Kadir BÜYÜKKAYA

Kadir BÜYÜKKAYA

[email protected]

İZMİR SIRTLARINDA BİR BABA YATAR......

31 Temmuz 2012 - 17:58

İZMİR SIRTLARINDA BİR BABA YATAR......


 


Son birkaç gündür
canı fena halde sıkılıyordu Ali Dayı’nın. Canını sıkacak hiçbir özel neden
yoktu görünürlerde. Ama yinede sıkılıyordu. Yorgun yüreğine oturan huzursuzluk
gün gittikçe büyüyordu. Geceleri uykuları bölünüyordu. Onu bir düşünceden diğer
bir düşünceye sürükleyen bu huzursuzluk daha önce geçirdiği hiçbir huzursuzluğa
benzemiyordu. Bütün benliğini esir alan bu huzursuzluk onu dipsiz girdaplara
sürüklüyordu. Çocukluğundan günümüze uzanan uzun yaşamından kendisine miras
kalan ve onu bir an olsun terk etmeyen binlerce anı birer birer hafızasında
ayaklanarak onun gurbet yorgunu bedenini ha bire hırpalıyordu. Yüreğinde alev
alev yanan memleket özlemi ateşten bir nehir gibi durmadan damarlarına
akıyordu. Son birkaç geceden beri doğru dürüst uyuyamıyordu… Geceleri uykusu
bölündüğünde, elli yıl aynı yastığa baş koyduğu, hasta ve yaşlı eşine
rahatsızlık vermemek için kendini dışarı atmak zorunda kalıyordu. Dışarı çıkmak
ve kendisini gecenin sessizliğine emanet etmekle biraz olsun kendine geliyordu.
Ay ışığı ona ilaç gibi geliyordu.


 


Gece yarısı yine
uykusu kaçmıştı Ali Dayı’nın. Yüreğini esir alan derin huzursuzluk kendisini
boğacakmış gibi derinden bunaltıyordu onu. Bir süreden beri rahatsız olan sadık
ve vefakâr eşi yanı başında bir bu yana bir o yana dönerek ara sıra hafiften
inliyordu. Eşinin hastalığı karşısında derin bir üzüntü duyuyordu. Doktorlar
eşinin rahatsızlığı konusunda kesin bir şey söyleyemiyordu. Verilen ilaçların
hiçbirisi ona en ufak bir fayda sağlamıyordu. Son otuz yıl boyunca bu yabancı
diyarlarda her türlü zorluğa birlikte göğüs germişlerdi. Eşinin başına bir şey
gelmesinden çok korkuyordu. Bu yönde ki ihtimalleri düşündükçe çıldıracak gibi
oluyordu. Eşinin ölmesini aklından geçirmek bile istemiyordu. Ona bir şey
olması durumunda bu diyarda bir başına ne yapacağını, ne edeceğini düşündükçe
içindeki sıkıntı daha da büyüyordu. Birkaç günden beri devam eden iç sıkıntısı
eşi için duyduğu kaygı ile birleşince Ali Dayı yüreği büsbütün daralıyordu.


 


Yüreği daralan Ali
Dayı yatakta daha fazla kalamıyor. Usulca kalkarak, sesiz adımlarla dışarıdaki
geniş terasa yöneliyor. Birkaç yıl önce yakın bir akrabasının kendisine
Siverek’ten getirdiği bir nar fidanı ve
insanın yüzüne gülümseyen bir üzüm asması onun hayatına renk katmıştı. Nar
fidanı, Siverek’teki evlerinin bahçesinden sökülüp getirilmişti. Yedi veren
cinsinden üzüm asması ise babadan kalma kadim bağdan getirilmişti. Nar ağacını
toprakla doldurduğu büyükçe bir bidonun içine ekmişlerdi. Üzüm asmasını
aşağıda, evlerinin bahçesinde kazıdığı bir çukura dikmişlerdi. Bol su ve
verimli toprakla buluşan nar fidanı birkaç yıl içinde serpilip gelişirken, üzüm
asması birkaç yıl içinde, metrelerce yüksekliğe, evlerinin ikici katında
bulunan teras katına kadar çıkmıştı… Boyu iki metreyi bulan nar ağacı ve terası
kaplayan üzüm asması Ali Dayı’nın huzur bulduğu güvenilir bir sığınak haline
gelmişti. Yeşilin en güzel tonuyla bezenmiş olan bu çardak, Ali Dayı’nın
Siverek’le olan gönül bağını diri tutuyordu. Canı sıkıldıkça kendisini bu
çardağın gölgesine atan Ali Dayı, bıkmadan usanmadan saatlerce oturup
düşünürdü. Bu köşe, ana kucağı gibi huzur veriyordu ona. Canı sıkılan ve
kendisini dışarı atan Ali Dayı gecenin sessizliğinde derin derin düşünüyordu.
Güneşin doğuşuna daha epey zaman vardı. Karşı tepelerde ay parlıyordu.
Sinesinde milyonlarca insanı barındıran bu kadim şehir derinden derinde
homurdanarak uyuyordu. Dağların şurasına burasına serpiştirilen büyük şehir dağ
ve deniz kokuyordu. Uzaklardan duyulan motor sesleri ona uzak yolları
hatırlatıyordu. Gökyüzünde parlayan yıldızlar onu çocukluk günlerine
götürüyordu. Yetmiş yıllık acımasız yaşam onun omuzlarına gereğinden fazla dert
yüklemişti. O her zorluğa göğüs germesini bilmiş fakat doğduğu topraklardan
uzaklara savrulmayı ve huyunu suyunu bilmediği bu diyarlarda yaşamaya mahkûm
edilmeyi bir türlü içine sindirememişti. Yabancısı olduğu bu diyarlar onun
ömründen kırk yıl birden çalmıştı. O istemediği ve hak etmediği bu çileli
yaşamın sıkıntılarına katlanmaya mecbur edilmişti.


 


Ali Dayı doğma büyüme Siverekli idi. Onun çocukluk yıllarında küçük
çocuklar sokak aralarında birbirlerine dört farklı dilden türküler, maniler
söylerdi… Farklı inançlara sahip insanlar günün belirli saatlerinde Allah’ın
huzuruna hep aynı gaye ile secdeye dururdu. Yaşlılar dört ayrı dilden ama aynı
amaçlar için Allaha el–avuç açardı. Hiç kimsenin bir başkasına karşı bir
üstünlüğü yoktu. Şehirde yaşayan herkes yaratandan dolayı birbirini sever ve
sayardı. İyi bir komşu kötü bir akrabadan üstün tutulurdu. Ahde vefada kusur
etmeyenler kardeşten öte el üstünde tutulurdu… İnsanlık değerini her şeyin
üstünde tutanlar dar ve sıkışık günlerde Hızır gibi birbirinin yardımına
koşardı. Konuştuğu dil, inandığı inanç ve savunduğu düşünce ne olursa olsun
herkes birbirine güvenirdi. Farklılıklar sorgulanmadan insanlar korkmadan,
çekinmeden birbirine yüreklerini açardı. Kimsenin kimseden gizlisi saklısı
olmazdı. Kimsenin, hiç kimsenin malında-mülkünde gözü yoktu. İnsanlar, gözü pek
yüreği temiz yaşardı. Dar günün hüznü, mutlu günün sevinci kardeşçesine eşit
paylaşılırdı. Hiç kimse bir başkasının hüznü üzerine mutluluğunu inşa etmeye
kalkışmazdı. Buna ahlak, insaf ve vicdan el vermezdi. Siverek’te yaşayanlar
insanlığın gereklerini insanca icra ederdi… Yeryüzünde yaşayan bütün
beşeriyetin, Âdem ve Hava’dan geldiğine iman eden bir ümmet olarak Siverek
insanı kardeşçe yaşamayı can-ı gönülden benimsemişti. Bu nedenle Siverek’te herkes
birbirine hısım-akraba, herkes birbirine dost ve herkes birbirine
kirve-yoldaştı.


 


Ali dayı gençlik yıllarında
pehlivan gibi bir adamdı. Gücü, kuvveti yerinde yiğit mi yiğit, cesur ve mert
bir delikanlı idi. Birebir güreşlerde sırtı hiçbir zaman yere gelmemişti.
Mahalle arkadaşlarıyla yaptığı bilek güreşlerinde hiç kimse onun çelik bileğini
bükememişti. Esmer tenli ve yakışıklı
idi. Uzun boyu, uzun ve gür kaşları ona farklı bir hava veriyordu. Babası,
Hazreti Ali’nin kahramanlığından ve müşriklere karşı yürüttüğü cenklerden
etkilenerek ona Ali ismini vermişti. O Allah’ın kendisine bahşettiği bu İri
cüsseyi, güç ve kuvveti hiçbir zaman güçsüzlere karşı bir silah gibi
kullanmamıştı. Yüreği hep mazlumlardan yana atmıştı. Zor duruma düşen ve yardım
için kapısına dayanan hiçbir âdemoğlunu eli boş göndermemişti. Cuma günleri ve
mübarek aylarda evlerine yakın Haliliye camisinin kapısında biriken fakir-
fukaranın, yoksuların avucuna bir şeyler bırakmayı adet haline getirmişti.


 


Çocukluğundan beri çalışkandı. Rızk için, ekmek parası için çalışmayı,
didinmeyi ibadetlerin en büyüğü, uğraşların en hayırlısı olarak görmüştü.
Kimsenin malında namusunda gözü yoktu. Onurlu ve gururlu birisiydi. Gururunu
incitecek her türlü davranıştan titizlikle kaçınmıştı. Dünya malına bir gün
olsun tamah etmemişti. Çocuklarına ve yakın çevresine karşı hep eli açık ve
cömert davranmıştı. Kibar ve ince ruhluydu. İnsanları incitmekten özenle
kaçınmıştı. Bütün bu özeliklerinden dolayı da herkes onu, güvenilir bir insan olarak
fazlasıyla sevmişti.


 


Doğup büyüdüğü topraklardan kopalı yıllar olmuştu. Yıllar önce baba
topraklardan bilinmeyen diyarlara doğru yolla çıktıklarında eşten dosttan ayrı
kalmanın kendisine bu kadar dokunacağını hiç tahmin etmemişti. Yaban elde
çevresinde eşi, çocukları ve edindiği bir sürü dostu olduğu halde o hep
konuşacak, dertleşecek birilerini arıyordu. Sokakta, çarşı pazarda karşılaştığı
insanların hiçbirisi onun Siverek insanına olan susuzluğunu gideremiyordu. O
kendini olabileceğine yalnız ve kimsesiz hissediyordu bu yabancı diyarlarda.


