Kadir BÜYÜKKAYA

Kadir BÜYÜKKAYA

[email protected]

EKREM KARAHAN İLE BİR YOLCULUK HİKAYESİ-3

29 Ağustos 2013 - 22:58

EKREM KARAHAN İLE BİR YOLCULUK HİKAYESİ 3. BÖLÜM


 


 


 


Sonrasında olacaklar belli emmioğlu. Hollandalılar'dan oluşan bir ekip ile birlikte Karahan'a gelip "ya Allah" diyerek ilk kepçeyi taş yığınlarının içine daldırıyoruz. Damperli araçlara doldurulan tonlarca taş daha sonra ayrı bir projede kullanılmak üzere köyün doğusundan geçen Çat Gölü'nün yukarısında bir yere yığılıyor. Hollanda’lıların karşı çıkmasına rağmen, çalışmalar kazasız belasız yürüsün diye köylülerin temin ettiği kınalı bir koç, tekbirler arasında kurban ediliyor. Karahan ve çevre köylerden işe alınan işçiler canla başla çalışmaya koyuluyorlar. Kendilerini ispatlamak isteyen işçilerin kazma-kürek sapına nasıl kene gibi yapıştıklarına tanık olunca gözlerim yaşarıyor. Köylülerin gösterdikleri o olağanüstü gayretler karşısında duygulanıp "köylü milletin efendisidir" sözünün ne kadar doğru olduğuna birkez daha inanıyorum. Bütün bunlara tanık olunca böyle bir işe el attığım için içime büyük bir huzur doluyor ve kendimle gururlanıyorum. Demek ki; olmayacak şey yoktur. İnsanlar önayak olunca demek ki; bazı şeyler oluyormuş. Demek ki; arka çıkınca köylümüz elinden geleni yapıyormuş. Sen elle tutulur, gözle görülür birşey yaparsan demek ki; insanlarımız arı gibi çalışabiliyormuş. Ama sen bunları yapmayınca, insanımız şöyledir, böyledir dersen, o zaman tabii ki toplum hep yerinde sayacaktır. Fakat sen ileriyi gören birisi olarak görevini yaparsan, elbette ki; insanlarımız da üzerine düşeni fazlasıyla yerine getirecektir. Ama biz, biz şimdiye kadar ne yapmışız? Şimdiye kadar ne yazık ki; insanlarımıza sadece laf ve umut dağıtmışız. İnsanlarımız ne yer, ne içer bu sorununa hiç ilgi duymamışız. Böyle olunca da insanlarımız oldukları yerde hiçbir şeye yaramadan, kendi kendilerine zaman öldürmüşler, diyorum.


 


Ekrem Apo’nun gözleri parlıyor. Bana dönerek; "Kadir Apo Allah'ıma sen meseleyi damarından yakalamışsın. Ben de aynen senin gibi düşünüyorum. Demek ki; aklın yolu birdir. Bu sözü söyleyen doğru söylemiştir. Sen insanımıza güzel sözler sarfedeceğine, biraz da ekonomik sorunlarına eğil, bak bakalım o zaman insanlarımız arkandan yürür mü, yürümez mi? Biz insanlarımıza çıkarlarını gösterme becerisini gösterebilirsek, inan ki; insanımız üzerine düşeni yerine getirmeye hazırdır. Yeter ki biz şimdiye kadar yaptıklarımızdan biraz farklı hareket ederek insanlarımızın biraz da mideleriyle ilgilenelim" diyor.


 


Ekrem Apo’nun teori kokan bu güzel sözlerini başka kelimelerle destekleyerek konuşmaya devam diyorum. "Evet Apo, çok haklısın. İnsanlarımızın önünü açmak gerekir. Yeter ki; insanlarımız ne kazanacağını bilsin. İnsanlarımıza kazanç kapısı gösterildiğinde nasıl hareket edeceklerini çok iyi bilirler. Yeter ki neler kazanabileceklerini görsünler" diyorum.


 


İnsanımızın yüce erdemlerini göklere çıkarmak için, ezberimizde olan en güzel sözleri ardarda sıralayarak halka olan vefa borcumuzu yerine getirmeye çalışıyoruz. Kabul etmem gerekir ki; Ekrem Apo bu konuda benden çok daha güzel sözler sarfediyor. Halkımızı övme işini bir tarafa bırakıp, tekrar konuya dönüyorum ve Ekrem Abiye:


- Evet Abim, köyün karşısında bulunan ve yıllarca kaderine terk edilen o geniş araziyi inşaat alanına çeviriyoruz. İş makineleri harıl harıl çalışıyor. Çok geçmeden taşlardan arındırılmış altın değerinde pırıl pırıl bir arazi parçası ortaya çıkıyor. Bu arada çalışmalarla ilgili Hollanda'ya sürekli bilgi veriyoruz. Köyde bulunan Hollanda’lı ekip, denetimlerinde çalışan köylülerle o kadar iyi anlaşıyorlar ki dilimizi bile öğrenmeye başlıyorlar. Kısacası herkes halinden memnun. Böyle olduğu içinde çalışmalar tahmin edilenden daha iyi yürüyor.


 


Derken fidan ekimine başlanılıyor. Yapılan toprak analizlerine uyum sağlayacak sağlıklı fidanlar kamyonlarla araziye taşınıyor. Önce kirazlar, sonra da sırasıyla diğer meyve fidanları toprağa ekiliyor. Hollanda'dan getirilen kazıcılar toprağın karnını yarıp içine fidanları yerleştiriyor. Aynı hizada sıra sıra dikilen fidanların oluşturduğu güzel manzara çok uzaklardan bile görünüyor. Köylüler ağaçların yeşermesi durumunda çevreye kazandıracağı güzellikleri düşününce sevinçten gözleri gülüyor. Hollanda devletinin sunduğu destekle Karahan köyü’nde muhteşem bir meyve bahçesi kurulduğunu duyanlar uzak yerlerden köyü görmeye geliyorlar. Gazeteler bu projeden bahsediyor. Televizyonlarda proje ile ilgili programlar yapılıyor. Öyle ki köyde uygulanan bu projenin ihtişamı Siverek ile sınırlı kalmıyor, Diyarbakır ve Urfa’da bile konuşuluyor.


 


Anlattıklarım Ekrem Abiyi tepeden tırnağa sarıp sarmalıyor. Söylediklerim kendisini o kadar heyecanlandırıyor ki; bir ara bana dönerek; "yahu Kadir Apo, şimdi adamlar konferans verirken sen kendi kendine oturup bunları mı düşündün?" diye soruyor. Ben de kendisine; "aynen öyle Apo. Adamlar örnek projelerle ilgili konudan konuya atlarken, ben kafamda oluşturduğum Karahan Projesi ile kendi dünyamda turlayıp duruyordum" diyorum. Ekrem Abi tatlı tatlı gülerek bana; "vallah helal olsun Apo, yurt, insan ve memleket sevgisi dediğin böyle olmalı" derken, ben de kendisine; "hele dur Apo anlatacaklarım bitmedi daha "diyorum. O da bana; "iyi, tamam Apo seni dinliyorum, sen devam et" diyor. Ben de tekrar konuya geçerek kendisine:


 


- Evet Apo, ağaç dediğin suyla beslenecek. Bunu bildiğim için bu konuda yapılacak olan çalışmaları çok önceden belirlemiştik. Su meselesini hal etmek için köyün doğusundan geçen, yazları kuruyan, kış aylarında kabaran Çat Gölü’nün en uygun noktasına taşlardan kalın bir duvar çekiyoruz. Araziden temizlenen taşlardan ördüğümüz bu duvar sayesinde Çat Gölü’nün arkası bir nevi baraja dönüşüyor. Kış aylarında toplanan suyu zamanı gelince motorlarla yukarılara çekerek ağaçların suya olan ihtiyacını hallediyoruz. Bakir toprak ve bol su ile buluşan meyve ağaçları, bir-iki yıl içinde hemen meyveye duruyor. İlkbaharla birlikte köyün karşısında cenneti aratmayacak güzellikte bir manzara oluşuyor. Çiçeğe duran ağaçların renk cümbüşü, görenleri mest ediyor. Kiraz ağaçlarının kırmızı çiçekleri uzaktan gelincik tarlası gibi görünüyor. Elma ağaçlarının beyaz çiçekleri Fırat'ın öte tarafında bulunan dağların karını anımsatıyor. Şeftali ve kayısı çiçekleri yoncaya kesmiş geniş bir ovayı andırıyor. Uzun lafın kısası yapraklanan ağaçların oluşturduğu renk ve desen haritası insanın aklını başından alacak kadar muhteşemdir. Çiçek deryasına dönüşen bu geniş arazi hemen bal üreticilerinin dikkatini çekiyor. Nemrut Dağı’nı ve çevresini yurt eyleyen bal üreticileri, Karahan'a gelmek için kolları sıvıyorlar. Arılardan balın en kalitelisini almak isteyen arıcılar hemen bölgeye geliyorlar. Kira karşılığı arıcılara konaklama müsaadesi verilir. Arıcılar “Cennet Balı” ismiyle ballarını piyasaya sürüp bol bol para kazanırlar. Cennet ismiyle üretilen bu değerli bal, ilaç- derman niyetine her yerde aranır duruma gelir.


 


Bilim ve teknikle ıslah edilen fidanlar üçüncü yıl meyveye duruyor. Meyveleri toplamak ve paketlemek için uzak bölgelerden işçiler getirilir. Kurulan küçük bir ambalaj atölyesinde paketlenen meyveler kamyonlarla Urfa Havaalanı’na, oradan da direkt Hollanda'ya uçurulur. Organik kalitesiyle üretilen meyveler, yapılan anlaşma gereği Hollanda pazarında alıcıların hizmetine sunulur. Doğal koşullarda üretilen meyvenin değerini bilen Hollandalılar, Kürt diyarından gelen bu meyveleri kapış kapış tüketirler, diyorum.


 


Birkaç yıl önce Hollanda'nın Den Bosch Şehri’nde yapılan bir konferans esnasında kafamda tasarladığım ve hayalini kurduğum bu projeyi bütün ayrıntılarıyla öylesine heyecanlı anlatıyorum ki; Ekrem Abi kendisini tamamıyla anlattıklarıma vererek nereye varacağımı kestirmeye çalışıyor. Projenin neticesini merak eden Ekrem Apo bana dönerek; "eee Apo, sonra, sonra ne yaptın?" diyor. Ben de kendisine "birşey olduğu yoktu Apo. Ben sadece bir hayal kurdum. Konferansa mola verildiğinde kurduğum hayaller tuz-buz olup dağıldı" diyorum. Kurduğum hayalin, hayalin ötesine geçmemesi Ekrem Apoyu üzüyor. Üzgün bir yüz ifadesiyle bana bakarak; "yahu Kadir Apo, senin hayal olarak gördüğün bu projenin hayata geçirilmemesi için bir neden yok ki. Kaldı ki; çok önemli işler, genelikle bir hayal ile başlamıyor mu? İnsanoğlu hayal kurmadan hangi başarının altına imza atmıştır? Önce hayal kurmakla başlayacaksın işe. Ondan sonra da herşey gerçeğe dönüşür. Sen her şeyi en iyi şekilde kafanda tasarlamışsın. İnsan yüzde yüz gerçekleşme şansı olan böyle bir projeyi uygulamaktan vazgeçer mi? Yani senin bu yaptığına ne demek gerekir? Sen bu projeyi bize getirseydin, biz bunun Türkiye ayağını oluşturur ve projeyi daha da detaylandırabilirdik. Mesela işin içine çok daha farklı şeyler de katabilirdik. Daha önce anlattığın biçimiyle, Çorumlu vatandaş o kadar işi tek başına bir yerden bir yere getirebilirken, bizim böylesi bir projeye güç yetiremememiz hiç düşünülür mü?" diyor.


 


Ekrem Abi’nin söylediklerini çok iyimser buluyorum. Dolayısıyla kendisine "Ekrem Apo üzülerek söylemek zorundayım ki; bizler sözünü ettiğim o Çorumlu kadar şanslı değiliz. Bizim insanımızın yapısı Çorum insanına benzer mi hiç ? Çorumlu projesini oluşturup hayata geçirirken, beni bekleyen tehlikeler nelerdir” diye bir düşünceyi kafasından geçirmemiştir. Emniyet ve güvenlik konusunda bir tek düşünce kafasını meşgul etmemiştir. Oysa biz de böyle midir? Konferans salonunda kafam oluşturduğum projeji tartıp ölçerken, aklım bizim bölge insanının geri konumuna ve bu geri konumdan kaynaklanan sorunlara takıldı. İşin güven ve emniyet boyutu kara bir bulut gibi beni hep rahatsız etti. Ben projeyi aklımda evirip çevirirken, güven ve güvenlik meselesi  demoklesin kılıcı gibi başımın üstünde sallanıp durdu. Bölgemizin özeliklerinden kaynaklanan bir sürü olumsuzluk birer mavzer namlusu gibi üstüme çevrildi. Anlayacağın, Çorumlu projesini uygularken, projenin selameti için özel bir ordu kurma gereği duymamıştı. Fakat ne var ki; ben bu kapsamlı projeyi bütün boyutlarıyla kafamda tasarlarken, silahlı-külahlı bir ordu oluşturmadan bu projenin yürüyeceği konusunda kendimi bir türlü ikna edemedim" diyorum.


 


Ekrem Apo bu düşünceme şiddetle karşı çıkıyor. Önce cebinden sigara paketini çıkarıp bir sigara yakıyor. Dumandan rahatsız olmamak için arabanın camını yarıya kadar indiren Ekrem Apo, bana dönerek; "yahu emmioğlu, anlaşılan sen daha 1970'lı yıllardasın. Senin bildiğin o coğrafyada insanlarımız bu tür şeylerde hızlı bir değişime uğradılar. İnsanlarımız kendileri için neyin iyi, neyin kötü olduğunu artık yavaş yavaş anlamaya başladılar. Eskiden insanlarımız bir hiç yüzünden, hatta bir çocuk kavgası yüzünden bile birbirine silah sıkabiliyordu. Ama şimdi durumlar tamamıyla değişti. İnsanlarımız oturdukları koltuktan dünyada olup bitenleri izliyor ve bu durum insanlarımızın ufkunu açıyor. Kimse kimsenin neyi nasıl kazandığının işi ile uğraşmıyor. Yani anlayacağın insanlarımız o eski kalıpları çoktan kırmışlar" diyor.


 


Ekrem Apo’nun söyledikleri kulağa hoş gelse de beni ikna etmeye kafi gelmiyor. Böyle olsa da, konuyu daha fazla uzatmaya gerek görmüyorum. Sustuğumu gören Ekrem Apo tekrar söze girerek bana; "Kadir Apo senin sözünü ettiğin bu imkandan yararlanabilme imkanın halen var mı? Yani bu konuya tekrardan el atabilir misin? Varsa böyle bir imkan, bu meseleye tekrar el at. Ve öyle inaniyorum ki; eğer böyle bir şey yapabilirsen, benim de şahsen sunabileceğim bir sürü katkı olabilir. Bu nedenle beni dinlersen sen en iyisi bu meseleye tekrardan eğil" diyor.


 


Ekrem Apoya dönerek; "yahu Apo boşver, en iyisi rahatımızı bozmayalım. Gördüğün gibi kardeşimle birlikte çalıştırdığımız bir marketimiz var. Sabah gidip akşam evimize dönüyoruz. Bunca yıldır işin içindeyiz kimse bize nerden geldin, nereye gidiyorsun diye bir soru sormadı. Hal ve vaziyet böyle iken, neyin nasıl olacağı belli olmayan maceralara yelken açmanın bir anlamı yok. İyi kötü rızkımızı kazanıyoruz. Başımıza iş açacak işlere girişmenin ne gereği var" diyorum.


 


Ekrem Apo söylediklerime gülüyor. Bana dönerek; "yahu Apo sen bunları nasıl söylersin? Mesele ekmek parası kazanıp kazanmamanın meselesi değildir ki. Bu tür meselelerin toplumsal boyutu var. Sen bu projeyi uygulamaya koyduğunda kaç insan senin sayende ekmek yiyecek, kaç insana iş sağlayacaksın, kaç insana örnek olacaksın ve en önemlisi insanlarımız arasında birlikte iş yapma eğilimini ne kadar güçlendireceksin, bütün bunları hiç düşündün mü? Senin gözden uzak tutmaman gereken en önemli husus bu olmalıdır. Yoksa, her insanın evine götüreceği bir parça ekmeği vardır" diyor.


 


Ekrem Apo’nun söylediklerinde elbette ki birçok gerçeklik vardı. Yaptığın güzel şeylerle insanlara yararlı olmak kadar, güzel ve değerli birşey olabilir miydi? Toplumsal değişim ve ilerleme adına bireylerin altına girecekleri sorumluluklar ve göze alacağı riskler tabii ki olmalıydı, ki; biz buna toplumsal fedakarlık diyorduk. Fakat gerçek bu olsa da, çok insani olan bu anlayış yüzünden birçok insanın canı yanmıştı. Bunu bilen birisi olarak aşırı derecede iyimser olmaya hakkım olmamalıydı.


 


Sohbetimize konu ettiğim bu projeyle ilgili daha fazla şeyler söylemeye gerek duymuyorum. Ne var ki Ekrem Abi’nin beni rahat bırakmaya niyeti yoktu. Konuyu kapatmaya niyetli olduğumu gören Ekrem Abi bana dönerek; "Apo Kadir, sen bu meseleye yeniden eğileceksin. Hatta bunu kesinlikle yapmalısın. Bunu yapacağına dair bana söz verirsen, memlekete döner dönmez, konu hakkında hemen bir nabız yoklaması yaparım. Sözünü ettiğin bağların sahiplerini bulur, kendileriyle bu konu üzerinde gerekli istişarelerde bulunurum. Adamlar meseleye sıcak baktıklarında sana dönerim. Ben bunları yaparken sen de bu arada ilişki içinde bulunduğun banka ve diğer devlet kurumlarıyla ilişkiye geçerek kafandaki projeyi kendilerine götürürsün. Bana kalırsa bu konuda hiç tereddüt etmene gerek yok. Sen burada yapılacak olanları hallet, gerisini bana bırak. Allah'a şükür Türkiye'de kendilerine müracaat edebileceğimiz bir sürü dost, akraba ve arkadaşımız var" diyor


 


Ekrem Apo’nun söylediği şeyler konusunda birşeyler söylemeden susuyorum. Suskunluğum Ekrem Abiyi umutlandırıyor. Bu arada mola vermek için arabamızı bir tesisin parkına çekiyoruz. Paris'e altmış beş kilometre mesafede olan bu tesiste durmayı alışkanlık haline getirmiştim. Her Paris'e gittiğimde bu tesiste mutlaka mola verirdim. Bu tesiste mola vermek bana oldum olası büyük keyif veriyordu. Arabadan indiğimizde Ekrem Apo’ya; "her neyse Apo, hele bir bakalım. Anladığım kadarıyla kafamdaki projeden söz etmekle hata ettim" diyorum. Ekrem Apo bana dönerek; "öyle şey mi olur! İyi ki anlattın, yoksa bu kadar şeyi nereden bilecektim. Dediğim gibi sen bu projenin arkasını bırakma. Sen bıraksan bile, ben seni artık öyle kolay kolay bırakmayacağım" diyor.


 


Büyük bir alana kurulan modern tesisten içeri giriyoruz. Kahvelerimizi alıp boş bulduğumuz bir masaya oturuyoruz. Oturduğumuz kafeteryanın içi insan kaynıyordu. Değişik milletten bir sürü insan ellerinde yemek ve içecek tepsileri boş masa arayışı içinde sağa sola bakınıyorlardı. Bu tesiste isimlerini unutmadığım ve unutamayacağım birçok insanla bir sürü ortak anılarım vardı. Birbirinden değerli bir sürü dost, akraba ve arkadaşla sohbetlerimiz olmuştur bu kafeteryada. Buraya ilk kez Kemal isimli Elbistan’lı bir arkadaşımla gelmiştim. Paris'e ilk defa gidiyordum. Bir temmuz gecesi sabaha karşı kahve içmek için durduğumuz bu kafeteryada, Kemal arkadaşın zorlamasıyla istemediğim halde bir parça küflü Fransız peyniri yemiştim. Bu tesise her uğradığımda aklıma düşen ilk isim değerli arkadaşım Kemal olurdu. Yıllar önce bir alacak-verecek meselesi yüzünden hayatını kaybeden Elbistan’lı arkadaşım Kemal'ın ismi benim için bu kafeterya ile özleşmişti. Bu mekana her girdiğimde aklıma gelen ilk insan Kemal olurdu.


 


Mola verdiğimiz bu tesiste, şu az ileride duran masalarda kimlerle oturmadık ki? Kahvelerimizi yudumlarken Ekrem Abiye "bak emmioğlu, 1990 başlarında bizim Ali İhsan Abi ile birlikte tam şu köşede duran masaya oturup kahve içtik. 1995 yılının Ekim ayında Fethi Gümüş, Mustafa Özer ve Hamit Geylani Abilerimizle o köşede oturduk. Cemile Yenge ile az ileride şu iki bayanın oturduğu masada oturduk" diyorum. Bunları söyleyince Ekrem Apo; "öyle ya onlar da buralara gelmişti değil mi?" diyor. İsimlerini saydığım bu abilerle geçirdiğim günlerden kalma anılar hafızamda canlanıyor. O günlerden kalma bir kaç anımı Ekrem Apo ile paylaşmadan edemiyorum. Ali İhsan Abinin Paris'te mülteci olarak yaşayan yakın dostu Avukat Ahmet Karlı ile olan hüzünlü buluşmasından söz ediyorum. Mustafa Özer, Fethi Gümüş ve Hamit Geylani ile birlikte Yılmaz Güney'in mezarını ziyaret ettiğimizde mezarlıkta yaşanan ve Necmettin Abinin konu edildiği ilginç bir tartışmadan söz ediyorum. Sonra Cemile Yenge’nin Kendal Nezan tarafından bir Ermeni restorantına özel olarak davet edilişini, bu davet sırasında Necmettin Abi sayesinde gördüğümüz ilgi ve alakadan söz ediyorum. Kendal Nezan'dan söz edince Ekrem Apo bana; "Emmioğlu zaman ve imkan olursa ben de Kendal ile tanışmak isterim" diyor. Ben de kendisine; "tabii Apo neden olmasın. Paris'te ise mutlaka görüşürüz. Paris'e gelip de, Kürt Enstitüsü'nü görmemek olur mu?" diyorum.


 


Ekrem Apo Fransız kahvesini seviyor. Kahvesinden bir iki yudum alınca bana; "yahu Apo, Fransız kahvesi Hollanda kahvesine hiç benzemiyor. İnsan burada kahvenin tadına varıyor" diyor. Apo Ekrem'e; "çok haklısın Apo, Fransız kahvesi insanda öyle bir tiryakilik yapar ki bağlandın mı kurtulmak mümkün değildir, bu yüzden keşke içmeseydin" diyorum. Apo Ekrem espiri yaptığımı anlayınca "Yok lo ma ne olduuu" diyerek tatlı tatlı gülüyor.


 


Tekrar yola koyuluyoruz. Yol boyunca uzun uzun konuştuğumuz hayali projeleri bir tarafa bırakarak Paris'te geçireceğimiz birkaç günü konuşuyoruz. Çok geçmeden Paris sınırına dahil oluyoruz. Güneş batmaya hazırlanıyordu. Paris'in çevresinde çalışan insanlar sırtlarında günün yorgunluğuyla evlerine dönüyorlardı. Yollarda yaşanan trafik sıkışıklığı Ekrem Aponun Paris'e olan ilgisini gölgelemeye yetmiyor. Paris'i içine alan çevre yoluna girerek geceyi geçireceğimiz dostlarımızın evine doğru yol alıyoruz. Paris'in ışıkları ve uzaktan görünen Eyfel Kulesi’nin silüeti Ekrem Abiyi büyülüyor. Ekrem Abi’nin sorularına cevaplar yetiştirerek gideceğimiz yere doğru yolumuza devam ediyoruz. Gelişimizden haberdar ettiğimiz Karakoyunlu dostlarımız bizi içtenlikle karşılıyorlar. Dostlarımızın kapısında arabadan inerken Ekrem Apo bana dönerek "emmmioğlu bu gece yatağa girerken yolda sözünü ettiğin projeyi bir daha gözden geçir ha" diyor.


 


Ekrem Abi ile Paris'te dolu dolu üç gün geçiriyoruz. Paris Kürt Enstitüsü'nde Kendal Nezan ile yaptığı sohbet onu fazlasıyla memnun ediyor. Paris'in geniş caddeleri, görkemli binaları, eşsiz müzeleri ve tarihi anıtları Keko Ekrem'i içmekten beter sarhoş ediyor. Yılmaz Güney'in mezarını ziyaret ettiğimizde gençlik yıllarında Topkapı Cezaevi'nde Yılmaz Güney ile olan ilk karşılaşmasından söz ediyor. Abisi, Celal Karahan'ın cezaevi müdürlüğü sırasında Yılmaz Güney'le olan o tarihi karşılaşmasından söz ederken Ekrem Abinin duygulandığını fark ediyorum. Avukat Ahmet Karlı'nın mezarında benzer duygular yaşıyor. Onunla olan bir iki anısından söz ederken sigara üstüne sigara yaktığını fark ediyorum. Gereğinden fazla hüzünlendiğini görünce kendisine "evet maalesef öyle. Ahmet Abi buralarda tarifi çok zor durumlarla karşılaştı. 1970'lerin Kastro'su olarak bilinen Ahmet Karlı ne yazık ki; muhaceret yıllarında bu Paris'te hak etmediği durumlarla yüzyüze geldi. Ahmet Abiyi yakından tanıyanların çoğu onun kahrından çatlayarak öldüğünü söylüyor" diyorum. Ahmet Abi hakkında anlatılan ilginç meseleleri dinleyen Ekrem Apo bana dönerek; "emmioğlu bazen düşünüyorum ve diyorum ki  iyi ki Necmettin abi buralara gelmedi ve birçok insanımızın karşılaştığı bu üzücü durumlarla karşılaşmadı.Necmettin abi gibi bir insanın bu Avrupa da  benzer durumlar yüzünden kendini  bitirme ihtimalını düşününce,kendi kendime iyi ki Necmettin abi yakalandı ve iyi ki Diyarbakır zindanında direnerek şehit  oldu diyorum" diyor.


 


Üçüncü günün sonunda Paris'ten ayrılıyoruz. Yol boyu Paris'i ve Paris'te oturan dost ve arkadaşlarımızı konuşuyoruz. Yol üzeri Brüksel'e uğruyoruz. Paris'i gördükten sonra Brüksel'i görmek insanda heyecan yaratmazdı. Bunu Ekrem Abi’de de görüyorum. Ama herşeye rağmen Nato Karargahı kapısında fotoğraf çekmeyi ihmal etmiyoruz.


 


Akşam üzeri Hollanda sınırına vardığımızda Ekrem Apo bana "Evet emmioğlu Paris yolculuğumuzu tamamladık. Herşey görmeye ve yaşamaya değerdi. Ma icab edi sana teşekkür edeyim" diyor. Teşekküre gerek olmadığını söyleyince bana dönüp; "de şimdi söyle bana, kafandaki şu proje hakkında bir kez daha düşündün mü?" diye soruyor. Ekrem Abi’ye dönerek; "evet Abi  tekrar tekrar düşündüm ve ne yazık ki aldığım kararın doğru olduğuna birkez daha inandım. Sebebine gelince ,bak size anlatayım. Dün gece Pariste,dostlarımızın evinde yatağa girerken uzun süre uyuyamadım. Olmaz diye üstüne çizgi çektiğim o proje üzerinde, tekrar tekrar düşündüm. İyi niyetimi her şeyin önüne koyarak, proje konusunda başka türlü hareket edemez miydim diye kendi kendime sorular yöneltim. Ancak birkez daha gördüm ki başka türlü davranamazdım. Dün gece bu konuda kendimle hesaplaşırken, elden geldiğince meseleye iyimser yaklaşmaya çalıştım. Ne var ki; bazı konularda kendimi bir türlü ikna edemedim.İ yimser düşüncelerimin arkasından  iki adım ileriye doğru ilerlerken, toplumsal geriliklerimizden kaynaklanan katı gerçekler her defasında beni dört adım geri çekti. İyimser düşüncelerim beni Karahan Ovası’nda hayat bulacak o cennet bahçesinin güzelikleri içinde gezdirirken ve ben bunun sevinci ile mutlu olurken, iyimser düşüncelerimin arasından başını uzatan karanlık yüzlü bir takım gölgeler ellerinde baltalarla durmadan hayalerime saldırdılar. Ellerinde korkunç baltaları, omuzlarında otomatik silahlarıyla hayalimde ki bahçeye giren insan yüzlü, o korkunç  yaratıklar, eski köye yeni adet gelmesin diye o güzelim meyve ağaçlarını birer birer devirdiler. Üstlerinden cehalet akan bu zavallılara karşı kendimi koruyabilmenin tek yolu, bu bahçenin etrafına tel örgüler çekmek ve dört bir yanına eli silahli nöbetçiler dikmektir, ki; bunu da yapamazdım. Yapamazdım, çünkü benim varmak  istediğim dünya masalsı bir dünya idi. İçinde mutlu olmak istediğim bir dünyanın etrafına  tel örgüler çekmek ve çevresine kalaşnikoflu muhafızlar yerleştirmek bana göre bir iş değil.


Evet Apo Ekrem, size uzun uzadıya sözünü ettiğim bu projeyi hayata geçirmeyi göze almak için, her şeyden önce, şimdiden kendime bir mezar yeri hazırlamam gerekir, ki, bu haksızlığı kendimden önce çocuklarıma yapmaya hakkım olmadığına inaniyorum.İşte bu yüzden de o projeyi tamamıyla kafamdan silip attım" diyorum. Ekrem Apo yüzüme bakarak; "vay anasını be. Demek bizim insanımız senin gözünü bu kadar mı korkutmuş ha" diyor. "Evet Keko Ekrem malesef öyle. Yüreğimde herşeye yer açabildim. Fakat zor ve zorbalığa yer açamadım. Varsın adım korkağa çıksın" diyorum.


Bu konuşmamdan sonra ikimizde uzunca bir süre sessizliğe gömülüyoruz. Ekrem Apo hiç bir şey söylemeden  derin derin düşünüyor. Evimizin kapısına vardığımızda Ekrem Apo bana dönerek; "ne bileyim emmioğlu belki de haklısın" diyor. Ben de kendisine; "yok Apo, hiç belli olmaz belki de sen haklısın" diyorum.


 


Ekrem Karahan'ı büyük bir saygı ile anıyorum.


 


Ekrem Karahan'ın o güzel düşleri gerçekleşsin diye dua etmekten başka elimizden ne gelir.


 


Kadir Büyükkaya


 


[email protected]


 


30. 05. 2013


Hollanda

Bu yazı 2630 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum