Mustafa Karadağlı

Mustafa Karadağlı

[email protected]

RAHATSIZLIĞIN BÖYLESİ

27 Eylül 2013 - 12:04

Köyden taziye dönüşü arabada yanıma oturan bir dostumla, yanındaki koyu bir sohbete dalıyorlar. Yer yer işaret parmağıyla samimi ve özlem dolu bir edayla çobanlık yaptığı yerleri, dostuna yarasını gösterir bir edayla bir tek tek tasvir ediyor:

- Aha şurada çay kaynatırdık, aha şurada yemeğimizi bölüşürdük, şu kuytu yerde kuzuyu verdim kurda. Aha şurada beriwanlar gelirdi, aha şurada koyunları kırkardık, aha şurada…

Radyodaki haberlerin ardından bu kez dalıyorlar siyasi konulara:

Dış politikamızı eleştiriyor birisi, öteki yanıtlıyor; hemen savunmaya geçiyor:

- Yok o öyle değil aslında! Ana muhalefet lideri yanlış yorumluyor ve millete böyle söylüyor. Millette hemen kanıyor tabiî ki.

Beriki:

Başlıyor bildiklerini Bilge Kağan edasıyla anlatıp karşısındakini iknaya:

- Askerdeyken, Komutanım derdi ki: “Türkiye’nin dostu yoktur. Onun için çok uyanık olmalıyız” . Öteki hemen misilleme yapıyor: Yok niye olmasın ki dostu? Bu devletlerin yönetimiyle alakalı bence. Önce Başbakan iyi bir lider olsun bak nasıl diz çöküyorlar. Bence işin içinde İran var İran…

Aynen çok katılımlı bir siyasi arena var arabada. Derken şehir yüzü görmüş ve konuşmalarından birikimli biri olduğu anlaşılan diğeri atlıyor konuya hemen:

-Vallahi ben siyasetten anlamam ama geçen gün şahit olduğum bir olayı anlatayım da siz karar verin Başbakanın değerini “ diyerek ortamı yumuşatmaya çalışıyor:

-Geçenlerde 40 kilometrelik bir yolu bir buçuk saatte gidebildiğim bir köyde düğün münasebetiyle gece misafir kaldım.

Çok sevdiğim bir askerlik arkadaşımın kardeşi evleniyordu. Onca zahmet ve sıkıntıları içinde bana bir top kumaşı düğün davetiyesi olarak yollamış. Düğününe gitmezlik edemezdim. Yolun bozuk olduğunu bildiğim için arkadaşımın Toros Marka arabasını alarak yola koyuldum.

Yol çok sıkıntılı ve zahmetliydi. Yer yer arabada başım tabana değecek kadar arabada sağa-sola sallanarak yol aldım. Yoldaki çukurlar cabası…

Derken köye vardım. Beni büyük bir coşkuyla karşıladılar. Davulcu bahşişini aldıktan sonra beni düğün alayına aldı. Tüm köylü orada. Halaylar uzun…

Halaylar, eski anılar, yeni dostluklar derken güneş battı ve köy yalnızlığına gömüldüm. Akşam köy delikanlılarının kadın kılığındaki kervancı tiyatroları, kayda değerdi. Klasik olarak oynanan bu oyunları unutmuştum nerdeyse.

Gençler kervancının dört hanımını kaçırma planları yapıyor, kervancı bastonuyla milleti kovalayınca çoluk çocuk herkes gülmekten kırılıyordu. Hakikaten köyde şehir stresini bir an bile olsun atmıştım.

Köy adetidir; düğün ve taziyelerde dışarıdan gelen misafirler komşularca ağırlanır. Dolayısıyla bende düğün sahibinin amcasının evine misafir edildim. Ev sahibi beni memnun etmek için elinden geleni yapıyordu. Evde ne kadar ikramlık varsa çekinmeden serdi önüme.

Cevizler, pestiller, kesmeler…. İçimden ne kadar mutlular dedim. Biz bu tür misafir ağırlamaların kaybolduğunu düşünürken bu kadar mütevazi ve cana yakın insanlar halen mevcuttu.

Ve vakit yatmaya geldi. Adamın sadece iki göz odası vardı. Büyük bir mahcubiyetle; “ abi vallahi bu akşam belki seni memnun etmeyebiliriz, malumunuz evimiz küçük, senin yatağı babamın odasına serdik. İhtiyardır belki seni rahatsız edebilir. Gece kalkar ve namaz kılar. Ben uyaracağım sessiz olsun diye. Kulakları iyi duymuyor ve epey yaşlı. Rahatsız olursan kusurumuzu affet”.

-Ne demek başımdan fazlasınız. Dedim.

-Kendisine misafir olmamın verdiği mutlulukla yatacağım yeri bana gösterdi. Çelenk sunan bir komutan edasıyla, eliyle yatağı düzelmeyi de ihmal etmedi.

Bembeyaz sakallı 80-90 yaşlarında bir baba. Yüzü güleç. Bizi, ayağa kalkmaya çalışarak karşılıyor. Yaşlı dizleri onu taşıyamıyor artık. Kalktığı yere yığılıyor. Üzülüyorum. Ap Heci kalkma rica ederim. Ellerinden öperim. Diyerek yanına koşuyorum. Bağırarak anlaşıyoruz. Hal hatırımı sordu memnuniyetini bildirdi. Beni fazla rahatsız etmemek için sohbeti kesip yatağına çekildi. Bende bana hazırlanan yatağa uzandım. Gece saat 02.00 civarı bir su sesiyle uyanıyorum. İhtiyarın silueti duvarda belirliyor. Kendisine hazırlanan ibrik ve çimecekte abdest alıyor. Büyük bir şevkle seccadesini serdi. Başladı makamda hazırola. Okuduğu sureleri işitebileceğim bir tonla okuyordu. Aman Allahın ne namaz. Ona özendim bir anda. Sporcu kimliğim, yaşım, hayallerim daha sonra yaparım dediğim ibadetlerimi anımsadım. Bilmem, belki köylü tiyatrosunun eğlencesinde fazla güldüğümden midir nedir? Kalbim bir anda ağlamayı yeğledi. Göz yaşlarıma hakim olamadım.

İhtiyar kendine has kır’atıyla şükrü eda ederken, ben bu kulluğun neresindeyim diye kendimi sorguladım. Namazdan sonra dua seremonisi başladı. Namazda yorulmuş olmalı ki sağ yanına yatağını katlayıp yerleştirdi. Yastığı da sol tarafına dirsek yapıp dua ve niyaza başladı.

Ağlayarak dua ediyordu. Yarabbi Suriye Müslümanlarını koru. Yarabbi, diyorlar ki oradaki Müslümanlar her yere dağılmış, onları sen muhafaza eyle. Diyorlar ki, İsrail başbakanımızı öldürecek.

Yarabbi, diyorlar k, İsrail tüm Urfayı alacak.

Yarabbi diyorlar ki, Amerika kafiri İslam’ı yok edecekmiş.

Yarabbi, ben ihtiyar ve hasta biriyim. Ancak duyabildiklerimi sana niyaz ediyorum. Eğer bilmediğim ne kadar Müslüman varsa sen onlardan taraf ol. Hazreti Muhammed’in dinini onlara karşı zelil etme. Başbakanımız için çok iyi diyorlar o olmazsa tüm kafirler bizi işgal edecek sen bize yardım eyle. Daha sonra çocukları, gelini ve kendisine çok hizmet eden Muhittin isimli bir torununa, durmadan dua edip Allahtan yardım talep etti. Sonrada sesizce yatağına çekildi. Ezanın okunmasıyla sabah namazına başladı. Ta ki güneş doğana dek…

Yaşım 48 ve ben ilk defa duanın ne olduğunu o gece dinleyerek ve izleyerek öğrendim. Sabaha kadar uyuyamadım. Ve hep onu düşündüm. Dünya boşlukta mı yoksa bu koca ihtiyarın omuzlarında mı? Bu şehirde hala böyle insanlar var mı? Diye.

Evet yolculuğumuz devam ediyordu. Arabada konuşulanlar, benim eğitimci-edebiyatçı yazar kimliğimin iliklerine kadar işliyordu. Bazı şeyler okumakla anlaşılmıyor yaşanmıyormuş hakikaten.

Bu kısa ve çileli yolda öğrendiklerim, bir Mevlevi dergâhında uzun süreli çile eğitiminden daha çok beni tezkiye etmişti.

Düşünebiliyor musunuz? Diyordu bu olayın şahidi. Adamların yolu yok. Suyu bile yok. Elektirikleri ha bire kesilip duruyor. Köyde birçok beyaz eşyanın bozulduğunu söylüyordu vatandaşlar. Tüm bu yokluk ve terk edilmişliklere rağmen yinede mütevekkil insanlar bitirmesini bilmiş bu münbit ltopraklar. Müteşekkir ama kanaatkar ve itaatkar. Sorarım size: İsmini sadece kulaktan dolma bilgilerle öğrendiği Müslümanların sıkıntılarını, 1000 km öteden başbakana dua ederek iletmeye çalışan bir millet yok olur mu? Ya da biz bu samimi müslümanın neresindeyiz? Her gün burnumuzu kıvırarak teğet geçtiğimiz insanlık sorunları için, kaç defa niyazda bulunduk?

Sen çok yaşa hemrıvi kardeşim. Senden çok şey öğrendim o gün, o yolculukta. Hem de iki zıt kavram arasında çok şey öğrendim. Ben taziyeden dönüyordum. O ise düğünden bahsederek, dünyanın bu iki yüzünü çok güzel bir aynayla yaşam sevincine dönüştürdü bende.

Kim bilir siz Anadolu’nun saf ve müteşekkir insanlarının ne çok hikayeleri vardır yazılmamış. Yarabbi!

Bizde o ihtiyarın safiliğiyle sana niyaz ediyoruz. Bu halkın temel sütunları olan böyle kutupların sayısını artır. Bize de bir gün dahi olsa, onların ibadetlerini izlemeyi ve onlardan ibret almayı ve o şekilde rahatsız olmayı nasip eyle….

Selam ve muhabbetle…

Siverek 27/09/2013

Bu yazı 2304 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum