Kadir BÜYÜKKAYA

Kadir BÜYÜKKAYA

[email protected]

YEĞENİM İBRAHİM - 9.BÖLÜM

01 Nisan 2016 - 09:53

YEĞENİM İBRAHİM


9.BÖLÜM


 


Değerli Yeğenim,


 


Şimdi istersen bir başka eve geçelim. Abdülkerim Dayı’nın evinden  Mustafa amcamın evine doğru inerken hafif bir iniş vardır. Çocukluğumuzda bu iniş gözümüze çok keskin görünürdü. Bazen oyun oynarken  iniş aşağı koşardık. O an freni boşanmış birer kamyona dönerdik. Öyle bir hızlanırdık ki Mustafa amcamın evinin arkasına kadar istesek de duramazdık.


 


Bu keskin inişin başında bir ev vardı. Bu ev eskiden yakın akrabalarımız Ap İsmailé Topal’a aitmiş. Ap İsmail 1950’lerde şehre göç edince bu ev kızı Berivan’a kalmıştı. Berivan ablanın Siverek’te Ap İsmet adında bir abisi vardı.  Yani anlayacağınız Berivan abla şu an Siverek’te ikamet eden ve kozmetik ürünleri satan bizim İsmail Karahan’ın halasıydı. Bu kadıncağızın asıl ismi Mihriban’dı. Bu isim çevremizde bilinen, tanınan bir isim değildi. Bu yüzden köydekiler onu gerçek ismiyle çağırmazdı. Mihriban ismi köylüye  ağır gelmiş olacaktı ki, herkes ona “Merivan” diyordu. Belli bir yaşa geldiğimde Ermenistan’ın başkenti Erivan ismini her duyduğumda her nedense aklıma hep  Merivan ablanın ismi gelirdi. Aslını sorarsanız  köylüler Berivan isminden hareketle kadıncağıza Merivan ismi takmışlardı. Kürtçede koyun sağan kadınlara Berivan denildiğini herhalde biliyorsun, değil mi?


 


Berivan ablamız Xal Süleyman’la evliydi. Xal Süleymen köyümüzde ikamet eden tek yabancıydı. Kendisiyle kan bağına dayalı bir akrabalık bağımız yoktu. Köye başka bir yerden gelip yerleşmişti. Siverek’e yakın Hecihıdır Çayı’nın yukarısında bulunan Kırkpınar Köyü’ndendi. Gençliğimde bir defa bu köye gitmiş ve orda Süleyman Dayı’nın birçok akrabasıyla karşılaşmıştım.


 


Berivan ablanın akıl melekeleri yerinde değildi. Hafif esrikti. Herkes gibi biz çocuklar da bunun farkındaydık. Berivan ablanın art arda doğan birkaç kız çocuğu vardı. Maddi durumları son derece kötüydü. Köyün en yoksul ailesi sayılırdı. Bu yüzden çocukların giyim kuşağı, üstü başı çoğu zaman iyi olmazdı. Berivan abla bazen çocuklarını yalnız  başına evde bırakır köyün içinde gezmeye giderdi.


 


Perşembeyi cumaya bağlayan gecenin akşam saatlerinde annem elime bir ekmek tutuşturarak beni Berivan ablanın evine gönderirdi. Aynı şeyi çoğu zaman köydeki diğer akrabalar da yapardı. Berivan ablanın evine götürülen bu ekmek ve yemeğe  “ölmüşlerimizin hayrı” deniliyordu. Güya cuma akşamları ölülerimiz gelip evlerimizin saçaklarına tüner  ve fakir fukara için evden yemek çıkarıldı mı çıkarılmadı mı diye bekleşirlermiş. Ekmek çıkarıldığına tanık olduklarında sevinç içinde mezarlarına dönerlermiş, tersi durumlarda üzüntüye kapılır ve bir hafta boyunca mezarlarında huzursuz oluyorlarmış. Ölülerinin   huzursuz olmalarını istemeyenler “Cuma gecesi” geldi mi mutlaka evden yiyecek bir şeyler çıkarırlardı. Bu yiyeceklerin adresi bizim Berivan ablanın evi olurdu. Çünkü köyde ondan daha yoksulu yoktu.


 


Berivan ablanın evinin tam önünde, aynı hizada yan yana dikilmiş, üç incir ağacı vardı. Aynı yaşta ve aynı boyda olan bu üç incir ağacının ne zaman ve kimler tarafından dikildiğini bilen yoktu. Belki de Berivan ablanın babası rahmetli İsmail amca tarafından dikilmişti. Ya da ondan önce dikilmişlerdi.


 


İncir zamanı  dallarında ufak ufak incirler biterdi. İnişin başındaki  bu incir ağaçları rüzgârın yukardan aşağıya doğru sürüklediği  ince bir toz tabakasıyla beyaza bürünürdü. Bu ince toz tabakası dalda biten incirlerin olgunlaşmasını ve doğal olarak da bizim incir yememizi engellerdi.


 


Berivan abla hafif esrik olsa da biz çocuklara karşı son derece şefkatli davranıyordu. Değişik el kol hareketleri yaparak bizi güldürür ve sevindirdi. Ne anlama geldiğini bir türlü çözemediğimiz bir iki tekerlemesi vardı. Söylediği şeyler belki de Türkçeydi,  o yüzden anlamıyorduk.  Baş parmağını çenesine götürüp diğer elinin  baş parmağını serçe parmağıyla birleştirerek  bazı sözler söyleyerek biz çocukları fazlasıyla eğlendirirdi. Bu nedenle onu sever ve sayardık. Bazen bir gün öncesinden evine götürdüğümüz ekmekten birer parça elimize tutuşturarak bizi mutlu ettiği de olurdu.


 


Berivan ablanın eşi Süleyman Amca uzun boylu birisiydi. Köy ve ev işleriyle fazla ilgilenmezdi. Sık sık şehre gider ve uzun zaman köye uğramazdı. Babam bazen kendi yerine onu para karşılığında davar gütmeye gönderirdi. Fakat Süleyman Amca bu tür işleri fazla sevmezdi. Allah günah yazmasın ama galiba biraz tembeldi. İş güçten hoşlanan birisi değildi. Daha sonraları Berivan abla vefat edince Süleyman Amca çocuklarını alıp köyden ayrıldı. Büyüklerimizin anlattığına göre Siverek’e yakın bir köyde Süleyman Amcanın akrabaları  varmış,  gidip o köye yerleşmişti. Fakat yıllar sonra köyden Siverek’e taşındığımızda ben Süleyman amcayı Ulucami civarında, üç tekerlekli bir el arabası üzerinde ufak tefek şeyler satarken  görmüştüm. Okula gidip geldiğimde ve Süleyman Amcayı her gördüğümde Berivan ablanın bize yaptığı şakaları ve çocuklarını hatırlayıp dururdum.


 


Berivan ablanın evinin hemen aşağısında, inişin tam altında bir düzlük vardı. Bu düzlük zamanında Berivan ablanın babası İsmail Amca tarafından tarla olarak kullanılmıştı. Büyüklerimiz bu küçük alana “Ap İsmail’in Tarlası “ diyorlardı. Ap İsmail  eskiden buraya  arpa ve buğday ekiyormuş. Ap İsmail şehre göç edince burası sahipsiz kalmış ve ister istemez yabani otların istilasına uğrayarak tarla olmaktan çıkmıştı.


 


 


Baharla birlikte  bu küçük alanda binbir ot ve nebat çeşidi yerden fışkırırcasına boy verirdi. Köyün çevresinde bulunan meralarda yetişen ne kadar ot ve bitki türü varsa hepsinin  toplamını bu küçük alanda bulmak mümkündü. Burası kendi başına doğal bir botanik  bahçesiydi. Bütün nebat türlerine burda rastlanmak mümkündü. Çocuk halimle bu alanda biten  yeşillikler arasında dolaşmak bana büyük keyif  verirdi. Her bahar geldiğinde hangi bitki türünün hangi köşede biteceğini harfi harfine bilirdim. Mesela kuşüzümü tarlanın daha çok kenarında boy verirdi. Ebegümeci yani TOLIK Mustafa Amcamın evinin hemen arkasında yetişirdi. NANÇUK bizim samanlığa yakın bir yerde boy verirdi. Belli bir boya eriştiğinde beyaz, kırmızı ve pembe çiçekler açan yoncalar daha çok tarlanın  orta yerinde gün yüzüne çıkardı. Kerbeş bitkisi  Berivan ablanın evinin altında Mustafa Amcanın ahırının tam köşesinde yeşerirdi. Geniş yapraklı dikeni bol bu KERBEŞ bitkisi öylesine yükselirdi ki, çocuk halimizle içine girmeye cesaret edemezdik. Tarlanın sağ köşesinde Şekerok bitkisi yetişirdi. Tarlanın üst kısmında papatyadan geçilmezdi. Tarlanın bazı yerlerinde kokusu uzaktan duyulan Endılko yetişirdi. Endılko kokusu dünyanın en tanınmış parfümlerine taş çıkarırdı. Parmaklarımız arasında ezip burnumuza götürdüğümüzde güzel kokusundan başımız dönerdi. Alanın şurasında burasında  sarı yapraklar açan ŞENG çiçekleri ortalığı cennete çevirirdi.


 


Tarlanın doğu tarafında boyu bir metreyi aşan, dikenli, bir bitki türü boy verirdi. Biz buna BENG diyorduk.Bu bitkinin  ucunda koyu mor kocaman çiçekler açardı. Bu gülün yaprakları çocuklar için son derece tehlikeliydi. Yemeleri halinde çocuklar adeta sarhoş olur ve kendilerinden geçerlerdi. Yani bu bitkinin özünde uyuşturucu içeren bir madde vardı.Mesela babam aklına birşey yatmadığında bu bu bitkiye atfen “ niye ben beng mı yemişim “ derdi. Bu yüzden annelerimiz bu bitkiden uzak durmamızı isterlerdi.


 


Ap İsmail’in tarlasında bol miktarda KORMİT yetişirdi. Bir de kenger. Elimize geçirdiğimiz keskin bir cisimle yerden Kenger ve Kormit toplardık. Kormitin acımsı tadı burnumuzun direğini titretirdi. Kabuklarından sıyırdığımız Kengerin kök kısmına bayılırdım. Bahar ayları geldi mi bu tarla bir baştan diğer başa her türden bitkilerle bezenirdi. Bu alan biz çocuklar için aynı zamanda güzel bir oyun sahasıydı. Sabah saatlerinde  ot ve bitkiler arasında gezinirken dizlerimize kadar ıslanırdık. Bitkilere sinen su damlacıklarının canımıza temas etmesi bizi fazlasıyla eğlendirirdi.


 


Tarlanın üst kısmında çukurumsu bir yer vardı. Baharın ilk aylarında burada küçük bir su birikintisi oluşurdu. Toprakla oynayan çocuklar kirlenen ellerini bu su birikintisinde yıkardi. Bu suyun etrafında oynamak bize  büyük keyif verirdi. Bazen bu su birikintisinin  önüne topraktan bentler yaparak suyun birikmesini sağlardık. Daha sonra bu bentleri yıkarak toplanan suyun tarlaya yürümesini seyre koyulurduk. Bahar ayları sona ermeden bu su kendiliğinden kururdu.


Yaz ayları gelince bu tarlanın çehresi tamamıyla değişirdi. Bütün bitkiler birer birer kururdu. Tarla, Kenger, Ufufuk, Kormit ve diğer dikenli bitkilerden geçilmez hale gelirdi. Öyle ki hayvanlar bile bu alana girmeye cesaret edemezlerdi. Kuruyan kengerin uçlarında oluşan yuvarlak başlıklar tohuma dururdu. Ellerimize birer çubuk alarak tohuma duran bu başlıkları ustaca darbeler, sağa sola savrulan kenger başlıklarını ayaklarımızın altında  iyice ezerdik. Bu yöntemle tohumu kozalığından çıkarırdık. Elde ettiğimiz bu kenger tohumuna “çekirdek” derdik. Uçları tüy kalınlığında çok ince dikenlerle kaplı olan bu tohumların içinde ufacık yağlar vardı. Çekirdekleri dişlerimizin arasına alarak bu yağlara ulaşmaya çalışırdık. Bu küçük yağa ulaşmak için çoğu zaman ağzımız, ellerimiz yara bere içinde kalırdı. Çekirdeğin başında bulunan dikenciklerden korunmak için büyük ustalık gerektiriyordu.


 


Mustafa Amca her yıl bu kenger çekirdeğinden tenekeler dolusu toplar ve kış ayları için  saklardı. Kış  gelince de çerez niyetine  misafirlerine ikram ederdi. Bu ufacık çekirdeklerin uçlarında bulunan ve insanı rahatsız eden dikenleri etkisiz hale getirmek için özel bir yöntemimiz vardı. Bu tohumun dikenli tarafını taşlara sürtmek suretiyle onlardan kurtulmaya çalışırdık. Böyle yaparak tüy kadar ince olan bu dikencikler kendiliğinden düşer ve bizim açımızdan daha güvenli hale gelirlerdi.


 


Kenger bitkisi aynı zamanda hatırı sayılır bir yem ve iyi bir yakacak maddesiydi. Köylüler yaz aylarında kenger dikenini toplar,  samanlıklarda saklar ve kara kış kapıya dayanınca,  at ve eşeklerin önüne yem olarak atarlardı. Kenger bitkisinin köylüye ve özellikle de çobanlara başka bir faydası daha vardı. Köylüler sobalarda tezeği tutuşturmak için kenger dikeninden yararlanırken,  çobanlar kenger dikeninden ateş yakarak üzerinde lezzetli çay demlerdi. Kurumuş kenger yakıldığında çevreye son derece güzel kokular yayılırdı.Bu koku insanı mest ederdi. Köyün bazı gençleri kenger kökünden düdük yaparlardı. Bu düdüklerden güzel nağmeler dökülürdü. Kengerden sakız yapıldığını söylememe gerek var mı? Kengerden elde edilen sakız bana kalırsa dünyanın en sağlıklı ve en kaliteli sakızıdır. İçinde hiçbir katkı maddesi yoktur. Mevsimi geldiğinde kengerden elde edilen bu sakızlar iplere geçirilerek Siverek ve Çermik çarşısında satılırdı. Çiğneye çiğneye iki gün boyunca yumuşatamadığımız o güzel kokulu sakızlardan bilmem bugüne eser kaldı mı acaba?


 


 


Devam edecek…


 


Kadir Büyükkaya / Hollanda


 


[email protected]


 


 


 


 


 

Bu yazı 2286 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum