Türkiye’de Kürt sorunu tekrar hükümetin ve devletin gündemine girmiş görünüyor. Devlet Bahçeli çıkışları ile konuyu gündeme taşıdı, ardından önce Esenyurt ve devamında diğer üç merkeze kayyum atamaları gerçekleşti ama Bahçeli sözlerinin arkasında durduğunu birkaç kez ifade ederek gündeme taşıdığı konu ile ilgili kararlılığını göstermiş oldu.
Cumhurbaşkanı’nın Bahçeli’nin bu çıkışından haberi olmadığını savunanların aksine Ak Parti’den yapılan açıklamalar, Bahçeli’nin sözlerinin Cumhurbaşkanı’nın bilgisi dahilinde olduğunu ortaya koydu. C.Başkanı’nın Bahçeli’nin çıkışı sonrası yaptığı muhtelif konuşmalar, onun da bu dile gelen konuda ya aynı veya aynı olmasa da benzer düşüncelere sahip olduğunu gösterdi.
Belli ki bir irade var, bir değerlendirme yapılmış ve buna binaen de çıta olabileceği kadar en üstten tutularak çözümde her şeye hazırız mesajı verilmek istenmiş ama burada teşhisin yanlış konulmuş olabileceğini düşündüren nokta çıtanın en üstünden tutularak yaklaşım gösterilen şeyin Abdullah Öcalan ve PKK için kriminal düzeyde bir af veya çözüme kapı aralanması oldu çünkü sorunun temelinden yola çıkarak çözümün asıl olması gerekenlerine ilişkin çıtanın nerede tutulduğu en azından şimdiye kadar ki açıklamalara baktığımızda muallakta bırakılmış durumda.
Konunun bir Kürt sorunu tarafı var, bir PKK tarafı. Bu ikisi her ne kadar örgüt yurtdışında üslenmiş olsa da özü itibariyle Türkiye’nin büyük oranda iç sorunu durumunda. Bir de konunun Suriye tarafında YPG/PYD tarafı var ki bu sorun büyük oranda hem bir dış sorun, hem PKK ile ilişkisi nedeniyle bir iç sorun hem de Suriye’de oynanmakta olan oyunun çok taraflılığı dolayısıyla da bir uluslararası sorun durumunda.
Türkiye’nin iç sorunu olarak Kürt sorunu ve PKK
İlk çözüm süreci iyi niyetli başlamış ama süreç boyunca iyi yönetilememiş bir deneyim olarak birçok değerlendirmeyi gerektiriyorsa da her halde o dönemde yapılan en büyük yanlış, Kürt sorununu çözebilmek adına atılan (dilin özgürce kullanımı, TRT Kürdi’nin açılması, işkenceye son verilmesi, Kürtlerin ayrı bir kavim olduklarının sözle bile olsa ikrar edilmesi v.b.) adımların sanki PKK’nın vereceği tavizlere endeksliymiş gibi gösterilmesi/yapılması oldu. Bu hem PKK’ya hakketmediği kadar bir paye ve pozisyon verdiği kadar devlet içinde çözüme karşı odakların da süreç aleyhine kullanabilecekleri bir argümana dönüştü.
Bugün henüz adı ve içeriği netleşmese de bir girişimin arifesinde olduğumuzu verilen sağlı sollu demeçlerden anlamak mümkün dolayısıyla bu sürecin de önceki süreç gibi akamete uğramaması adına dikkat edilmesi gereken bazı olmazsa olmazlara dikkat çekmek istiyoruz.
- Devlet bölünme korkusu ile Kürtlere karşı geliştirdiği sakınmacı/savunmacı/mütereddit duruşundan artık gizli ve açık, derin ve yüzeyde olan tüm yapılarıyla birlikte vazgeçmelidir. Bin yıldır bir arada yaşamakta olduğumuz Türk-Kürt kardeşliği gerçeğini her fırsatta dile getiren devlet, yıllar boyunca Kürtlerin bir kavim olarak varlığını inkâr etti. Özal zamanında başlayıp 93 darbesi (Özal’ın ölümü ve karanlık cinayetler) ile akamete uğrayan ve Ak Parti hükümetleri ile tekrar dile gelen “devletin Kürtlere yanlış yaptığının” itiraf edilmesi ve sorunun çözülmesi adına adımlar atılmasına dair süreçler de “bir adım ileri iki adım geri” tarzında ikircikli ve kendinden emin olmayan politikalarla sonuçsuz kaldı.
Suriye de 2011 yılında başlayan iç savaşta önceleri Salih Müslim üzerinden geliştirilen ilişkiler doğru yönetilebilse idi hem Suriye içindeki savaş hem de Türkiye’deki Kürt sorununun çözümü için iyi bir fırsat olabilecekken yine “bölünme” korkusu ve travması ile Suriye Kürt yapılanması ABD ve Rusya’nın kucağına itilmiş oldu.
Türkiye, devlet olarak bugün Ortadoğu’da ABD ve müttefikleri tarafından mevcut sınırların değişmeye zorlandığının iyice ortaya çıktığı bu konjonktürde artık bölünme travmasını bir kenara bırakmalı, imparatorluk bakiyesi bir merkez ülke olarak üstüne düşen rolü doğru oynamalı ve Cumhuriyetin kuruluş yıllarında yapılan yanlışları tekrarlamayarak çok uluslu bir devlet olmanın gereklerine uygun yeniden yapılanma sürecine girmelidir.
- Bu yeni döneme; Kürtlerin de kendilerini ait hissedecekleri, yasal ve anayasal olarak tüm hakların garanti altına alındığı yeni bir devlet yapılanması ile girilmesi için samimi ve realist bir yol haritası çıkarılmalı ve bu harita adım adım bir plan dahilinde uygulanmalıdır.
- MUHATABİYET SORUNU: Bu süreci doğru yönetmek için Kürt halkını temsil kabiliyeti olan kanaat önderleri, din adamları, STK temsilcileri, Üniversiteler, yazarlar, belli bir karşılığı olan tüm siyasi parti/örgüt/çevre ve yapılanmalardan temsilcilerin yer alacağı bir heyet oluşturulmalıdır. Yapılacak görüşmeler, atılacak adımlar ve sürecin yönetimi bu heyet veya bu heyet içinden çıkacak temsilciler ile yürütülmelidir.
Mevcut siyasi partilerden DEM ve bileşenleri, Hüda-Par ve bileşenleri, toplumda saygınlığı ve güvenilirliği ile bilinen kanaat önderleri, ilim adamları ve üniversite hocaları, meslek odaları temsilcileri, STK’lar, aşiret temsilcileri ve diasporadan temsilcilerle bu heyet zenginleştirilebilir.
- PKK: Beğenelim veya beğenmeyelim PKK, Kürt sorununun bu aşamaya gelmesinde olumlu olumsuz birçok etkilere sahip en başat aktördür. Şaibeli kuruluşu ve 12 Eylül öncesi rakip örgütler ve lokal aşiretlerle girdikleri şaibeli çatışmaların ardından önce Suriye ve sonrasında Kuzey Irak’ta konumlanan örgüt yıllar boyunca Kürtler adına mücadele etmek isteyen birçok insan için tek adres oldu. Bunun böyle olmasını da bizzat örgüt kendisi istedi/sağladı. Hem örgüt içi hem örgüt dışı karanlık ve kirli infaz ve terör taktikleri ile etkili olabilecek tüm muhalif veya alternatif kişi veya yapıları susturmayı başaran bu örgüt hendek operasyonlarına kadar yıllar boyunca Kürt gençlerinin ilgi odağı almayı başardı -Hendek eylemleri ile birlikte örgüte azalan meyil son zamanlarda iyice azaldı-. Bölgede belki de ezmek, bastırmak ve bölgeyi terke zorlamak için çok çabaladığı ama bastırmaya güç yetiremediği tek güç Hizbullah oldu.
Yeni bir çözüm süreci yürütülecekse ilk süreçte olduğu gibi tek başına PKK ve türevleri muhatap alınmamalıdır ama silahlı mücadeleye son verilmesi ve dağlarda veya sınır dışındaki tüm militan ve yönetici kadroların durumunun ne olacağı ile ilgili konular ülke içinden üçüncü bir gözün de dahil olacağı bir şekilde doğal olarak PKK ve temsilcileri ile yürütülmelidir.
Geliştirilecek yasal ve anayasal güvencelerle Kürt sorunun ülke gündeminden tamamen çıkarılacağı bir süreçte PKK kendisi için devletle müzakere etmeli ve eğer sorunun çözümünde şayet samimi ise sürece sonuna kadar destek vermelidir.
Örgüt içinde silahlı eylemlere katıldığı sabit olan kişiler, yönetici kadrolar ve devlet tarafından zinhar affedilemez diye kabul edilen kişilerin durumu ayrıca değerlendirilip onlar için farklı alternatifler geliştirilebilir ki Bahçeli’nin Öcalan için yaptığı çağrıya bakılacak olursa devletin kabul edemeyeceği kimse de olmayacak gibi görünüyor.
Suriye ve PYD/YPG ile ilişkiler
Türkiye’nin ülke içi travmalarının bir yansıması olarak Suriye’de de yanlışlar yapıldı ve başta -tam olmasa da- doğru yürüyen ilişkiler zaman içinde Kürtleri statüsüz oldukları Suriye rejimine mahkûm eden, onları müstakbel ‘Suriye Arap Cumhuriyeti’nin içinde erimeyi dayatan bir tarza dönüştü.
Kobani olaylarında devlet Irak Kürdistan Bölgesi’nden peşmergelerin otobüslerle Kobani’ye nakledilmesini sağladı ama ülke içinde çözüm sürecinde yaşanan gel-gitlerin getirdiği güvensizlik ve tepkilerle tüm pozitif tutumlar “Kobani düştü düşecek” ifadesi ile berhava oldu.
Suriye’de de Türkiye’nin klasik “bir adım ileri iki adım geri” politikasının sonuçları savaşın her aşamasında karşımıza çıktı. Başlarda ABD ile birlikte süreci yürüttüğünü düşünen Türkiye (Davutoğlu’nun girişimleri), ABD’nin başka bir ajandası olduğunu fark edip geri adım atınca içine girmiş bulunduğu girdapta uzun süre bocalayıp durdu. ABD, Trump’ın ifadesiyle “kendi kurup yönettiği/yönlendirdiği DAEŞ” üzerinden Irak’tan başlayarak Suriye’nin içlerine kadar derin bir planı uygulamaya geçirirken Türkiye bir anda hem Kürtler hem de Batı nezdinde DAEŞ’in müttefiki durumuna düşürüldü.
ABD, orada oluşan karmaşa ve münbit ortam üzerinden DAEŞ’i bahane ederek YPG’ye tam bir destek verdi ve bir anda YPG tüm batı dünyasında ‘dinci gericiliğe karşı laik-seküler-modern dünyayı temsil’ eden bir güç olarak lanse edildi.
YPG de aynen PKK gibi tüm muhalif veya alternatif Kürt unsurları kirli ve karanlık infazlarla bertaraf etti. Barzani’ye bağlı ENKS bile örgütün bu saldırgan ve hilekâr tutumundan dolayı Kürtler arası bir iç savaşa sebebiyet vermiş olmamak adına silahlı faaliyetlerini durdurdu ve kendi güçlerini Irak Kürdistan Bölgesi’ne geçirmek zorunda kaldı.
Bu süreçte Türkiye’nin destek verdiği gruplarda da hem bir homojenlik oluşmadı hem de sahada yürütülen politikanın temeli daha çok Kürtlerin pozisyonuna karşı bir şekillenme yaratmak olduğu için yanlış insanlarla girişilen yanlış ittifaklara sebep oldu. Bugün İdlib, Suriye meselesinin çözümü konuşulduğunda Türkiye’nin başına problem olarak kalacak en büyük sorunlardan bir tanesidir çünkü tüm silahlı gruplar aileleri ile birlikte Türkiye’nin güvencesi ile buraya sığınmış durumdalar ve bir barış anlaşması durumunda çok başlı bir sosyal yapı haline gelen İdlib, büyük bir sorun olarak masada yer alacak.
Türkiye kendi içinde Kürt sorununu kalıcı olarak çözme girişiminde bulunurken paralel olarak Suriye ve Suriye’deki Kürtler ile ilgili de önemli kararlar almak durumunda kalacak. Bu konuda yine Türkiye’nin imparatorluk bakiyesi bir merkez ülke olması hasebiyle alması gereken tutum bize göre şöyle şekillenmelidir:
- Suriye’de Esed rejimi ile engelsiz, aracısız, ön şartsız olarak görüşülmeye başlanmalıdır.
- Esed’le diyalog sürerken Rusya ve İran ile de Suriye’nin geleceği ile ilgili tarafların hassasiyetlerini dikkate alan ortak bir noktada buluşulmalıdır.
- YPG/PYD ile görüşülmeli, Salih Müslim ile geçmişte mevcut olan iletişim yeniden başlatılmalı ve Türkiye ‘Yeni Suriye’de Kürtlerin haklarının anayasal bir güvence altına alınacağı, Kürtlerin de diğer etnisitelerle eşit vatandaş olacakları bir yapıya hem taraf olmalı hem de bunu şart koşmalıdır. Eğer Kürtler ve Suriye, çözümü bir federatif yapı, özerk bir bölge çerçevesi içinde çözmek isterlerse Türkiye buna sonuna kadar destek vermeli ve Irak Kürdistanı Bölgesi gibi bu bölgeyi de yasal ve meşru olarak tanımalı ve her türlü destek vermelidir.
- YPG/PYD/DSG silahlı güçlerinin ne olacağı konusu başta bu örgüt ile Suriye’nin kendi iç meselesidir. Suriye ordusuna da katılabilirler, özerk bölgeye bağlı ayrı bir güç olarak da tanımlanabilirler ama her hâlükârda Türkiye bu gücü kendisi için potansiyel bir tehdit olarak görmekten vazgeçmelidir.
- ABD, DAEŞ’e karşı Kürtleri koruyor bahanesi ile bölgede onlarca irili ufaklı üsler kurmuş durumda ve kolay kolay buraları terk edecek gibi de görünmüyor. Zaman içinde Türkiye ve Suriye’nin, Kürtlere kendilerini güvende hissetmelerini sağlayacak bir ortam oluşturabilmeleri durumunda bölgedeki tüm tarafların talebi ve ısrarı ile ABD’den üsleri boşaltması sağlanabilir.
Ülkelerin sahip oldukları gelişmişlik düzeyi, iyi bir ekonomi, ihtiyaca cevap verebilecek tamamlanmış bir altyapı, hukukun üstünlüğü ve tüm vatandaşların hukuk önünde eşitliği, fikir hürriyeti gibi genel geçer durumlara bağlı. Bir ülke şayet vatandaşlarına bunları ayrım gözetmeden sunabiliyorsa, bir kesim veya bir alt veya üst kimlik kendini öteki/dışlanmış hissetmiyorsa kimse o ülkeyi bırakıp başka bir ülkeye gitmek istemez. Bu sosyolojik gerçeğe şundan dolayı vurgu yapıyoruz; eğer siz Türkiye olarak vatandaşlarınıza sosyal, ekonomik, fikri ve etnik olarak eşitlik-özgürlük-refah sağlayabiliyor iseniz bölünmeden korkmanıza gerek olmaz bırakın bölünmeyi başka ülkelerden sizin ülkenize gelmek isteyenlere engeller koyarak göçü kontrol altına almak veya önlemek istersiniz.
Avrupa Birliğini ve bu birlik içinde gelişmiş Batı ve Kuzey Avrupa ülkelerini bu duruma örnek gösterebiliriz. Bakınız Türkiye dahil tüm Ortadoğu, Körfez, Afrika ve Asya ülkelerinden vatandaşların hatırı sayılır bir kesiminin gözü bir şekilde çocuklarını gelişmiş bir Avrupa ülkesine gönderebilmektedir. Orada çocukları için daha iyi bir gelecek olacağına dair bir düşünce onlara bunu yaptırıyor. Hakeza Türkiye her ne kadar söz konusu Avrupa ülkeleri kadar gelişmiş değilse de birçok Ortadoğu ve Afrika ülkesine göre çok daha iyi durumda olduğu için bu ülkelerden Türkiye’ye de ciddi bir göç olmaktadır ki son yıllarda bu göç olgusu da Türkiye kamuoyunu meşgul etmektedir.
1990’lı yıllardan beri Türkiye’de Kürtlerin yoğun yaşadığı Doğu-Güneydoğu illerinden insanlar göç etmek istediklerinde gittikleri yerler hep Batı illeri oldu. Bugün Türkiye’de yaşayan toplam Kürt nüfusunun muhtemelen yarısı Türkiye’nin batı illerinde yaşıyor. Türkiye’de Kürt ve Türk etnik aidiyetler özellikle metropol kentlerde çok iç içe geçmiş vaziyetteler ve Kürt halkı -en radikal milliyetçisi bile- ayrılmak, ayrı bir devlette yaşamak istemiyor. Bazı marjinal ağızların atıp tutmalarına bakmayın, onların toplumda karşılığı %1 bile değildir, bilakis yıllarca mücadele vermiş, bedel ödemiş nice örgüt yöneticileri bile çözümün ayrılmakta değil aynı çatı altında eşit yurttaşlıkta veya bölgesel yönetimlerde olduğunu savunuyorlar.
Burada önemli olan niyetlerdir, çözüm eşit yurttaşlık temelinde üniter yapıda olabileceği gibi özerklik veya federatif yapılarda da olabilir, bunlar teknik konulardır. Hangisi daha kolaysa, daha doğruysa, daha bizi güçlü kılacaksa o uygulanır önemli olan “kendisi için istediğini kardeşi için de isteme” erdem ve duyarlılığı ile konuya yaklaşmak ve öyle çözüm aramaktır.
Irak Kürdistan Bölgesi’nin en büyük ticari ortağı Türkiye olduğu gibi Yeni Suriye’nin ve şayet gerçekleşirse Suriye Kürt Özerk Bölgesi’nin de yine en büyük ticari ortağı Türkiye olacaktır. Hem coğrafi yakınlık, hem ürün çeşitliliği ve maliyet avantajları Türkiye’yi açık ara rakiplerinin önüne çıkarmaktadır. Hele Türkiye’nin kendi içinde Kürt sorununu kesin anayasal temelde bir çözüme kavuşturması durumunda Türkiye, tüm Kürtlerin odağında bir ülke durumuna gelecektir.
İsrail’in Kürtlere uzattığı el
Bir yerde bir haksızlık varsa o haksızlık illaki birileri tarafından istismar edilir. Eşyanın tabiatı böyle gerektirir. Eğer Kürtler bir haksızlığa maruz kaldıklarına inanıyor ve buna siz bırakın bir çözüm sunmayı, sorunun bir parçası da oluyorsanız birilerinin gelip bu sorunu sizin aleyhinize kullanmasına engel olamazsınız. Eğer ortada haksız bir itham varsa zaten o iddia tutmaz ama iddia haklı ise ve milyonları peşinden sürükleyen bir akıma dönüşüyorsa sizin orda durup düşünmeniz ve “ben nerede yanlış yapıyorum” diye düşünüp yanlıştan bir an önce vazgeçmeniz gerekir.
Kürtlerin 20.YY başlarından itibaren tüm bölgede maruz kaldıkları haksızlıklar ve muhataplarının İslam ülkeleri olması, onları İslam düşmanlarının hile ve oyunlarına açık hale getirmektedir. Bu oyunların tutmaması için başta Türkiye olmak üzere Kürtlerin muhatabı olan ülkelerin durumun farkına varması ve her tür haksızlık durumu ve algısını gidermesi şarttır ki İslam düşmanlarının oyunları tutmasın.
İsrail, İslam’a ve Müslümanlara düşman Siyonist bir ideoloji üzerine inşa olmuş bir devlettir. Bu devletin ideolojisine göre kendileri dışında tüm insanlık onlara hizmet etmek için yaratılmıştır. Özellikle Müslümanlar onların inancında Yahudiliğin bir numaralı düşmanıdır. Dolayısıyla onların bir Müslüman topluma dost olması düşünülemez, onlar ancak bir fayda ummaları durumunda konjonktürel olarak dost gibi görünürler ama günü geldiğinde, istediklerini elde ettiklerinde gerçek yüzleri olan sinsi düşmanlıklarını açığa vururlar.
Bir yıldan uzun bir süredir Gazze’de ve iki ayı aşkın bir süredir de Lübnan’da şahit olduğumuz soykırım ve cinayet kampanyasını hiç şüphesiz İsrail, Kürtleri de yanına alarak önce Suriye, oradan da Türkiye ve İran’a taşımak için can atıyor. Bundan şüphe duyan tarihten, coğrafyadan, dinler tarihinden habersiz saf kişiler veya art niyetli objektif/sübjektif ajanlardır. Eğer özellikle Türkiye hem ülke içinde hem de Suriye’de bu tuzağı görüp zaten uzun zamandır yapılması gerekeni yapmaktan geri durursa, tereddüt eder, kendi korku ve travmalarının kurbanı olarak kalırsa o zaman bölgeyi kasıp kavuracak ve Müslümanın Müslüman kanı dökeceği ve sonuçta İsrail ve Siyonist ağababalarının elini ovuşturacağı bir bölgesel savaş kapımızdadır.
Bu savaştan kaçınmak ve savaşlar yerine barış ve esenlikle birlikte büyümek için atılması gereken adım “kendi için istediğini kardeşi için de isteme” düsturunu esas alıp ona göre devlet düzeyinde adım atmaktır.
Suriye iç savaşı başlamadan önce Türkiye, Suriye ile Gaziantep’te ve Halep’te ortak bakanlar kurulu toplantıları yapıyor, Türkiye ve Suriye vatandaşları kimlikle seyahat edebiliyorlardı. Özellikle Suriye’ye komşu illerde ekonomi çok canlanmış ve değişik illerden Suriye’ye ve Suriye’den de Türkiye’ye yoğun turistik seyahatler yapılıyordu. Türkiye-Suriye-Lübnan ve Ürdün’ün dahil olacağı bir gümrük birliği ve vizesiz seyahat programı konuşuluyordu. Şimdi aradan geçen 14 yıldan ve kaybedilen bunca can, enerji ve güvenden sonra bunları tekrar başarmak kolay değil elbette ama bu sefer Kürtleri de diğer halklarla birlikte kimlikleriyle beraber eşit bir şekilde bu birlikteliğe katma imkânı da varken ‘zararın neresinden dönülse kârdır’.
Kaynak: haberfikir.com
FACEBOOK YORUMLAR