Kadir BÜYÜKKAYA

Kadir BÜYÜKKAYA

[email protected]

AMCAM MUSTAFA-3

15 Aralık 2012 - 19:17

AMCAM MUSTAFA





3.BÖLÜM……..









Amcam Mustafa, dağ-bayır yeşeren binbir çeşit florayıtanımakla kalmaz, O, aynı zamanda bölgede yaşayan irili ufaklı ne kadar canlı türü varsa, onların da isimlerini bilirdi. Sürüngenler, memelilerler, kuşlar sülalesinden, böcek familyasına kadar, önemli önemsiz ne kadar canlı mahlukat varsa, hepsi O’nun dağarcığında kayıtlıydı. Hayvanlar alemine ilişkin bu derin bilgisi, diplomalıaraştırmacılara kaynak teşkil edecek kadar derin ve kapsamlıdır. O’nun yaşamı boyunca gördüğü ve sık sık söz ettiği birçok canlı türünden maalesef şimdi eser kalmamıştır. Amcamın anlatıklarına bakılırsa, çocukluğunda ve gençliğinde Karahan bölgesinde birçok ilginç canlıtürüne rastlanırmış. Anlatımlarına göre; çok değil, yetmiş-seksen yıl kadar önce köyün etrafında bulunan Ormanlık alanlarda “SIMORE, KUZE, SIXÜR, KÜRBEŞIK, YABAN KEDİLERİ, KEFTAR, YABAN DOMUZU, GORMIŞKAN, SU KÖPEKLERİ ve daha bir sürü yaban hayvanı yaşıyormuş. Bu gün elli yaşının altında olan bölge insanının hiç görmediği ve belki de duymadığı bu hayvanlar hakkında Amcamdan bir sürü hikaye dinlemek halen mümkündür. Bir defasında; yıllarca önce köpekler tarafindan kovalanan bir “KEFTAR”ı köy ortasında kendi elleriyle nasıl öldürdüğünü bizzat bana anlatmıştı. Kurda benzeyen ve kadife gibi uzun parlak tüyleri olan keftarın daha çok Karahan’ın doğusunda bulunan kayalıklarda görüldüğüne dair söylentiler halen dilden dile dolaşıyor. Söylendiğine göre; eskiden bölgede yaşayan “SİXÜR” yada “SIXÜRÜK”denilen canlı türü, “Kirpi”den birkaç boy daha büyük bir hayvanmış. Issız yerlerde yaşayan bu hayvan insanlarla karşıkarşıya geldiğinde, kendisine hasım gördüğü insanlardan ve diğer canlılardan korunmak için sırtındaki uzun ve keskin dikenleri, bir ok gibi sağa-sola fırlatırmış. Amcam Mustafa, bu ilginç hayvanla olan ilk karşılaşmasınıanlatırken yıllar önce yaşadığı heyecanı her defasında yeniden yaşıyor. “GORMIŞKAN” denen bir canlı türü daha varmışki, ismi bile insana ürküntü veriyor. Gormışkan mezar faresi anlamına geliyor. Bu tür, mezardaki insan cesetlerine musallat olmakla tanınıyormuş. İnsan eti ile beslenen bu sevimsiz yaratık, o dönemlerde yaşayan insanları dehşete düşürüyormuş. “Kaplan”ın birkaç beden küçüğü olan “KÜRBEŞIK” daha çok kümes hayvanlarına dadanmakla tanınan bir hayvanmış. Köyün Kuzey-batısında bulunan bir bölge, halen bu hayvan’ın ismiyle anılmaktadır. Zamanında bu bölgede çobanlar tarafından bir kurbeşık öldürüldüğünden bu bölgeye bu hayvanın ismi verilmiştir. “YABAN KEDiSi” , “kurbeşık”in bir boy küçüğüymüş. O da tıpkı kurbeşık gibi kümes hayvanlarıyla besleniyormuş. Bölgede bolca bulunan “KUZE” ve “SIMORE”ler çok değerli kürkleri için avlanıyorlarmış.



Kuşlardan “BUM, QITIK, KOTER, ZERIK, DIMHELEBI, DELUCE, IBLA, DIK SULEYMAN” ve daha nice kanatlı zamanla ya kısmen ya da tamamen yok olmuşlar. En azından günümüzde Karahan bölgesinde bu kuşlara ne yazık ki artık rastlanılmıyor. Amcamdan ve yaşlı başka akrabalardan duyduğum kadarıyla bir zamanlar Karahan bölgesine yaşayan ve bugün artık kendisine rastlanılmayan bir başka canlı türü daha vardı ki, bunu ayrı bir konu başlığı altında ele almak gerekir. “SU KOPEKLERI!”



İsminden de anlaşılacağı gibi bu canlı suda yaşıyormuş. Bu hayvan, daha çok köyün Güney-batısında Kanlı Göl’de rastlanıyormuş. Bir rivayete göre, Kanlı Göl ismini birazda bu canlıdan alıyormuş.



Anlatımlara göre bu gölün kıyısında bulunan kayalığın altında irili-ufaklı mağaralar varmış. Yaşamlarını bu oyuklarda geçiren su köpekleri; zaman zaman bu gölün sularında yüzüyor ve beslenmek için de geceleri gölden dışarı çıkıp, göl çevresinde bulunan tarlalarda avlanırlarmış, av aramak için dolaşan bu hayvanları gören bir sürü insan var. Hatta bir defasında; göle yakın bir yerde çadırlarını kuran bir gurup göçebe Türkmen, bu su köpeklerinden birisini öldürmüş ve insanlar ilk kez bu canlının varlığına yakından tanıklık etmişlerdir. Görenler öldürülen bu hayvanı ayakları kısa bir balığa benzetmişler. Bu benzetme ise akıllara, fok balığını veya sazlıklarda yaşayan kunduzu getiriyor. Bu gün Kanlı Göl olarak anılan bu gölün ismini bu gölün içinde veya çevresinde öldürülen hayvanlardan aldığına inananlardanım.



Birçok canlının yok olmasına aldırış etmeyen Mustafa Amcam ve yaşıtları, hayatta kalmayı başaran hayvanlarla uğraşmayı hiçbir zaman elden bırakmamışlar. Ama özelikle Amcam babadan-dededen devraldığı avlanma yöntemlerini daha da zenginleştirerek bu savunmasız hayvanların canına okumaya devam etmişlerdir. Amcam, avlanma konusundaki becerisini o kadar ilerletmiş ki, birbirine karışan bir sürü hayvan izinden hareketle çevrede hangi hayvanların dolaştığını, hangi izin, hangi hayvana ait olduğunu, hiç bir yanılgıya mahal bırakmayacak şekilde, anında tespit eder ve gerekli müdahaleyi hemen yapardı. Örneğin; avlamak için izini sürdüğü bir tavşanın boş yatağınıelleriyle yoklayarak, tavşanın yatağından ne zaman ayrıldığını toprağın ısısından, hemen anlardı. Bununla kalmaz, tavşanın bölgeden ne kadar uzaklaşmış olabileceğini, hangi yöne doğru gittiğini, derin tecrübesiyle aşağı-yukarı tahmin eder. Yürüttüğü dikkatli takip sonucu tavşanı tahmin ettiği bir noktada uyur halde bulur ve bir kaya kovuğunda onu gafil avlardı.



Amcamın; insanı hayretlere düşüren derecede güçlü bir hafızası vardır. Yetmiş yıl önce yaşanan sıradan herhangi bir olaydan bahsederken, bilmeyenler onun iki gün önce meydana gelmiş bir meseleden söz ettiğini sanır. Geçmişte yaşanan hadiseleri anlatırken herşeyi o kadar ince ve o kadar ayrıntılı bir şekilde anlatır ki dinliyenler şaşkınlıktan nerede ise küçük dillerini yutarlar. Olayları anlatırken ayrıntılara o kadar önem verir ki onun bir meseleyi sonuna kadar anlatığına kimseler tanık olmamıştır. O’nun anlattığı meseleler zaman darlığından dolayı hep yarıda kalmıştır.



Olay ve meselelerin anlatımında kullandığı dilin akıcılığı ve yaptığıtasvirlerın derinliği o kadar etkileyicidir ki dinleyiciler adeta O’nunla zevklı bir yolculuğa çıkarlar. Elli yıl önce Siverek’ten Diyarbakır’a giderken Karabahçe köyünde verdiği bir mola sırasında hayvanlarına ne tür yem verdiğini, birlikte yemek yediği yol arkadaşlarının kimler olduğunu, sağında solunda kimin oturduğunu ve neler konuştuklarını, saat kaçta mola verdiklerini, saat kaçta Diyarbakır’a hareket ettiklerini, yolda nelerle karşılaştıklarını, hiçbir ayrıntıyıgözden kaçırmadan bir bir hatırlar ve bütün bunları usta bir anlatımla insanlara aktarır.



Amcamın tabiata karşı bitmek-tükenmek bilmeyen büyük bir tutkusu vardır. Yıllar önce herkesin tabiata saldırdığı bir dönemde o köyde evine yakın bir yerde etrafını taşlarla çevirdiği bir tarlayı bağ-bostana çevirmişti. Yoğun bir emek ve inatla oluşturulan bu küçük bahçede yok, yoktu. Başta Çermik olmak üzere; bölgenın birçok yerinden, yakın dostlarından, temin ettiği çeşit-çeşit ağaç fidelerini büyük bir özenle bahçesine dikerek köyde bir ilkin altına imza atmıştı. Ağaçları dikerken hangi ağacın nerden , hangi dostundan geldiğini ve ne zaman ekildiğini gün ve saatiyle birlikte mutlaka günlüğüne not ederdi. Bahçesininin şurasına burasına ektiği badem, ceviz, elma, armut, erik, incir ve üzüm asmalarının arasına ve özellikle de duvar diplerine diktiği birkac gül fidanı O’nun bahçesine ayrı bir güzellik katardı. Bağ-bostan zamanı geldiğinde yetiştirdiği çıtır salatalıklar, kan kırmızısıdomatesler, bal damlayan kavunlar, bıçak ucu gördüğünde kendiliğinden dağılan karpuzlar ve daha birçok meyve çeşidi olgunlaştığında, köyde yaşayanlar bayram ederdi.



Karahan köyünde yaşayan akrabalarımızın çoğu kavak ağacı ile belki de ilk kez Amcam sayesinde tanıştılar. Köyün önünden geçen, kış aylarında kabaran ve geçit vermeyen, yaz aylarında ise tamamıyla kuruyan Karahan Çayı’nın hemen ötesinde Amcamın büyük bir bağı vardı. Bu bağın bir köşesinde bir arada bulunan ve birçok kökten oluşan bir incir ağacı kümesi vardı. Bu incir ağaçlarının altında zamanında kazılmış küçük bir su kuyusu bulunurdu. Üç-dört metre derinliğinde olan bu kuyunun önüne Amcam betondan bir havuz yapmıştı. Havuzun hemen ilerisinde ise on-onbeş kök kavak ağacı ekmişti. Kuyudan kanallarla çekilen su, öndeki havuza doldurulurdu. Havuzda toplanan sudan yararlanarak bağın ön kısmında sebze zerzevat çesitleri yetiştiriyordu. Sebzeleri sulamak için havuzun ön tarafında bulunan küçük delik açıldığında sular sebzelerin bulunduğu alana doğru akmaya başladığında güzargah üzerinde bulunan kavak ağaçları kendiliğinden sulanmış oluyordu. Köyde Amcam dışında, başkaları sebze yetiştirme işi ile ilgilenmediği için, bahçesinde sebzeler olgunlaşmaya başlar başlamaz köylüler aç kurtlar gibi amcamın binbir emekle yetiştirdiği bahçesine saldırırlardı. Kendisi sofrasında domates, salatalık görmeden köylüler bahçeyi silip süpürürlerdi. Bu toprak adamının bahçesine gizliden girenlerin hemen hemen hepsi yakın akrabası idi. Bahçedeki sebzelerin canına okuyan bu emek düşmanı akrabalar içerisinde O’nun torunları, yeğenleri ve köyde evli olan kızları da vardı.



Amcamın tek tesellisi sebze sayesinde yeterince sulanan ve günden güne boy atan o güzelim kavak ağaçlarının köye kazandırdığı görünüm olurdu. Yüksekliği on metreye ulaşan, geniş yapraklıbu yemyeşil kavak ağaçları köyden seyredildiğinde insanın yüreğine ferahlık dolardı. Bu sulak olan bahçenin üst tarafında çeşit çeşit üzüm asmaları vardı. Zamanı geldiğinde bu asmalardan sepetler dolusu üzüm toplanırdı. Siverek’ten Çermik’e, Harran’dan Adıyaman’a kadar geniş bir bölgede yetişen üzüm çeşidinin bütün türlerini bu bağda bulmak mümkündü. Bağda on-onbeş üzüm çeşidi yetişirdi. TAHMNEBİ ve KIZILVANKİ en meşhur olanları idi. Üzüm çeşitleri arasında en erken olgunlaşan üzüm çeşidi tahmnebi idi. Ondan sonra kızılvanki gelirdi. Ondan sonra sırasıyla SIMORE, ŞARABİ, AXBANKİ, LUWEK, SERPENEQIRAN, WELEK, XATUNİ ve en sonunda ŞİRE üzümü olgunlaşırdı. Aynı bağda yetişen ve şekil olarak armuda benzeyen sarı incirlerin tadına doyum olmazdı.



Amcam yörenin temel geçim kaynağı olan hayvancılık konusunda da derin bilgisi olan birisi idi. Kapısında bulundurduğu her hayvanın dilinden adeta anlardı. Dört kardeşarasında hayvan besiciliği konusunda Babasi Halil-i Nofel’den sonra gelirdi. O’nun denetim ve gözetiminde dağ-bayır otlanan koyun-kuzular zamanı gelip mazata sürüldüğünde herkesin malından en azından birkaç lira daha pahalıya satılırdı. Çünkü O, hangi malın nerde ve nasıl otlatılacağını çok iyi biliyordu. Onun kontrolü altında kırlara salınan hayvanların bütün yaşamıkurulmuş saat misali adeta bir düzene -programa-bağlanmış olurdu. Bu program yaz-kış demeden hiçbir aksamaya meydan verilmeden milimi-milimine uygulanırdı. Hayvanlar suya saat kaçta indirilecek, su molasıne kadar sürecek, moladan sonra hayvanlar hangi bölgeye sürülecek, gecenin hangi saatinde hayvanlar dinlenmeye çekilecek, bu dinlenme süresi ne kadar devam edecek, gecenin ilerliyen saatlerinde hayvanlar ne zaman ve kaç saatliğine “ŞEVİN” edilecek, şevin sonrası hayvanlar hangi mevkide toplanacak, güneşin doğmasına az bir zaman kala hayvanlar hangi yokuştan çıkacak, hangi inişten inecek ve kuşluk vakti hangi yoldan suya indirilecek bütün bunlar değişmez bir program dahilinde adım adım uygulanırdı.



Kuşluk vakti suya indirilen hayvanlar öğle sıcağıbastırmadan “FEZ” dediğimiz -taslik bir alana doğru dinlenmeye çekildiğinde- Amcam kendine has bir yöntemle hayvanları birer-ikişer sayarak sürüde eksiklik olup olmadığını tespit ederdi. Sağılmak üzere feze doğru ilerliyen hayvanların hareketleri köyden kadınlar tarafından izlenirdi. Hayvanlar feze varmadan berivan kadınlar köyden yola çıkardı. Ellerinde bakırdan yapılma süt bakraçları, sırtlarında koyun postundan yapılmış süt tuluklarıyla, koyunların sağılacağı alana doğru hızlı adımlarla yürüyen berivan kadınlar, geç kalmamak için nefes-nefese kalır, sonunda varılacak yere varırlardı.



Amcam kendisine getirilen günlük yemek çıkınını bir kenara bırakarak süt sağmaya gelen kadınlara yardımcı olmak için kolları sıvardı.Süt sağma konusunda hergün tekrarlanan bu uygulamaya alışık olan koyunlar Amcamın bir ıslığı ile sağılmak üzere hemen sıraya girerdi.



Deneyimli berivanlar bütün hünerlerini ortaya koyarak kaşla göz arasında koyunların memelerinde biriken sütü son damlasına kadar kovalara indirirlerdi. Berivanlar işlerini görürken O, bütün dikkatını sağılan sütün miktarına odaklardı. Hangi koyun ne kadar süt verdi, sütün toplamı bir önceki güne göre az mı? Fazla mı? Bütün bunlar O’nun dikkatinden kaçmazdı. Süt miktarında herhangi bir azalma görüldüğünde hemen kafasında neden ve sebeble konusunda binbir düşünce uçuşurdu. Hayvanları iyi otlatığından şüphesi olmadığından sütün eksik çıkmasını kadınların ihmaline yorumlar ve dolayısıyla berivanlara bağırıp çağırırdı. Amcama göre berivan kadınlar köyde kendilerini bekleyen bir yığın işi düşündüklerinden sağma işini baştan savma yapmış ve bu yüzdenden süt miktarında azalma olmuştu. Süt miktarıbeklenenin üzerinde olduğunda yüzünde gözle görülür bir memnuniyet ifadesi belirir ve bu memnuniyetini çevresiyle paylaşmak için berivanları öven konuşmalar yapardı. Berivanlar süt sağma işini tamamlayıp sırtlarında süt tulukları,ellerinde süt bakraçlarıyla köye yöneldiklerinde O, kendisine getirilen azığını yemek için taşlardan örülmüş bir gölgeliğe otururdu. Evden getirilen azığın üstüne yeni sağılmış bir tas koyun sütünü midesine boca eder, zaman kaybetmeden yerinden kalkar ve hayvanlar arasında dolaşarak sorunlu hayvanlarla ilgilenirdi. Öksürük, yürüme sorunu veya daha başka sorunu olan hayvanlar bir bir kontrolünden geçer, hayvanlarda görülecek rahatsızlıklar için yanında mutlaka birkaç tür ilaç bulundururdu. Bu ilaçların bazılarınıdoğadan topladığı otlardan bizzat kendisi yapıyordu. Yürüme sorunu olan hayvanların tırnaklarına sürülmek üzere katrana benzer bir sıvı şişesi devamlı heybesinde hazır bulunurdu. Tırnaklarıçürüyen ve zaman zaman kurtlanan sorunlu hayvanların ayaklarına tuz ruhu ile birlikte bu katrandan sürürerek tedavi etmeye çalışırdı.



Amcamın hayvan rahatsızlıkları konusunda üniversite okumuş bir veteriner kadar bilgisi vardı. Hatta bazı durumlarda onlardan çok daha fazla şeyler bildiğini rahatlıklasöyleyebilirim. Mesela; çift sürmedeki becerileri, güç ve kuvveti arttırsın diye iğdiş edilmesi gereken sürme gözlü babayiğit tosunlar Amcamın hünerli ellerinde küçük bir ameliyatla yarım saat içinde birer zavallı öküze dönüşürdü. Bir-iki köylünün yardımı ile -ki bunlara asistan demek daha doğru olur- ayaklar bağlanarak yumurtalıkları alınan fukara tosunlar öküze dönüştürülerek adeta hayatları karartılırdı. O’nun neşteri altında erkekliklerinden olan hayvanların kimsenin yüzüne bakacak halleri kalmadığı için hayatlarının geri kalan kısmınıçift sürmek ve harman dövmekle geçirirlerdi. Bu uygulama diğer hayvanlar içinde geçerlı idi. İki yaşına basan erkek kuzular, baştan çıkmış azgın aygırlar, dağ-bayır hovardalık yapmasın ve etlensin diye O’nun maharetli ellerine teslim edilirdi, pençesine düşen bu hayvanlar birkaç dakkika içinde iğdiş edilerek sahip oldukları en değerli varlıklarıellerinden alınmış olurdu. Mevsimi geldiğinde dörtyüz-beşyüz kuzudan oluşan kalabalık bir sürüyü birkaç gün içinde tek başına iğdiş ederek bu konuda ne kadar meharet sahibi olduğunu, ne kadar ustalaştığını herkese gösterirdi. Amcamın altına imza attığı bu pek insani olmayan uygulamanın vicdani boyutunu bir tarafa bırakırsak, hukuki açıdan ve hayvanlarıkoruma cemiyetleri nezdinde insani açıdan suçlu duruma düşüp düşmediğini oldum olası hep merak etmişimdir.



Amcamın, özellikle sığırların boyunlarında çıkan ve kökü çok derinde olan, erken müdahale edilmemesi durumunda hayvanı boğulma tahlikesiyle yüz yüze getiren, köylülerin “XOZEK”dedikleri bir tür ura karşı geliştirdiği bir ameliyat şekli vardı ki dillere destandı. Hayvan sahiplerinın korkulu rüyası olan bu kötü huylu çıbanları çıkarma ameliyatlarını gerçekleştirirken gösterdiği ustalığı ve cerrahi becerisini görmeden bu konuda söz söylemek boş ve beyhude bir çabadan ibaret olur. Yaptığı bu ameliyatları seyretmeyi göze almak için insanın mangal gibi bir yüreğe sahip olması gerekir. Amcamın severek gerçekleştirdiği bu cerrahi müdahaleyi bir köşeden seyretmeye yürek dayanmazdı. İnek, öküz ve tosun gibi büyükbaş hayvanların boyun kısmında oluşan ve her birisi bir yumruk büyüklüğünde olan bu urları almak başlı başına birer ameliyatı. Ayakları bağlanan hayvanlar ameliyata hazırlandığında O, ağaçtan yapılma bir çubuğun ucuna monte ettiği keskin jileti usta bir vuruşla hastalıklı bölgeye atardı. küçük bir topu andıran ur yarılır ve içinden yumruk büyüklüğünde kırmızı bir et parçası dışarı fırlardı. Bu ur belasının derinliklerde bulunan ve ahtapotun kollarını andıran damar-damar olan kökleri jiletle bir-bir kesilirdi. Ortaya çıkan çukurumsu boşluk önce ateşe tutulan kızgın bir demir şiş ile iyice dağlanır ve sonra da tuz–yoğurt karışımı bir sıvı ile iyice yıkardı. Acıdan kıvranan hayvancağızın gözlerinden sicim gibi yaşlar akardı. Amcamın ellerinde başarılı bir operasyon geçiren hayvan birkaç gün süren düzenli bir tedaviden sonra tamamen iyileşerek kendine gelir ve boynunda taşıdığı beladan tamamen kurtulmuşolurdu.





Devam edecek……..





Kadir Büyükkaya \ Hollanda





[email protected]

Bu yazı 2408 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum