Kadir BÜYÜKKAYA

Kadir BÜYÜKKAYA

[email protected]

YEĞENİM İBRAHİM - 23.BÖLÜM

11 Temmuz 2016 - 17:19

Yeğenim İbrahim


23. BÖLÜM


 


Evimizin ayvanında dörtlü sohbet devam ederken bu defa kapıda Xalcıniya EYŞ görünürdü. Xalcıniya Eyş de neşeli birisiydi. Onun da yüzünde neşe ve sevinç eksik olmazdı. Konuşurken yüzü hep güleçti. Kapıya varır varmaz o da içerdekilere: ‘’Berket bo berket bo’’ der ve elindeki süt bakraçlarını yere bırakırdı. Evi köyün tam yukarısında bulunan Niyaj Eyş için evimiz biraz daha uzak sayılırdı. Bu yüzden diğerlerine göre o biraz daha yorulurdu. Sütü yere bıraktığında yorgunluktan tutulan belini doğrultmak için iki elini iki yanına koyarak derin derin nefes alır ve çok derinden bir of çekerdi.


 


Hem Sultan yenge ve hem de Xalcıniya RIH vücut olarak oldukça iri yarıydılar. Bir de evleri evimize yakın olduğu için süt taşıdıklarında Niyaj EYŞ’e göre biraz daha az yorulurlardı. Fakat Niyaj Eyş hem ufak-tefek ve hem de evi evimizden uzak olduğu için daha çok yoruluyordu. Bereket versin Niyaj Eyş’ın evi köyün yukarısındaydı ve evimize gelen yol iniş aşağıydı da bu onun işini biraz olsun kolaylaştırıyordu. Yolun inişli olması onun avantajıydı. Fakat gene de Niyaj Eyş evimize ulaştığında her defasında nefes nefese kalırdı. Annem Niyaj Eyş’ın getirdiği sütü bakır kazana boşaltınca kazan şöyle böyle yarısına kadar  dolmuş oluyordu.


 


Kadınlar karışıklık olmasın diye sütü boy ve hacmi aynı olan bakraçlarla getirirlerdi. Kaç bakraç süt teslim edilmişse aynı miktarda ve aynı bakraçlarla geri alınırdı. Annem getiren bakraç sayısını unutmamak için evimizin ortasında bulunan kalın bir direğin gövdesine kendince bir çizelge çizmişti. Süt teslim aldığında bu çizelgeye bir çizik atar ve bütün hesaplar bu çizelge üzerinden yapılırdı. Hesap için hesap makinelerine ve okuma yazması olan insanların kalemine ihtiyaç duyulmazdı.


 


Annemin okuma yazması yoktu. Dolayısıyla direğe çizdiği çizelgenin üstünde kimsenin ismi filan da yoktu. Onun yedi- sekiz aileden teslim aldığı süt miktarını birbirine karıştırmaması hayret edilecek bir şeydi. Bu diğer kadınlar içinde geçerliydi. Her şey güven üzerinden yürütülüyordu. Hiç kimse birbiriyle yarım litre sütün hesabını görmeye tenezzül etmezdi. Elleri açık gönülleri cömertti. Analarımızın o cömert hallerini hatırladıkça Yaşar Kemal’in “o iyi insanlar o güzel atlara binip gittiler biz kaldık insanın piçine “sözünü anımsamadan edemiyorum.


 


Değerli Yeğenim,


 


Sütün bolluğu hiçbir zaman hayvanları otlatan nöbetçinin başarı hanesine artı puan olarak yazılmazdı. Bu onun üstün becerisine ve meziyetine mal edilmezdi. Fakat süt miktarında az bir eksilme olmuşsa bu hemen ona fatura edilirdi. Sütün miktarında az bir eksilme olduğunda bundan o gün hayvanları otlatan nöbetçi sorumlu tutulur ve kendisine veryansın edilirdi. Hayvanlar az süt verdiğinde o gün nöbetçinin sürüyü nerde otlatmadığına dair yorumlarda bulunulur ve ona kötülük içermeyen binbir küfür ve beddua edilirdi. Art niyet içermeyen bu küfürlerden en fazla bizim Ap MIHO nasiplenirdi. Sütün eksilmesinden yakınan insanlar aslında bu konuda pek haksız da sayılmazlardı. Çünkü Ap MIHO sürüyü köyün dışında kendi başına bırakarak elinde çiftesi dağ, taş tavşan, keklik avına çıkardı. Böyle olunca da hayvanlar başıboş kalır, uygun yerlerde otlanmaz ve gerekli sütü vermezlerdi. Bu özelliğinden dolayı Ap MIHO köyün büyüklerinden özellikle de XAL Bekir ile XAL muhtardan bol bol azar işitirdi.


 


Bu süt taşıma trafiği bir süreliğine devam ederdi. Abdulkerim dayının hanımı Saadet yengenin gelmesiyle evimizin ayvanında süren sohbet daha da renklenirdi. Saadet yengemizin yaptığı birbirinden ilginç şakalar ve espriler ortalığı kırıp geçirirdi. Herkes işi gücü bırakır kendini Saadet yengenin yaptığı esprilere kaptırırdı. Saadet yengeye takılmaları halinde akşama kadar evimizde kalacaklarını ve bu yüzden kocalarından azar işiteceklerini bilen akraba kadınlar Saadet yengeyi anlattıklarıyla baş başa bırakarak ellerinde boş bakraçlar evlerinin yolunu tutarlardı. Neşeli sohbetine bir süre devam eden Saadet yenge annemin yapılacak işlerini hesaba katarak sohbetine son verir ve öyle evine dönerdi. Herkes evine dönünce annem ağzına kadar  dolan süt kazanına bir miktar peynir mayası atarak elindeki tahta kepçeyle sütü bir süre iyice karıştırırdı. Karıştırma işlemi bitince annem kazanın üstünü bir şeylerle kapatır ve peynirin mayalanma işlemi tamamlanana kadar diğer işlerinin başına dönerdi.


 


Köyde her evde birkaç günde bir tekrarlanması gereken işlerden birisi de ekmek pişirme işiydi. Köylünün kendi tarlasında yetiştirdiği ve su değirmenlerinde öğütülerek elde ettiği undan yapılan saç ekmeğinin kokusuna ve tadına doyum olmazdı. Şehirde satılan hazır un bize yabancıydı. Büyük leğenlerde karılan hamur annelerimizin ellerinde ince ince kâğıt misali açılarak saçta pişirilir ve üst üste bırakılırdı. Ekmeği saçta çevirme işi daha çok genç kızlara veya yaşlı kadınlara düşerdi. Hamuru yoğurmak, açmak ve ekmeği saçta yakmadan ustaca çevirip pişirmekte büyük hüner, büyük ustalık isterdi.


 


Her gün kuşluk vakti inekler sağıldıktan sonra köyde birkaç evde mutlaka saç ekmeği pişirilirdi. Çocuklar ekmek pişirme işleminin tamamlanmasını sabırsızlıkla beklerdi. Çünkü bilirdik ki bu işin sonunda tereyağlı katmer ziyafeti olacaktı. Ekmek pişirme işi bitince âdet gereği  mutlaka katmer pişirilirdi. Mevsim bahar ise katmerler ya taze peynirden ya da peynir suyunun kaynatılmasıyla elde edilen lordan yapılırdı. Mevsim kış veya sonbahar ise kurutulmuş çökelek imdada yetişir ve katmerler toraktan yapılırdı. Taze peynirden yapılan katmerler birinci sınıf katmer sayılırdı. Lordan yapılanlar ikinci sınıfa girerdi.  Toraktan yapılan katmerler ise üçüncü sınıf katmer olurdu. Katmerin en makul olanı peynirlisiydi. Bereketli bahar aylarında peynir bolluğu yaşandığında her ekmek pişirildiğinde taze peynirden mutlaka katmerler yapılırdı. Bu katmerler mis gibi kokardı. Kokusu hiçbir şeye benzemezdi. Bir evde katmer pişirildi mi kokusu çok uzaklardan, köyün epey uzağında bulunan Çat Gölü’nün orasından bile duyulurdu. Köyde herhangi bir evde peynirli katmer pişirildiğinde kokusu bütün köyü esir alırdı. Sıcacık katmerlerin yüzüne sürülen taze tereyağı kokusu insanı kendinden geçirirdi. Dürüm haline getirilen katmerlerin alt kısmından avuçlarımıza sarımsı taze yağ damlacıkları damlardı. Üstümüzü başımıza damlatmamak için analarımız habire bizi uyarmak zorunda kalırdı.


 


Bazen daha lezzetli olsun diye anam taze peynirin içine evimizin bir köşesinde yetiştirdiğimiz yeşil soğandan doğranırdı. Yeşil soğan katmerin lezzetine lezzet katardı. Katmerin bu çeşidi kimilerin damak tadına hitap etmese de ben ve rahmetli dedem bu katmer türüne bayılırdık adeta.


 


Değerli Yeğenim,


 


Tereyağının zararlarından söz eden çokbilmişlerimiz olsa da ben buna hiçbir şekilde inanmıyorum. Hakiki tereyağından yapılan bu katmerlerden tıka basa yiyen dedelerimizin, amcalarımızın ve büyüklerimizin her birisinin yüz yıla  yakın yaşadıklarını göz önünde bulundurduğumuzda tereyağının insan yaşamı üzerinde kötü etkisi olduğunu iddia eden çevrelere inanmamız için hiçbir neden kalmıyor. ”Yağ kalbin düşmanıdır, kansere yol açıyor” deniliyor peki bütün yaşamları tereyağı yemekle geçtiği halde büyüklerimizin o uzun süreli yaşamalarını neyle izah edeceğiz? Büyüklerimizden hiçbirisi damar sertliği, kalp hastalığı nedir bilmezlerdi. Peki, o zaman bütün bunları nasıl izah edeceğiz? Her neyse bence insanın ölümü olacaksa taze peynirden yapılan o bol yağlı katmerlerden ve sığır derisi kalınlığında olan o kaymaklardan olsun be yeğenim.


 


Devam edecek…


 


Kadir Büyükkaya / Hollanda


[email protected]


 


 


 

Bu yazı 1687 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum