi
Afganistan’da Rus işgaline karşı başlatılan cihat hareketi sonucunda Ruslar Afganistan’ı terk etmek zorunda kaldılar. Bir değerlendirmeye göre, Sovyetler Birliği’nin dağılmasını tetikleyen büyük olaylardan sonuncusu bu Afgan işgalidir. Bu işgal döneminde değişik gruplara mensup mücahitler, CIA’in de işin içinde olduğu bir organizasyonla Pakistan ve sonraları Suudi istihbaratı üzerinden Ruslara karşı kullanmak üzere silah yardımı aldılar ve bu silahlar Rusları yenmelerinde büyük rol oynadı.
Rusların çekilmesi sonrasında mücahit grupların kendi aralarında savaşmaları ve neticede oluşan anarşik ortamdan Taliban hareketinin aradan sıyrılması ve baskın güç haline gelmesi ile olay başka bir sürece evrildi. Sonrasında Mısır’dan Afganistan’a giden İslami Cihad grubu lideri Zerkavi öncülüğünde Taliban-Elkaide ittifakı kuruldu ve geçmişte Ruslara karşı destek aldıkları ABD ile düşman oldular. Bu süreçte dönem dönem ABD ile dönem dönem de Rusya ile yakınlaştılar.
ABD’nin utanç içinde Afganistan’ı terk etmesinden bu yana, uluslararası alanda Taliban hükümetinin en yoğun destek aldığı ilk ülke Çin oldu. Rusya da ilişkileri düzeltme adına diplomatik faaliyetleri yoğunlaştırıyor.
Hiç şüphesiz yeni Afgan hükümeti ciddi bir dış desteğe ihtiyaç duyuyor. Türkiye dahil birçok İslam ülkesi Afganistan’a karşı mesafeli bir tutum izlerken Çin hem ekonomik hem de politik anlamda ilişkiyi geliştiriyor. Afganistan için Çin’in yardımı ve Rusya ile iyi ilişkiler düzenin ayakta kalabilmesi için çok önemli ki onlar da bu ilişkileri gereken hassasiyetleri gözeterek sürdürmeye çabalıyorlar.
Katı Ehl-i Sünnet/Hanefi mezhebine mensup Taliban Hükümeti’nin şu ana kadar Gazze savaşı ile ilgili tutumu olumlu bir seyir izledi. İran ile ilişkilerde de her iki taraf çok dikkatli ve uyanık hareket ediyorlar. Umut ederiz ki İran ve çiçeği burnunda Afganistan İslam Emirliği mezhepler arası yakınlaşma ve Müslümanların tamamını ilgilendiren ortak sorunlarda iş birliğinin güzel bir örneği olacak zeminler oluşturarak dostları sevindirip düşmanları kahrederler.
Türkiye'nin de muhtemelen iç politik nedenlerle mesafeli durduğu yeni Afgan yönetimine kardeşlik elini uzatması, ülkenin hem siyasi hem de alt ve üst yapısal yeniden yapılandırılmasında destek sunması her iki ülkenin faydasına olacaktır. Özellikle kardeş Pakistan ile yaşadıkları sıkıntıları aşmaları ve iyi komşuluk ve karşılıklı yardımlaşma üzerine bir hukuk kurmaları anlamında Türkiye ve özellikle sayın Erdoğan büyük rol oynayabilir.
3. Ümmet perspektifi ve önceliklendirme:
Kanımızca bir sahada faaliyet yürüten bir gücün başka sahada mücadele eden bir kardeş gücü karşısına alacak veya ona zarar verebilecek bir ilişkiye girmemesi doğru tavır olacaktır. Eğer ilişkinin bir şekilde başka sahalara zarar verme ihtimali varsa o zaman bu iki saha arasında öncelik ve zorunluluklar açısından konuya yaklaşılabilir ve mümkün oldukça zarar verecek pratiklerden uzak durma veya zararı azaltma/erteleme yoluna gidilebilir.
Her saha ve her mücadele kendi öznel gerçekliği içinde değerlendirilebilir ve hikmete uygun tavrın/pozisyonun ne olduğu ona göre kararlaştırılabilir.
Ümmet eksenli yaklaşım ve ümmetin çıkarlarını önceleyerek ilişkileri yönetmek için en başta olması gereken hiç şüphesiz samimiyettir. Ardından sağlıklı bir diyalog zemini, ortak istişari mekanizmalar ve uygun lojistik imkanlar gerekir. Örneğin bugün Hizbullah'ın yapacağı bir eylemin Hamas'a veya diğer direniş örgütlerine etkisinin ne olacağını değerlendirip ona göre adım atması herhalde her iki gücün yararına olacaktır ki Lübnan ve Filistin direniş güçlerinin kendi aralarında böyle bir ortak eşgüdüm mekanizmasına sahip oldukları artık sır değil.
Herhangi bir körfez ülkesindeki bir muhalif grubun örneğin Ürdün veya BAE'nde faaliyet yürüten İhvan-ı Müslimin gruplarının neyi, ne zaman ve nasıl yapmaları gerektiği ile ilgili olarak ülkenin/bölgenin şartlarını değerlendirip ona göre karar vermeleri ve alınacak kararın hem kendilerine hem de bölgedeki diğer muhalif güçlere ne getirip ne götüreceğine bakmaları yine anın fıkhına ve hikmete daha uygun olacaktır diye düşünüyoruz. Belki bir şey yapmamak yapmaktan daha hayırlı olabilecektir belki de tam tersi doğru tutum olacaktır.
Burada mücadelenin hikmetli ve usulünce yapılabilmesi, sonuç her ne kadar rızayı İlahi olsa da başarıyı hedeflemesi noktasında Hizbullah’ın Lübnan pratiği ülke şartları göz önünde bulundurulduğunda yapılabilecek olanın nerdeyse en iyisidir diyebiliriz. Etnik ve dini olarak çok çeşitli bir mozaiği barındıran ve İsrail, Fransa, İngiltere ve ABD gibi şer ekseni ülkelerin etki alanında olan böyle zor bir coğrafya ve sosyal zeminde Hizbullah, Lübnan halkının nerdeyse tüm kesimlerine kendisini kabul ettirmiş ve bir silahlı güç olduğu kadar bir yönüyle sivil ve sosyal bir organizasyon bir yönüyle de siyasal bir parti olarak dünya devrim tarihinde çoktan yerini almış iyi bir tecrübedir.
Konu uzun, örnekler çoğaltılabilir ama tüm fikir, değerlendirme, taktik ve stratejilerin üstünde Müslümanların ortak sorunu olan Mescid-i Aksa ve Kudüs-ü Şerif’in özgürlüğü ve güvenliği birçok başka sorunun bağlı olduğu temel bir sorun durumunda. Bundan dolayı da İsrail'in Filistin'e yönelik soykırım savaşı da dahil işlediği ve işlemekte olduğu suçların tamamı, tüm savaşların anası olmaya gebe bir sürece doğru ilerliyor.
Birinci öncelik bir ahtapot gibi İslam dünyasını sarıp kuşatan ABD hegemonyası ile onun Ortadoğu'daki ileri karakolu İsrail'in ellerinin/kollarının kırılmasıdır. Bu uğurda tüm İslami şahıs, grup, cemaat, mezhep ve devletler el birliği içinde bu amaca matuf çalışmalıdırlar. Hem İslam dünyasındaki hem de dünyanın başka bölgelerindeki iç çatışmalar, bölgesel gerginlik ve savaşlar, doğal kaynakların sömürülmesi ve ekonomik emperyalizm ile sosyal ve ahlaki çöküşün temelinde bu şer ittifakının/Kötülük İmparatorluğu'nun (Büyük Şeytan)'ın eli vardır. Bu el bir kesilirse birçok bölgesel arıza, çekişme, çatışma, savaş kendiliğinden sihirli bir elin değip bitirmesi gibi sona erecektir.
Peki bu mümkün müdür, elbette mümkündür ama usul, tefekkür, tedbir, gayret, maslahat ve hikmetli bir yolla mümkündür.
Bu süreçte en hayati şey bölge ülkeleri ve halklarının birlik beraberlik ve dayanışma içinde olmaları ve aralarında ihtilaf, fitne, fesat çıkarmak isteyenlere fırsat vermemeleridir. Gerek devletler arası gerekse de kurum, topluluk ve cemaatler arası karşılıklı suçlamalar, birbirini yetersiz veya zayıf görme tutumları, ön almaya çalışma veya birilerini geride veya arkada bırakmaya çalışma türü tavırlar karşıdaki düşmanın amansızlığı karşısında zarardan başka bir şey üretmeyecektir.
Kendi içinde adalet ve özgürlüğü hâkim kılmaya çalışmak, birey-grup-aşiret-devlet düzeyinde kardeşlik esasına dayalı hayr’da yarışmak ve yardımlaşmak, ihtilaf noktalarına değil ittifak noktalarına odaklanmak, laf değil icraat üretmek, liyakat ve işi ehline vermek zafere giden yolun köşe taşlarıdır.
Vesselam…
NACİ HANPOLAT /
FACEBOOK YORUMLAR