 


Ali dayının bir zamanlar
kendince mütevazı bir yaşamı vardı. Kendi çevresinde ben benim diyen birisi
idi. Siverek esnafı içinde saygın bir konuma sahipti. Şehrin ismiyle özdeşleşen
Kale Boğazı’nda çalıştırdığı büyükçe bir iş yeri vardı. Şehre inen köylünün
cüzi bir para karşılığında bir süreliğine hayvanlarını bağladığı bu iş hanı Alı
Dayı’nın geçimini iyi kötü sağlıyordu. Babadan kalma bu iş yerinde ufak tefek
yan işlerde yapılıyordu. Beton ve demirin revaçta olmadığı dönemlerde başını
sokacak iki göz ev yaptıranlar direk ve tahta ihtiyacını Ali dayıdan temin
ediyordu. Ali dayının yetişen ve eli iş tutan çocukları vardı. Çocuklar baba
mesleğini bir köşesinden tutarak ona yardımcı olmaya çalışıyorlardı. Alı Dayı
işlerinden, müşteriler ondan son derece memnundu. Çocukları birbiriyle uyum
içerisinde hareket ediyordu. İlkokul ve lisede okuyan çocuklarının baba ile
ilişkileri son derece uygardı. Çocukların baba ile babanın çocuklarla olan
çağdaş ilişkileri birçok insanı fazlasıyla kıskandırırdı. Kimi çocuklar
babasının korkusundan arkadaşlarıyla sokakta görünmeye cesaret edemezken, Ali
Dayı çocuklarının arkadaşlarıyla arkadaş gibi hareket ediyordu. Onun yakın
ilgisinden cesaret alan kimi gençler, çocukları orda olsun olmasın bazen onun
iş yerine uğrar ve hiç çekinmeden onunla merhabalaşıp, söyleşirlerdi.


 


“Çocuklarımın arkadaşlarıdır” dediği gençlerle
sohbet eden, onlara yakınlık gösteren, Ali Dayı gençlerin gönlünde taht
kurmuştu. Kendi çocuklarına verdiği yüksek değeri gençlere hissettiren Ali Dayı
onlara ilgi ve şefkat göstermekle kalmaz, çoğu zaman onları içeri buyur ederek
onlara izzet ve ikramda bulunurdu. Gençler kendilerine gösterilen ilgi
karşısında mahcup olur ve Ali Dayı’yı daha çok severdi. Ali dayı kibar ve
düzgün bir baba idi. Çocuklarıyla konuşurken çok müşfik davranıyordu. Onun
ağzından ”He kekom, evet babam” dışında bir söz çıkmazdı. Kendisine komşu olan
bütün esnafla iyi geçinirdi. Onun birileriyle takıştığını, yüksekle konuştuğunu
gören duyan olmamıştı. O Siverek esnafı içinde esnaf gibi bir esnaftı…


 


Ali Dayı’nın Kendine göre bir işi,
akşamları eve ekmek götürecek kadar makul bir geliri vardı. Kimseyle bir derdi
ve en ufak bir sorunu yoktu. Kapı komşu, eş-dost herkesle iyi geçiniyordu.
Sonra ne oldu ise oldu, bilinmeyen bir el ortaya bir plan sürdü ve bu plan
gereği insanlar birbirine düşürüldü Siverek’te. Yıllarca birbirine kapı komşu
olanlar, aynı sokaklarda yan yana yürüyenler birbirine birden düşman
kesildiler. Düne kadar birbirleriyle bir lokma ekmeği severek paylaşanlar
birbirine selam vermez duruma düştüler. Ali Dayı gibi binlerce insan olanlar
karşısında şaşkın ve çaresizdi. Hiç kimse olup bittenler karşısında bir şey
yapamıyordu. Kimse olanlara akıl sır erdiremiyordu. Sonuçta suçsuz günahsız
yere vuranlar, vurulanlar oldu. Kimi ana-babalar hapishane kapılarında
sürünürken, kimi ana-babalarda kara topraklara ağıtlar yaktılar. Sonuçta şehrin
üstüne ölü toprağı serpildi. Can emniyeti kalmayanlar başka yerlere göç etmek
zorunda kaldılar. Ali dayı bu göç dalgasına kapılan yüzlerce aile reisinden
sadece birisi idi. Oysa onun olup bittenler karşısında da en ufak bir suçu,
kusuru yoktu. O, bırakalım insanların birbirini zarar vermesini, bir tek
insanın bile burnu kanasın istemiyordu. O, değil bir insanın ölümünü, gökte
uçan bir kuşun kanadına bile bir fiske vurulsun istemiyordu. Ne var ki bazı
şeyler onun gibi düşünen güzel insanların ön gördüğü şekilde yürümüyordu. Bazı
şeyler onun iradesi dışında gelişmişti. Sonuçta
Siverek topraklarına kin ve nefret tohumları saçılmıştı. Kin ve nefretten
başları dönenler, yoksulluk ve cehaletten gıdasını alanlar, fukaralık
çemberinde kıblesini şaşıranlar, dost-akraba hatırı, insan hak ve hukukunu bir
tarafa bırakarak birbirlerinin boğazına sarıldılar. Bu anlamsız kavganın
faturası çok ağır oldu. Bu fatura birileri tarafından Siverek insanına
kesilmişti. Siverek halkı pahalıya mal olan bu ağır faturayı istemeye istemeye
ödemek zorunda kaldı. Siverek’in bel kemiğini oluşturan sosyal ve kültürel doku
tahrip edildi. Geri olan ekonomik yapı daha kötüleşti. Siverek, Siverek
olmaktan çıkarıldı. Caddelerinde, güngörmüş kibar insanların gezindiği Siverek’te
ortalık toz-duman içinde kaldı. Sonuçta Ali Dayı gibi yüzlerce aile her şeyini
geride bırakarak bilmedikleri, görmedikleri yerlere doğru yollara koyuldular.
Sığındıkları şehirlerin varoşlarında ekmek kavgasına girişen binlerce insan
geriye romanlara konu olacak ilginç hikâyeler bıraktılar. Ali dayının yüreğini
kanatan ve ona acı veren hüzünlü hikâyesi bir anlamda bu insanların ortak hikâyesidir.


 


Vefakâr


eşi onu sabahın köründe yataktan kalktığını fark ettiğinde hasta haline
bakmadan kalkıp dışarı çıkmıştı. Ali dayının birkaç günden beri devam eden
tuhaf huzursuzluğu onu oldukça tedirgin ediyordu. Yaşlı kadın dışarı çıkıp onu
nar ağacının altında oturmuş halde bulunca biraz olsun rahatlıyor. Çok erken olmasına ve hâlsiz olmasına rağmen eşi için bir
şeyler hazırlamaya koyuluyor. Kahve altı için masaya oturduklarında uzun
bir süre hiçbir şey söylemeden öylece oturuyorlar. Kadıncağızın merak dolu
bakışları bir an olsun eşinin üstünden ayrılmıyor. Cefakâr eşi onun için
fazlasıyla kaygılanıyordu. Sonunda kadıncağız daha fala dayanamayarak ona neden
üzgün olduğunu soruyor. Ali Dayı o her zaman ki iyimser haliyle iyi olduğunu
söyleyerek eşini rahatlamaya çalışıyor. Eşi üstlenince iki günden beri tuhaf
duygular içerisinde olduğunu söyleyerek daha önce memleket özlemine ilişkin sık
sık dile getirdiği bazı bildik şeyleri tekrarlıyor. Fedakâr eşi onu içinde
bulunduğu can sıkıntısından uzaklaştırmak için sık sık söylediği bir sözünü “ Allah
bizi beterinden saklasın, İnsanın karnı nerde doyarsa anavatanı orasıdır” diyor.
Ne var ki Ali dayı oldum olası bu tür söylemleri fazla anlamlı bulmuyordu. O, bir
lokma ekmek uğruna geldiği toprakları unutanlardan değildi. Doğup büyüdüğü,
suyunu-ekmeğini yediği ve havasını solduğu baba-ecdat topraklarını bir kalemde
silip atamıyordu yüreğinden. Onun hayatında, geldiği toprakların önemi çok büyüktü.
O Siverek insanından zarar görmüş olsa da yine de Siverek’i ve Siverek insanını
bağrından söküp atamıyordu. Siverek’i unutmak ona kefen giymekten çok daha zor
geliyordu.


 


Geçenlerde Siverek’ten
kendisini ziyaret etmeye gelen bir yakınıyla durmadan usanmadan günlerce
Siverek’i konuşmuşlardı. Gelen, misafir sorulan sorulara cevap verdikçe Ali Dayı’nın
Siverek’e olan özlemi depreşmiş ve yufka yüreği adeta kan ağlamıştı. Özlediği
dost ve arkadaşları arasında kimler yoktu ki. Kalaycı Cerreh. Berber Mısto. Kahveci
Mehmet. Lokantacı Kaso. Kaçakçı Şeyho. Bakkal Boro. Berber Remo. Fırıncı Kazo. Komşu
Cevat, fakir fukara babası Adanalı Hüseyin, manifaturacı Sefo, Demirci İbo, Keçeci
Sılo, Marangoz Mıho ve daha birçokları. Yıllar yılı yan yana yaşadıkları bu güzel
insanlarla olan anıları tazelendikçe hüznü artıyordu Ali Dayı’nın…


 


Kahvaltıdan sonra
dışarıya çıkmak istiyordu. O gün başını alıp çok uzaklara, kimsenin
ulaşamayacağı ırak yerlere gitmek istiyordu. Canı dağ-tepe demeden bol bol
dolaşmak istiyordu. Eşi nereye gideceğini sorduğunda “Ayaklarım beni nereye
götürürse” demişti. Çok geçmeden hazırlanmıştı. Üstünü başını giyen Alı Dayı
yıllardan beri başından çıkarmaya razı olmadığı Siverek işi şapkasını ve ara
sıra giymekten büyük zevk aldığı yine Siverek işi şalvarını giyerek kendisini
sokağa atmıştı. Sofrayı kaldırmakla meşgul olan fedakâr eşi, ona geç
kalmamasını ve fazla yürümemesini tembihlediğinde o aşağıya inen merdivenlerden
inmişti bile. Dışarıya açılan demir kapının mandal sesi duyulduğunda eşi garip
bir duyguya kapılıyor. ”Dur bekle beni, birlikte gidelim” demek istese de artık
çok geç kalmıştı. Ali Dayı sabah sabah esen serin havayı ciğerlerine çekerek
adım adım evden uzaklaşıyordu. Ali Dayı evlerinin az ilerisinde bulunan minibüs
durağına doğru ilerlerken iş yerlerini yeni açan ve kendisine günaydın diyen
birkaç komşusunun sesini duymadı bile. O bugün çok farklı bir havada idi. Kimseyi
duyacak, kimseyi dinleyecek ve kimseye cevap verecek durumda değildi. O, bugün
hiç konuşmadan sadece bol bol gezmek ve dolaşmak istiyordu. Eşinin “kendini
fazla yorma, yürüyeyim filan deme ”uyarısına aldırmadan minibüse bineceğine
yürümeyi tercih etmişti.


 


Hava güzeldi. Gördüğü her
şey ona Siverek’i bahar aylarını anımsatıyordu. Uzaklarda, karşı tepelerde
uzanan yemyeşil ormanlar çocukluğunda Anne-baba ve kardeşleriyle gittikleri Siverek’in
yemyeşil üzüm bağlarını hatırlatıyordu ona. Siverek’in dört bir yanını kuşatan
ve onlarca çeşit üzümün ve rengârenk incirin yetiştiği bağlar onun
çocukluğundan kalan en değerli anılarıydı. Yün döşekleri aratmayan yumuşak
topraklarıyla, perçinlerinde bin bir çiçek türünün boy attığı üzüm bağları
çocukluk düşlerini süsleyen birer cennetti-elaydı. Dallarından parmak büyüklüğünde
dutların sarktığı dut ağaçlarına tırmanmak ona dünyanın keyfini yaşatırdı. Ana-baba
“bakarsan bağ olur, bakmasan dağ” olur diyerek sahibi oldukları bağın her santimetre
karesini elden geçirirken çocuklar sağa sola koşmaktan bitkin düşer ve kendilerini
bağın ortasında bulunan nar ve incir ağaçlarından oluşan yeşilliğin gölgesinde
uykuya teslim ederlerdi. Ali dayının nar ağacına olan derin sevgisi ve üzüm
asmasına olan aşırı düşkünlüğü belki de o günlerden kalma idi.


 


Ali dayı önemli bir randevuya
yetişmek istercesine hızlı adımlarla durmadan yürüyordu. Kaldırımlarda yürüyen
insanların garip bakışları, gelen-geçen araçların insanı çıldıracak görüntüsü
hiç mi hiç onu ilgilendirmiyordu. Kafası arı kovanı gibi durmadan uğulduyordu.
Kafasında uçuşan düşünceler bölük pörçüktü. Yüreğine çöken memleket özlemi onu
durmadan yürütüyordu. Bir an kendisini Siverek sokaklarında yürüyormuş hissine
kaptırdı. Bunun gerçek olabileceğine kendisini inandırmak için gözlerini
kapattı. Bunun gerçek olabileceğine kendisini o kadar inandırmıştı ki bir süre
gözlerini açmadan yürüdü. Gözlerini açtığında kendisini Siverek çarşısında,
meydandaki ekmek fırınının tam önünde bulacağını hayal ederek kendi kendine
mutlu oldu. Kafasında kurguladığı bu düş ve hayalin tersine dönmemesi için
gözlerini bir süre açmak istemedi. Bir yerlere çarpmamak için gözlerini
açtığında hayatın gerçek çehresiyle yüz yüze geldi ve yüreği on yerinden
acımasızca kanadı.


 


Kaldırımlarda her
yaştan seyyar satıcılar durmadan bir şeyler bağırıyordu. Çoğu kendisi gibi
sürgündü bu canavar şehirde. Her birisinin kendine göre ilginç bir hikâyesi ve
yüreklerinde saklı bir sevdası vardı. Herkes ekmek kavgası diyerek akşam eve
götürecekleri birkaç kuruşun derdine düşmüştü. Seyyar satıcılar arasında yetmiş
yaşını deviren aksakallı yaşlılar vardı. Bu insanların yüzlerinden güngörmüş insanların
görgüsü ve asaleti okunuyordu. Kaldırımlarda simit ve mısır satan bu mağrur
insanlar kim bilir hangi topraklarda doğmuş ve doğup büyüdükleri topraklarda
neler görmüş neler yaşamışlardı. Bu insanların tanığı olduğu Görkemli zamanları
tahmin etmek için kâhin olmaya gerek yoktu. Bu insanların göz bebeklerine sinen
anlamlı bakışlar her şeyi fazlasıyla açıklıyordu. Okulda olması gereken güzel
yüzlü çocuklar bu belalı kaldırımlarda ekmek kavgasına girmişti. İnsanın öpmeye
kıyamadığı bu tıfıl çocuklar kim bilir hangi zorluktan ve hangi mecburiyetten
ötürü gece yarıları şirin uykularını bölmek zorunda kalmışlardı.


 


Ali Dayı’nın sağından
solundan durmadan insanlar akıyordu. Ali Dayı kalabalıklar içinde yele
savrulmuş bir kenger dikeni gibi şuradan oraya savrulup duruyordu. O, okyanus
derinliklerinden kopan bir kum tanesi gibi dalgalara teslim olmuş ve durmadan
yuvarlanıyordu. Onu bilen tanıyan yoktu. Onun yaralı gönlünde kopan
fırtınalardan kimsenin haberi yoktu. Onun çok eskilerde kalan pehlivanlığı, cömertliği
ve insanlığı hiç kimseye hiç bir şey anlatmaya kâfi gelmiyordu. Herkes kendi
derdinde ve herkes kendi hikâyesiyle meşguldü. Onun gibi yüz binlerce insan geçmişini
ve geleceğini arıyordu İzmir’in hasret kokan bu hüzünlü kaldırımlarında.


 


Nereye gittiğini
ne kadar yürüdüğünden haberi yoktu Ali Dayı’nın. Beynine kazıdığı ve her gün
yeni şeyler ekleyerek tekrar tekrar okuduğu hayat romanını bugün kaçıncı defa
okumuştu kendiside bilmiyordu. Sonunda kendisini kudurgan dalgaların kıyasıya
dövdüğü bir rıhtımda buluyor. Benzi solmuş nefesi iyiden iyiye daralmıştı. Deniz
dalga dalga üstüne geliyordu. Uzaklara doğru yol alan dev gemiler hasret taşıyordu.
Gemilere yüklenen hasretin on kattan fazlası Ali Dayı’nın omuzlarına binmişti. Dev
gemiler yüklendikleri özlem altında bir bu yana bir o yana yalpalayarak zor
bela yol alırken Ali dayı bunca yükün altında şimdiye kadar nasıl dayanmıştı
doğrusu kendiside şaşırıyordu. Göz hapsine aldığı büyük bir yük gemisini gözden
kaybolana kadar yorgun gözlerle izledi. Gemi ufukta kaybolana kadar hep
arkasından baktı Ali Dayı. Sonra bir başkasının arkasına takıldı. Yoldaş olmak,
kendileriyle uzaklara açılmak istediği gemilerin tümü onunla ancak bir noktaya kadar
arkadaşlık yapmaya göze alabildiler. Denizle gökyüzü nün birleştiği noktada
bütün gemiler onu bir başına bıraktılar. Hiçbirisi onu ufkun ötesine taşımayı
göze alamadı. Ali Dayı’nın art arda gözden yitirdiği gemiler onu tuz ve yosun
kokan eski rıhtımda uçuşan martılarla birlikte yetim bırakmıştı. Limandan
uzaklaşan gemilerin Siverek’e uğrama şansları yoktu. Bunu en iyi Ali Dayı da
biliyordu. Ve ona en çok dokunan da bu oluyordu. Çünkü onunda bundan sonra Siverek’e
demir atma ihtimali hemen hemen yok gibi idi. Ve bu gerçek ona ucu zehirli bir
hançer gibi dokunuyordu.


 


Ali Dayı iyiden iyiye
yorulmuştu. Uzun ve güçlü bacakları ona “bizden bu kadar” demişti. Yüreğinin
her hücresine çektiği deniz havası ve gönlünde coşturduğu Siverek sevdası onu
kendine getiremeye kâfi gelmiyordu. Denizin ihtişamından ve martıların kanat
çırpmasından ilham alan şairlerin rahatı için yan yana dizilen banklardan
birisine zor bela kendisini atıyor Ali Dayı. Oturup biraz olsun soluklanmak
istiyor. Kendini banka bıraktığında nedenini bilmediği bir rahatlama bütün vücudunu
sarmalıyor. İki büklüm olan sırtını bankın arkalığına yaslayan Ali Dayı geçici
rahatlamanın verdiği güç ile birkaç defa derin derin nefes alıp veriyor. El ele
tutuşan ve dünyanın en güzel nimetlerini birbirine cömertçe sunan iki sevgili
onu fark etmeden önünden akıp gidiyorlar. Uzak diyarlardan gelen misafirleri
gezmeye çıkaranlar, yorgunluk atmak için yana konulan banklardan birisine
oturarak, memleket özlemine dair birbirlerine dokunaklı sözler aktarıyorlardı. Söylenen
sözlerin çoğu sahiplerinden fazla Ali Dayı’nın yarasına dokunuyordu…


 


Ali Dayı,
havasına suyuna bir türlü alışamadığı bu şehre istemeden sürülmüştü. O, kalabalığı
bol olan bu şehre bir türlü ısınamamıştı. Bugün yarın derken bu şehre kocaman
bir ömür vermişti. Günün birisinde birisi ona bu şehirde otuz yıl aralıksız
yaşayacağını söylemiş olsaydı o buna gülüp geçecekti. Ne var ki o her gün
Siverek’i düşünerek ve her gece Siverek’i sayıklayarak tam tamına otuz yıl
saymıştı bu şehrin varoşlarında. Ne var ki o yolun sonuna gelindiğini artık
yavaş yavaş anlıyordu. O, omuzlarına
çöken ağırlıktan ve içine çöken garip duygulardan bunu apaçık anlıyordu. Otuz
yıldan beri semtine hiç uğramayan bu garip haller iyi şeylere alamet değildi.
O, ölüm denen musibet şeyin çok yakınında bir yerlerde gezindiğini açık açık
görüyordu. Birkaç gün öncesine kadar ölümü sadece emektar eşi için düşünmüşken
bugün kendisi için düşünmesi onu yaralıyordu. Ölüm eşi için söz konusu
olduğunda fazlasıyla korkuyordu. Fakat kendisi için ölümden korktuğu filan
yoktu. Hatta eşinden önce ölmesi ona Allah’ın bir lütfü gibi geliyordu. Ne var
ki fedakâr eşini bir başına bırakıp gitmekte ona fazlasıyla dokunuyordu. Yancı
diyarlarda, eşten dosttan uzak ölmek ve gömülmek onda garip duygular
uyandırıyordu. Lakin yapılacak bir şey yoktu. O bu topraklarda kimsesiz bir
muhacirdi. Gözlerden ırak, sessizce gömülmek muhacirlerin ortak kaderiydi.


 


Güneş bir taraftan diğer tarafa yavaş yavaş
devriliyordu. Eşyalarını satabilen seyyar satıcılar hallerinden memnun evlerine
dönüyorlardı. Eşyalarını satamayanlar tezgâhta büzülmeye yüz tutan mallarını
elden çıkarmak için son bir hamle ile bağırıp çağırıyorlardı. Ali Dayı yorgun, Ali
Dayı bitkindi… Sabah yaya olarak geldiği yolu anımsayınca ürperdi. Onca yollu
yaya olarak nasıl kat ettiğine kendisi de şaşırdı… Aynı yoldan yaya olarak geri
dönmeyi aklından bile geçirmek istemiyordu. Az ilerde bulunan bir durağa kadar
yürüyerek orda bir minibüse binmek için zor bela yerinden kalkabildi. Kendisini
minibüsün koltuğuna attığında bir çocuk gibi sevindi. Minibüsteki aşırı
kalabalık ve gürültü onun sevincini bıçak gibi kesiyor. Anlamakta zorluk
çektiği can sıkıcı konuşmalar can sıkıntısını artırıyor. Kısa süren bir
yolculuktan sonra araç değiştirmek zorunda kalıyor. Oturduğu semte doğru yol
alan minibüse bindiğinde tekrar rahatlıyor. Bindiği minibüste iki-üç kişi kendi
aralarında Kürtçe konuşuyordu. Ana dilleriyle konuşan bu insanların sıcak ve
samimi sohbeti Ali Dayı’ya ilaç gibi geliyor. Kulak verdiği Kürtçe sohbet
omuzlarına binen yorgunluğu ve yüreğine çöken sıkıntı biraz olsun hafifletiyor.
O an “Bülbülü altın kafese koymuşlar, ah vatanın ah vatanım demiş “ atasözü
aklına geliyor ve yeniden hüzünleniyor.


 


Evlerine en yakın
olan durağa yaklaştığında nefesinin tükendiğini hissetti. Otuz yıllık gurbet
yaşamında binlerce defa kullandığı bu minibüs durağını son kez kullandığından
haberi yoktu. Bindiği minibüs durağa yanaştığında yerinden kalkmak istiyor. Onun
kalkmakta zorlandığını gören bir-iki yolcu kendisine yardımcı olmak istiyor. El
ayaktan, güç kuvvetten düşmüşlük ona fena dokunuyor. Yardım isteğini kibarca
geri çeviren Ali Dayı bütün gücünü toplayarak minibüsün şurasına burasına
tutunarak aşağı inmeyi başarıyor. Minibüsten indiğinde dizlerindeki gücün
büsbütün tükendiğini ve adım atmakta zorlandığını görünce şaşırıyor. Ali Dayı
çareyi oturmakta buluyor. Durakta bekleyenler arasından sıyrılarak kendisini
durağın bir köşesinde bulunan boş bir sandalyeye atıveriyor. Oturur oturmaz vücuduna
yeniden bir rahatlama yayılıyor. Yaşamı boyunca sırtında taşıdığı bütün
ağırlıklardan kurtulmuşçasına iyiden iyiye rahatlıyor. Sabahtan beri göğsünü
sıkıştıran ağırlıktan kurtulduğuna inanıyor ve rahatlıyor. Nefes alış verişi
düzene giren Alı Dayı kendini iyiden iyiye zinde hissediyor. En azından ona
öyle geliyor. Eve gitmek için ayağa kalkmaya çalıştığında yaşamının en tuhaf ve
en anlaşılmaz gerçeğiyle yüz yüze geliyor. İstediği halde hiçbir yerini
yerinden oynatamıyordu. Birkaç defa denediği halde bir türlü hareket edemiyordu.
Bütün vücudu her türlü hareket kabiliyetini tümden yitirmişti. Çevreden yardım
istemek için az ilerde duran insanlara seslenmek istediğinde bunu da
başaramıyor. O, vücut hareketleri gibi konuşma, bağırıp çağırma yeteneğini de
tümden kaybetmişti. Gözleri kararan Alı Dayı başını durağın camına yaslayarak
kendine gelmek istiyordu. Ne var ki Ali Dayı’nın durumu gitgide kötüleşiyordu. Göz
kapakları ağırlaşan ve dili peltekleşen Ali Dayı bir şeyler yapabilirim
düşüncesiyle bir kaç defa bütün gücünü toplayarak doğrulmak istese de her
defasında başarısızlığa uğruyordu. Bütün bedenini sarmalayan güçlü bir uyuma
isteği onu karşı konulmaz bir kuvvetle karşı karşıya getirmişti. Durakta uyuyakalmanın
acizliğine boyun eğmek istemeyen Alı Dayı var gücüyle dirense de bunda muvaffak
olamıyordu. Gösterdiği bütün çabalar sonuçsuz kalmıştı. Hiçbir kişisel uğraş, hiçbir
didinme onu bir millim olsun yerinden oynatamıyordu. O oturduğu yere bin yerinden
mıhlanmışçasına kıpırdamıyordu. Kalkamadığını ve bütün gücünü kaybettiğini
anlayan Ali Dayı kendini olacakların kucağına bırakıveriyor. Gözleri açık, başı
durak camına yaslanmış halde hareketsiz duran Ali Dayı kaderine razı olmak
dışında başka bir şey yapamıyordu. Birkaç adım ötesinde bulunan evine, eşine ve
çocuklarına ulaşamamanın üzüntüsü zehir gibi yüreğine akıyordu. Eşi ile helalleşememesi,
çocuklarına son arzusunu iletememesi onu kahrediyordu. Ölüme adım adım
yaklaştığını fark eden Ali Dayı’nın gözlerinden yanaklarına doğru iki damla gözyaşı
süzülüyor. Bu gözyaşları Ali Dayı’nın bir ömür hasret kaldığı bütün dostlarına
ve sevenlerine hediye bıraktığı son bir armağandı. Az ilerde duran insanlardan
yardım istemek için hiçbir harekette bulunamıyordu. Ve bu durum onu adım adım
tükenişe götürüyordu… Yoldan geçenler onunla göz göze geldikleri halde onun
içinde bulunduğu vahim durumu göremiyorlardı. İnsanlar ölümün eşiğinde duran
bir insanın sesiz çığlığını bir türlü duyamıyordu. Anne ve babalarını ellerinden
tutan küçük çocuklar Ali Dayı’nın solgun yüzüne bakarak gülücükler
dağıtıyorlardı. Minibüslerden inen insanlar hızlı adımlarla evlerine yönelirken
durakta zor durumda olan bir insanın gözleriyle hissettirmeye çalıştığı
çaresizliği bir türlü göremiyorlardı.


 


Aradan saatler geçtiği
halde ne Ali Dayı yerinden kıpırdayabilmiş ve ne de birileri onu fark
edebilmişti. Saatler süren bekleyiş Ali Dayı’yı adım adım tükenişe götürmüştü.
Saatler sonra karşı binalardan birisinde oturan bir kadın oturduğu evin
balkonundan durakta hareketsiz duran birisini en nihayet fark etmişti. Balkonda
akşam çayını içen kadın Ali Dayı’yı önce minibüs bekleyen bir yolcu sanmıştı. Hareketsiz
duran insanın gelen giden minibüslere ilgisiz kaldığını görünce bu defa onu yorgunluktan
oraya oturmuş yaşlı bir insan olabileceğini düşünmüştü. Aradan biraz daha zaman
geçtikçe kadın bu defa ciddi anlamda kaygılanmış ve sonuçta polisi aramak
aklına gelmişti. Polis olay yerine geldiğinde Ali Dayı’nın bu dünyada geçireceği
çok az bir zamanı kalmıştı. Bir polis memuru Ali Dayı’nın omuzlarına
dokunduğunda, Ali Dayı’nın açık gözleri kapanmış ve boynu yana eğilerek oturduğu
sandalyeden usulca yere kaymıştı. Polisler kaygılanarak ambulans için gerekli
yerlere hemen telefon açmışlardı. Ambulans insan sinirlerini alt üst eden sesler
eşliğinde kısa bir zamanda olay yerinde ulaşmıştı. Görevliler Ali Dayı’yı karga
tulumba ambulansa yerleştirmişler. Görevli bir Bayan Ali Dayı’nın bileğini
elinde tutup nabzını kontrol ederken bir yandan da kim olduğuna dair kendisine
sorular sormuş. Ali Dayı kendisine sorulan soruları duyacak, anlayacak ve
yanıtlayacak durumda değildi. Bu yüzden sorulan soruları yanıtsız bırakıyordu.
Hastaneye yakın bir noktada Ali Dayı’nın ağzından kimsenin anlamadığı ve
anlayamayacağı sözcükler dökülmeye başlamış. Ali Dayı ambulansta bulunan
görevlilerin anlamadığı bir dilden bir şeyler sayıklamaya başlamıştı. Söylenenler
anlaşılmıyordu. Dile getirilenler, ne anlama geliyordu kimseler bilmiyordu. Ali
Dayı ömrünün son dakikalarında Zazaca sayıklıyordu. Onu hayata döndürmeye
çalışanlar onun dilinden anlamıyordu. Ali dayı hakka yürürken bildiği bütün
dilleri unutmuş ve içinde biriken yılların derin özlemini dışa vurmak için
sadece Zazaca dilini kullanıyordu. Hastane kapısına vardıklarında Ali Dayı son
nefesini çoktan vermişti. Onun cansız bedeninden omzuna kayan başını kucağında
tutan genç hemşire onun konuştuğu dili çözmüş olacak ki “Bu adam her halde Kürtçe
bir şeyler söylemeye çalışıyordu” diyebiliyordu.


 


Hastane görevlileri
Ali Dayı’nın üstünden çıkan kimlikten hareketle hemen yakınlarına haber
vermişti. Yakınları apar topar hastaneye koşmuşlardı. Olup bittenler konusunda hastane
yetkililerden bilgi almak isteyenler hiç bir bilgiye ulaşamıyorlardı. Ali Dayı
kalp yetmezliğinden gitmişti. Bilinen tek şey buydu. Ali dayının son
saniyelerinde onun başucunda bulunan hemşire onun bilinmeyen bir dilden
sayıkladığını söylediklerinde yakınları Ali Dayı’nın son isteğini çözmeye
çalıştılar. Ne var ki kimsenin bunu çözmeye ne gücü ve ne de bilgisi yetti. Ali
Dayı’nın ölümü karşısında herkes kendince sarsılmıştı. Ancak o günün sabahında
eşine son defa kahvaltı hazırlayan fedakâr eşi herkesten çok daha fazla şok
olmuştu. Kendisi gidecekken onun yerine hayat arkadaşı Ali Dayı elini tez
tutmuş ve diğer tarafa erkenden göç edip gitmişti.


 


Onun Siverek toprağına
olan hasretini sonlandıracak son görev
“Koşullar elvermiyor “dinilerek yerine getirilememişti. Ali Dayı’nın
hüzün ve özlem yüklü yüreği İzmir sırtlarında bir yerde toprağa emanet
edilmişti. Ali Dayı’nın gömüldüğü yer denize uzaktı. Uzaklara doğru yol alan
büyük gemiler dosta olan derin özlemi, baba topraklarına olan hasreti ve
Siverek’e olan sevginin her türlüsünü rüzgâra savurarak Ali dayıya ulaştırmaya çalışıyorlardı.
Ali Dayı yüreğinde hiç kimselere açamadığı bin bir meram ve muratla İzmir
sırtlarında ebediyen uyuyacaktı. Ve hep hatırlanacaktı…


 


Kadir BÜYÜKKAYA/Hollanda

Bu yazı 2552 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum