Bayramı ramazan ayından sonra hep bir ödül olarak düşündüm. Daha körpecik bir çocuk iken bunu hissettim ve yaşadım. Bir ay süren ramazan ayı; sabır, irade, siga ve merhamet duygularının sınandığı bir süreçtir. Yeterli bir arınma için harcanan bereketli bir zaman aralığı.. Bu süreç ve zaman aralığının sonunda verilen mükafatlandırma şölenidir bayram. İletişim mekanizmasının sadece gazetelerde olduğu dönemlerde lokal kutlamalar daha anlamlı kılıyordu bayramları..
Çocuk ruhumdaki o ayrıcalıklı günleri düşündükçe özlem duymamak mümkün değildir. Arkamızda bıraktığımız yılların ardında şimdilerde o günleri anımsarken buruklaşmamak insanın kontrolünde olamuyor. Fistanla başlayan, daha sonra pijama benzeri kumaştan yapılan altlı-üstlü giyisiler ve nihayette kumaştan dikilen askılı pantolonlar bayramlıklarımızdı.
Her bayram beklentilerimizdi bunlar.. Kız kardeşlerimizin bayramlıklarını mahallemizin terzisi “Elmas Abla” dikerdi. Elmas Abla gayr-i müslimdi. Ancak bizler gibi yaşayan kendi halinde bir aileye mensuptu. Kocası “Nalbant Museğdi”. Gözleri büyük, güleç yüzlü ve altın dişleri hemen dikkat çekerdi. Bayramdan önce birkaç kez evlerine gider, kardeşlerimize diktiği elbiselerin provalarını ve daha sonra el dikiş makinasını çalıştırmasını hayranlıkla izlerdik. Bayram geceleri kardeşlerimin bayramlık elbiseleri hazır olurdu.
Özellikle kış aylarına denk gelen bayramlarda fitilli kadife takım elbiseler bayramlık olarak dikilirdi. O takım elbiseler için de bu kez ben provalara giderdim. Terzimiz yemenciler çarşısındaki “Terzi Necati” adlı esnaftı. Babamın iyi bir arkadaşı ve dostuydu. Elbisem hazır olduğu zaman içimi tarifsiz bir sevinç kaplardı. Bayram gecesi elime yakılan kınadan dolayı hareketlerimin kısıtlı olmasına rağmen baş ucuma koymadan kendimi alamazdım. Hele o gece evimize sinen “Külünçe” kokusu bizi başka alemlere götürürdü. O sevinç ve heyecanı şimdiki çocuklar niye duymaz diye kendime sorarım. Yoksa o çocuklar beyaz atlara binip bir yerlere mi gittiler? Hele o bayram sabahları…Namazdan sonra eve geldiğimizde hazırlanan karacadağ pirinç pilavı ile koruk ekşiliğndeki “sığma” yı heyecan ve iştahla kaşıklamamız adeta bir aylık açlığın intikamı gibi gelirdi. Üç gün tam bir özgürlük ve bereket yaşardık.
Dedem, babam ve dayımdan gelen harçlıklar bizi abad ederdi. Bayram üzeri dükkandaki iş hareketliliğinden biz de nasibimizi alırdık. Zira çıraklık gibi bir pozisyonumuz vardı. Buradan gelen harçlıklar da önemli bir meblağa tekabül ederdi. Yani bir yığın bakır 10 kuruşluklar, sarı ve bayaz 25 kuruşluklarımız olurdu. Yemek bitimini müteakiben büyüklerimizi ziyaret ettikten sonra, bayram yerine giderdik. Lezgo’nun Parkının arkasındaki binanın bulunduğu alan en önemli bayram alanıydı. Leyl-i beşikler kurulur, pamuklu ve elmalı şeker ile cici-bici tatlısı tablalarda yerini alırdı. Yine esnaf çocuklara hitap eden seyyar sergiler açardı. Etraftan mantar veya çat-pat tabancalarının sesi gelirdi. Dedim ya bir şölen halinde bayramlar kutlanırdı. Sonra elimizdeki parayla şans oyunları oynardık. Ceviz taneleri arasına para koyarak duvar diplerinde açılan küçük çukurlara atarak dışarıya düşen “ koz”ların tek olmamasına çalışırdık. Ayrıca düz bir alanda madeni para dikerek bilya oyunu oynardık. Çoğu bilyalar taş, mermer veya demirden olurdu. “Tekü gülle teflef” cümlesi hala aklımda.. İlk günün akşamından sonra yavaş yavaş bayram heyecanı kayıp olurdu. Bu kayıp oluşları yaş ilerledikçe daha fazla hissettim. Hatta bazen hissedilmez hale geldi. Bazen gurbette bayramlar işkence halini alıyordu. O zaman anladım ki bayramlar sevdiklerimle ve ailemle daha anlamlı ve güzeldi. Bir şarkının dizelerinde anlam bulan şu mısralar gerçeği ne kadar güzel anlatmış:
“Bugün bayram
Erken kalkın çocuklar
Giyelim en güzel giysileri
Elimizde taze kır çiçekleri
Üzmeyelim bugün annemiz”
Biz böyle bayram anılarımızla yanarken birkaç günden beri Filistin’de insanlar alev alev yanıyor. Bu bayrama da hüzün ve matemle giriyoruz. İşlenen insan hakları suçları bizi derinden üzüyor. Coğrafyamızda olup- bitenler ister istemez bizi hayıflanmalara maruz bırakıyor. Emperyal devletlerin oyunları bitmiyor. Her zaman maşalar buluyorlar. Cahit Zarifoğlu’nun şu “Bayram Tebriği “ ne kadar anlam kazanıyor bugünkü durumda:
“Büyüklerin ellerinden
Küçüklerin gözlerinden
Suriye’nin toprağından
Bosna’nın bayrağından
Ebu Zer in yalnızlığından
Bilal-i Habeşi’nin ilk ezanından
Tarık bin Ziyad’ın kılıcından
Filistinli Cafer’in haykırışından
Gazze’nin gözyaşından öpüyoruz…
İyi bayramlar meleklerin şehri Gazze.
İyi bayramlar utancımız,açlığımız Afrika.
İyi bayramlar Ömer Muhtar’ın soylu çocukları.
İyi bayramlar acının, ölümün başkenti Hama.
İyi bayramlar Recep onbaşı,Salih uzman,er Mehmet.
İyi bayramlar kırılganlıklar,üzüntüler
İyi bayramlar ey Hüzün…”
Bu yazımda ramazandan sonra, bayramı tanımlamaya çalıştım. Küçük anılarla çocukluk günlerime gittim. Mütevazi ailemle, komşularımla ve geleneklerimle yeniden bir hasb-ı hal ettim. Pandeminin verdiği olumsuz ortamda bir de Ortadoğu’da kanayan yaranın tekraren verdiği taze acıyla önce hayıflandım ve sonra o mazlum insanlara dua ettim. Sonra da Karakoç’un dizeleri geldi aklıma;
“Yaza dönsün kışınız, bayramlar bayram olsun
Dert görmesin başınız, bayramlar bayram olsun
Otlar/dikenler dolsun Nemrut'ların çanına
Kolay gelsin işiniz, bayramlar bayram olsun.”
FACEBOOK YORUMLAR