Gerçek mutluluk ve huzurun neyde, nerede olduğu sorusu dünya genelinde oldukça aktüel, üzerinde düşünülen, felsefenin sunduğu olanaklar kullanılarak cevabı aranan bir sorudur. Bu küresel arayış ve bu arayışa verilen cevapların geniş yelpazede olması konunun kitleler açısından öneminin devasa boyutlarda olduğunun göstergesidir.
Bu yazıda bu arayışa İslam dışı kaynaklar tarafından sunulan reçeteler üzerinde durulmayacaktır. Çünkü bu başka bir yazıya konu olabilecek boyutlarda uzun bir konudur. Bizim bu yazıdaki konumuz İslamî literatürün en temel kaynağı olan Kur'an'ın bu aktüel arayışa sunduğu reçetenin veya "Mutluluğun kaynağı nedir?" sorusuna verdiğini düşündüğümüz cevabın ne olduğudur.
Sonda söylenmesi gerekeni başta ifade etmek gerekirse, insanlığın gerçek mutluluk ve huzurunun kaynağı, Kur'an'da ifadesini bulan "Allah'ı anma" olgusu ile kastedilen davranışların bütünüdür. Kur'an'da "Kalpler ancak Allah'ı anmakla mutmain olur." (Ra'd 28) şeklinde ifade edilen olgu, insanlık tarafından yana yakıla aranan mutluluk ve huzurun asıl kaynağının adresini işaret eder.
"Allah'ı anma" olgusunun doğru anlaşılması, küresel çapta mutluluk ve huzurun kaynağını bulma arayışlarına en esaslı cevabı verme potansiyelinden dolayı hem Müslümanlar açısından hem de Müslüman olmayanlar açısından büyük öneme sahiptir.
Bu olgunun doğru anlaşılması, olgunun vadettigi ruhsal huzuru ve tekamülü elde etmek açısından oldukça önemlidir.
“Kalpler ancak Allah'ı anmakla mutmain olur." (Ra'd 28) ayetinde geçen 'zikrillah' ifadesi Türkçeye 'Allah'ı anmak' veya 'Allah'ı zikretmek' olarak çevrilir. Bu çeviriler doğrudur ancak 'zikir' kelimesinin bugün itibariyle karşıladığı anlam, nüzul tarihinden itibaren aradan geçen asırlarca zamandan kaynaklı olarak daralmaya maruz kalmıştır. Bu daralma ayetin sadra şifa olacak boyutlarının gözden kaçırılmasına neden olmuştur.
Bugün için "zikir" kelimesinin karşıladığı anlamsal çerçeve, Allah'ın yüceliğini ifade eden kelimelerin (sübhanAllah, elhamdülillah, Allahü ekber vb.) sadece dil ile tekrar edilmesiyle sınırlandırılmıştır. Bu zikir ise genel olarak namaz sonrası tesbihat ile bütünleştiği için çoğu zaman harfleri bile tam telaffuz edilmeden yapılan ruhsuz bir kelime tekrarından başka bir şey değildir.
Zikr'in "dil ile ifade etme" anlamının yanı sıra "anmak" olarak çevrilebilen ve karşıladığı anlamlar itibariyle geniş bir alana nüfuz eden bir kavram olduğunu bilmek konumuz açısından oldukça önemlidir. "Anmak" fiili dil ile yapılabildiği gibi esasen "düşünme" yetisine işaret eden, bu yetiyle hayatiyet kazanan bir derinlik içermektedir. Dil ile Allah'ın azametinin ifadesi ve tekrarı düşünme eyleminin sağlayacağı derinlikten yoksun kalırsa ayetin vadettiği "kalplerin huzur bulması" sonucunu doğurmayacağı aşikardır.
Bu durumda Allah'ı anmanın düşünsel boyutunun ne olduğu/olması gerektiği sorusu konumuz açısından kilit bir önem kazanmaktadır.
Aslında Kur'an'ın bizatihi kendisi bu soruya cevaplar vermektedir. Kur'an'daki; evren, dünya, tabiat olayları, fiziksel ve toplumsal kanunlar (sünnetüllah) üzerine derinlemesine tefekkürü tavsiye eden onlarca ayet bu bağlamda değerlendirilebilir.
Onlar, Allah'ı ayaktayken, otururken ve yan üstü yatarken anarlar ve göklerle yeryüzünün yaratılışını düşünürler de Rabbimiz derler, bunları boş yere yaratmadın, noksan sıfatlardan uzaksın sen, koru bizi ateşin azabından. ( Al-i İmran 191)
Bu ayet insana günübirlik yaşam süreçlerinin her anında Allah'ı anmayı (tefekkürü) tavsiye etmektedir. Devam edegelen anma (tefekkür) fiili insanı, evrenin var olma amacının ne olduğu konusunda farkındalığa götürür. Bu farkındalık ise kişiyi, yaşamın gerçek amacının "hakikati" yani "Allah'ı" bulmak olduğu sonucuna götürür ki insan yitik hazinesi olan Allah'ı bildiği, hissettiği, kavradığı oranda kalben mutmain olur. Bu tatmin olma hali insanlığın aradığı huzur ve mutluluğun ta kendisidir.
Çünkü insan evrenin ve yaşamın biricik kaynağının Allah olduğunu, bütün yolların Allah’a çıktığını fark edince yüksek bir bilince ulaşır. Bu bilinç, kendisi ve çevresindeki sonsuz değer biçtiği her şeyin yok olacağı gerçeğiyle birleşince insan, tam bir aydınlanma yaşar.
Bu aydınlanmadan uzak mecralarda ömrünü heba ederek huzuru ve mutluluğu mal-mülkte, makam-mevkide, para-pulda, güç-kuvvette, ölümlü olan insana/insanlara bağlanmakta arayan insan aradığına bunlarla ulaşamayınca, ki ulaşamayacağı mukadderdir, boşluğa düşer. Bu boşluk varoluşsal bir boşluktur, bu yüzden sarsıcı ve derindir, insanda hiçlik duygusuna neden olur. Sonuç olarak pusulasını yitirmiş bir gemi misali uçsuz bucaksız bir okyanusta savrulur durur.
Ölümlü olana, kalıcı olmayana, kaybolup gidene bağlanmamak gerektiğiyle ilgili gerçeğe, Hz. İbrahim'in (as) kulluk edeceği Tanrı’yı ararken kullandığı cümlelerin sembolik bir gönderme yaptığı dikkatlerden kaçmamalıdır:
Gece, üstünü örtüp bürüyünce bir yıldız görmüş ve demişti ki: 'Bu benim rabbimdir.' Fakat (yıldız) kayboluverince: 'Ben kaybolup-gidenleri sevmem' demişti.
En'am 76
Derin bir tefekkürle ve belli aralıklarla evrenin varlığı ve anlamı üzerinde duran insan, hakikati kavramaya başlar. Allah'a inanmak ile Allah'ı bilmek (marifetüllah) arasındaki niteliksel fark bu derin tefekkürle ortaya çıkar.
Evrende olan biten her şeyin belli bir ortak amaca hizmet ettiğini kavramak insanı günübirlik yaşamın baş döndürücü hızının içinden çeker alır ve ona yaşamın anlamının ne olduğunun cevabını verir. Bu cevabın farkına varan insan ruhen olgunlaşır, tatmin olur. Bunun sonucu olarak da ölümlü olmayana bağlanmanın verdiği tatmin olma haliyle geçici olmayan mutluluk ve huzurun kapısını aralar. Böyle bir insan yoksul olduğu için, hastalandığı için, yakınını kaybettiği için veya bunlara benzer sebeplerle ye'se kapılmaz. Çünkü o geçici olmayanı, baki kalanı keşfetmiştir.
Yer üzerindeki her şey yok olucudur. Celal ve ikram sahibi olan Rabbinin yüzü (kendisi) baki kalacaktır. (Rahman 26-27)
İnsan, evrenin amacı ve anlamı üzerine okumalar yaptıkça daha kaliteli bir tefekkür iklimine girer. Okumalar derinleştikçe tefekkür de derinleşir ve adeta insanın gözünün önüne çekilmiş madde perdesi aralanmaya başlar. Şifreler bir bir çözülür ve kavrayışı artar. Gözlerdeki sis aralanmaya başlayınca insan hakikati keşfetme heyecanı yaşamaya başlar.
İnsanın bu çabalar sonunda izlerini hissetmeye başladığı hakikat Allah'tan başkası değildir. Hz. İbrahim'in (as) deyişiyle "kaybolmayan"a ulaşınca insan, gerçek mutluluğu ve huzuru yakalamış olur. Bu perspektiften bakınca insanın hakikat arayışını merkeze alan okumalarının, gözlemlerinin, gezilerinin, tefeķkürlerinin vs. her biri birer "Allah'ı anma" ritüelidir. Bu alanda yoğunlaştıkça insanın hikmete ve bilgeliğe doğru yolculuğu hızlanarak devam eder.
İnsan kalbinin ancak Allah'ı anmakla mutmain olabileceğine işaret eden ayetteki "anmak" fiilinin anlamsal karşılığıyla ilgili olarak yukarıda sunmaya çalıştığımız perspektiften hareketle şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Günümüz insanının mutsuzluktan, amaçsızlıktan kaynaklanan ruhsal buhranının şifası en geniş ve en derin manasıyla "Allah'ı bilmek" tir yani "marifetüllah"tır.
Bugün nispeten belli bir maddi refaha ulaşmış ve materyalist bakış açısıyla mutluluğu yakalamış olması gereken Batılı halkların dikkatlerini, yaşanan onca acıya rağmen istikametini bozmadan tam bir teslimiyetle işaret parmağını göğe yükselterek "Hasbunallah ve ni'mel vekil" diyebilen Gazzelilere yöneltmelerinin altında yatan neden hakikat arayışlarına Gazze'den verilen sahici ve ikna edici cevaptır.
Gazze’den, harab olmuş bu enkazdan, kan, gözyaşı ve feryatların arasından yükselen bir ses tüm dünyada yankılanmıştır. Dünya halkları buhranını yaşadıkları anlamsızlık girdabından kendilerini çıkaracak paradigmayı hiç ummadıkları bir anda ve bir yerden, Akdeniz’in doğu kıyılarından, Gazze’den, yıkıntılar arasından yükselen “Hasbünallah ve ni’mel vekil” nidalarında buldular.
FACEBOOK YORUMLAR