Mustafa Karadağlı

Mustafa Karadağlı

mkaradagli15@harran.edu.tr

Meta Bêzê'nin Geniş Avlulu Evi

11 Eylül 2022 - 16:25


Siverek, zengin ve köklü kültürün yaşatıldığı tarihi toprak damlı evleriyle canlı bir kent geçmişine sahipti bir zamanlar.  Kentin temel dokusunu oluşturan değerleri -nedendir bilemiyorum- muhafaza etmeyi başaramadık. Tarihi yapıları günümüze kadar getiremedik. Tarihi toprak damları yıkıp yerine apartman yaptık. Bu kültürü korumanın betondan daha önemli ve tarihi evlerin gelecek nesillere aktarılacak miras olduğunun farkına bile varamadık! Evleri yıkarken hatıraları da yok ettik! Oysa her kadim şehir gibi belli bir bölümü veya sokağı koruma altına alıp bu kültürü yaşatabilirdik!

Bu evler, her yanımızı kuşatan hatıralar bırakıp da gittiler. Her ne kadar gün geçtikçe sayıları azalıyor olsa da, hiç bitmeyecek sandığımız rüyalarda sona erebiliyor. İçlerinde yaşayanların akıllarına pek gelmezdi ama bu evlerde ömürlerini tamamlayıp öylece gittiler. Buralar, mutlu sinelerin huzur bulduğu mekânlardı vakti zamanında…

O evler gönüllere inşirah verir, avludaki; dut, nar, asma ve incir ağaçlarının dalları yaz sıcağında içimizi rahatlatan  meyvelere  dururdu. Rüzgârdan salınan perdelerin serinliğinde mevsimler gelip geçerken, kömürlü ütüde, bakır sahanlarda, eski radyoda ve yukarı çıkan tahta merdivenin gıcırtısında, avluda pişen sarma, sonbaharda buhurdan gibi tüten kerge kazanı  ve mexluta’da farklı bir sevgi olurdu her zaman. 

Hatıralardaki Siverek’in Avlulu toprak damlı evlerinden olan Haliliye Mahallesi’indeki Merhum Meta Bêzê’nin büyük evi, hatırladığım kadarıyla 1950’li yıllarda Ermeni ustalara inşa ettirilmişti. Evin, 6 tane büyük odası yaklaşık 1000 metrekarelik geniş bir avlusu vardı. Bahçede tadına doyulmaz, biri siyah biri beyaz iki incir ağacı, büyük bir ceviz ağacı, beyaz tülbentli kadınların altından geçmeye korktuğu siyah dut ağacı, neredeyse dalları yere değen bir nar ağacı ve bu ağacın altında yarısı toprağa gömülmüş, kapağı tahdadan yeşil renkli bir su küpü ve kocaman bir asma ağacı vardı. Bu avluya girince kendimizi meyve bahçesinde zannederdik. 

Evin cephesi sokağa bakardı. Yolun karşısında mahallenin su kesintisinde tüm ihtiyacını karşılayan bir kuyu ve sol tarafında da kepenkleri iki tahta kapıdan oluşan bir bakkal dükkanı vardı.  Bu kuyudan, suya batmış bakraçları çıkarmak en büyük zevkimizdi. Çankal tabir edilen bir aletle uzun uzun kuyuyu süzdürür batık bir gemi gibi bir kap çıkarmak bizi çok mutlu ederdi. 

Bu evde, uzun yıllar Meta Bêzê, tek başına ikamet etti. Hatırladığım kadarıyla kimi kimsesi yoktu. Tüm çocuklarının hapiste olduğunu söylerdi komşular. Çok nahif bir kadındı. Elinde tespihi, başında beyaz tülbendi, komşuya dahi gitse başına yarım şekilde sardığı mavi Siverek çarşafı vardı.    Kandil geceleri sokakta oynayan çocuklara hediyeler verir oyunlarını uzun uzun izlerdi. Gözü hep yollardaydı. Kapısının küçük enuğu’nu açık bırakır evlatları her an içeri girecekmiş gibi sürekli kapıyı gözetlerdi. Yüzü sanatçı Zuhal Olcay’ın yüzüne çok benziyordu. Acı ve mutluluğun bir arada olduğu farklı bir yüz…

 Bahar geldiğinde bahçesindeki meyveler yere düşmeye başlayınca mahallenin kadınlarını çocuklarıyla birlikte çağırır, özenle toplatır, her aileye yetecek kadar meyve dağıtırdı. Canımız meyve çektiğinde meyveleri yememize izin verirdi. Tahta bir merdiveni vardı. Onu duvardan duvara taşımamızı isterdi hep. Bahçesindeki meyveleri kurutmak için toprak dama iner-çıkardı. Kışın da o kuruttuğu meyvelerden yaptığı hoşafı komşulara dağıtırdı. Ailemizden biri gibiydi. Susadığımızda çekinmeden evine gider, nar ağacının altındaki yeşil su küpünden doya doya tatlı suyunu içerdik. Yapılacak bir işi olup olmadığını sorardık.  Şefkat dolu sözleri vardı. “yox kurban olduğum, Allah seni seni sıtar êde.” Bu duası hala kulaklarımdadır…

 Bir gün çocuklarla top oynarken, İsviçre’den geldiğini söyleyen kır saçlı bir ağabeyin Meta Bêzê’nin evini uzun uzun süzdüğüne şahit olduk. Dikkatimizi çekti. Oyunu kesip onu izlemeye başladık. Sokağımızı adım adım fotoğraflıyor, kapıların fotoğrafını çekiyordu. Hayatımda ilk fotoğraf makinasını o zaman görmüştüm.  Çok dikkatli baktığımı görünce beni yanına çağırıp makinayı bana uzattı ve fotoğraf çekmemi istedi. Bizimle bir arkadaş gibi konuşmaya başladı. Meta Bêzê’nin, kendi öz teyzesi olduğunu söyledi. Vaktiyle bu sokakta bizim gibi çok oynadığını bu evde çok mutlu olduklarını, şimdi ise Avrupa’da yaşadığını anlattı. Tüm çocuklar pür dikkat onu dinliyorduk: 





Vakti zamanında evin beyi ve hanımın gençlik yıllarının yaşandığı evdi bu ev. Abdo Enişte, Suriye’ye kaçağa gider, hali vakti yerindeydi. Dört başı mamur bir evdi burası; yaz olsun kış olsun eşe-dosta, zengine-fakire, ağaya-beye duraktı burası. Birileri avluda gezer, bir gülüşü gülistana benzerdi. Kurulan sofralarda yemekler yenir, komşular seni hep hayranlıkla izler, havan mahalleye yeterdi…

Bir zaman sonra Abdo Enişte büyük ticarete başlamıştı. İl dışından iş alır olmuştu. Avlulu ev yavaş yavaş yalnızlaşıyordu. Daha sonra İstanbul’a yerleşme, derken Siverek’e yılda bir gelir olmuşlardı. Onlar İstanbul’a taşınınca bu eve biz yerleştik. İlkokula burada başladım. Oynadığınız bu taş sokakta defalarca düştüm. Diz kapaklarımda hala bu taşların izleri duruyor. Daha sonra hepimiz Siyasi olaylara karışıp yurt dışına gittik. Abdo Eniştem işleri kötüye gidince geri geldi. Burada birkaç yıl yaşadıktan sonra bir bayram sabahı vefat etti. Teyzemin çocukları da siyasi olaylardan dolayı hepsi cezaevine girdiler. Teyzem çok yalnız kaldı. Üzüntüsü bitmek bilmiyor, bu yüzden yılda bir kez de olsa mutlaka geliyorum yanına. 
Anlatırken çok hüzünlüydü. Neredeyse ağlayacaktı Avrupalı abi... Hepimize yanında getirdiği çikolatalardan dağıtıp Meta Bêzê’nin evine gitti. Uzun süre sonra çektiği fotoğrafları Meta Bêzê’ye gönderdi. Ondan sonra da o adamı hiç görmedim…

 Meta Bêzê, Ramazan’da bir iftar vakti ruhunu Hakka teslim etti.  Komşumuz Abuzer Dayı’nın haber vermesiyle tüm mahalleli Meta Bêzê’ye vefa borcunu yerine getirdi. Bir akraba gibi üç gün taziyesi yapılıp tüm vecibeleri yerine getirildi. O muhteşem masal hanemiz ise oğlu Yusuf’un hapisten çıkmasıyla matemhaneye dönüştü adeta. Yusuf birkaç yıl bu evde kaldıktan sonra İstanbul’a taşındı. Evi de yakın bir akrabasına kiraya verdi. Daha sonra kiracılar bu evi satın aldılar. Gerisini bende hatırlamıyorum. Bizde birkaç yıl sonra o mahalleden ebediyen taşındık zaten…

Meta Bêzê’nin evini bir türlü unutamadım. Bu evin; duvar, kapı, pencere ve zemindeki taşları yılların yorgunluğunu üzerinde taşıyordu. Yıkılan umutlarına, savrulan hayallerine, kaybolan gençliğine hasret duyan, tek başına ayakta kalmaya çalışan ve kapısı çalınmayan ruh haline bürünmüştü… Şimdi, avlulu bu evin bu son demi ve son hazanıydı belki de…
Yıllar sonra bir sabah namazı sonrası o eski mahallemdeki evi ziyaret etme hissi baskın geldi. Aynı mahalledeki camide sabah namazını kıldıktan sonra ayaklarım, ruhumu zorla Meta Bêzê’nin evine götürdü. Kapısı olduğu gibi duruyordu. Dar, kesme taşlı sokakta yine bize aguşunu açmış ve “susadıysan gir içeri yeşil küpten su iç” dercesine vefa kokuyordu…
Yalnızlık, sessizlik ve unutulmuşluk çok zordu ve bir süre sonra evi baştanbaşa kuşatıyordu. Duvarlar, tavan ve taş avlu, mazideki hatıraların loş bir sahnesi haline geliyordu. Bu sahnedeki o güzel günler hatırına geldikçe bizim için cennet kadar güzel olan o avlulu evin dört bir yanını hüzün sarıyordu hüzün…





Her bahar gelişinde saçlarına yıldız düşen asırlık asma  ağacı bile Meta Bêzê’nin hasret ve yalnızlıkla büyüttüğü oğlu Küçük Yusuf’u arıyor ve soruyordu. “Yusuf, niye beni bir başıma bırakıp, taaaa İstanbullara gittin?” diye sitem ediyordu! Siyah dut ağacı ise neredeyse tüm avluyu kaplamış yere siyah siyah gözyaşları döküyordu yine… Altında su içtiğimiz mayhoş nar ağacı ise tüm ihtişamıyla bana bakıyor, Meta Bêzê’yi  özlüyor, bekliyor ve unutamıyordu…

Sokağa açılan büyük tahta kapısının önündeki siyah kesme taşlar, cilalanmış gibi pırıl pırıl parlıyordu. Pencere içleri derin, perdeleri çiçekli ve kırlentleri nakış nakıştı. O masal avlulu evde oturup kuyu suyunun şırıltısıyla menengiç kahvesi yudumlamak ömre bedeldi bir zamanlar! Mahalleli kergesini onun avlusundaki taş Cırn’da ezer, üzüm suyunun Cırn’dan akan sesi ise kulaklarda yankılanıyordu yine. Damlarda serilen pestil çarşafları sanki rüzgarda savrulmuştu. Yerinde yeller esiyordu. Oysa bir zamanlar bu geniş toprak damda serilen pestil çarşafları mahalleyi kış geceleri sohbetin zirvesine davet ediyordu… O güzel günleri yazarken bile kalemime hasret acısı düştüğünü hissediyorum! Şimdi, seku  tahtalarında, merdiven başlarında ve kireç kokan odalarındaki hatıralar bir bir filizleniyor artık…

Söyle bana, ey zarif ve toprak damlı ev; seni mesken tutup en nadide günlerini geçirenler hani nerede? Meta Bêzê hangi toprakta yatıyor? Günden güne derdin artıyor, toprak damın akıyor, sıvaların yer yer dökülmüş. Klasik vitrin toz tutmuş, beden aynası çatlamış orta yerinden. Miadı dolduğu için pas tutmuş tuğlalı soba, üzgün duruyor köşede tahta merdivenin. Kapıların kapalı, koşup oynayan çocuklar hani nerde?

Hani, sen neredesin nerde ey hayal hanemiz?
Mustafa KARADAĞLI
Siverek/2022

Bu yazı 1409 defa okunmuştur.

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 1 Yorum
  • MESUT SONKURT
    2 yıl önce
    Hocam bizi eski Siverek'e götürdünüz. Şimdi gidip o evi ziyaret edesim var... Duruyor mu acaba? Birde hocam maillerinize bakabilir misiniz? Aydın Söke'den selamlar...