Mahmut Hanpolat

Mahmut Hanpolat

[email protected]

Fırat'ta Bir Gece Vakti

28 Ekim 2024 - 10:51

Tuhaf bir hisle uyanıyorum gecenin bir vakti, bir dağ köyünün toprak damlı evinin serin, küçük ve şirin odasında. Şirin, çünkü mekana anlam yükleyen kalbimin gözleri duvarlardaki dökülmüş sıvayı, isten kararmış tavan direklerini görme yeteneğinden yoksun kalmak istiyor bu gece.

Tuhaf bir his var içimde. Huzurla huzursuzluk arasında bir mavera. Cennet’le Cehennem arası sanki, A’raf'tayım gibi bir his. 

Doğruluyorum, tahta pencereden içeri vuruyor dolunay. Şehrin yapay ışıklarından azad olan yıldızlar ne kadar da çoklar bu gece! Fırat’a düşen titrek yakamoz oldukça davetkar. Serin bir nisan gecesi… Davete icabet etmek adettendir, diyerek çıkıyorum evden pusulasız, menzilsiz. 

Gece çok sessiz. Sadece tabiatın kulağa fısıldadığı eşsiz tınılar var ki en güzel notalardan daha cazipler. Sanki notalar arası bir ses, bu evrene ait olmayan. Yürürken ayaklarımın altında ufalanan toprağın tınıları bile çok farklı geliyor kulağa. Sahi! Bu sesi daha önce hiç duymamış gibiyim. İşte karşımda bütün ihtişamıyla evren ve evrenden bir damla olan dünya... Şefi gözlerden ırak devasa bir orkestra adeta.

Hayatımda belki de ilk defa gözlerimin önünde akıp giden bu evrenin bir parçası olduğum hissine kapılıyorum. Küçücük bir parçayım. Bir kum tanesi olarak bu eşsiz senfoninin devatine icabet ediyorum.

Bütün enerjisi boşalmış, kılını dahi kıpırdatamayan bir bedenin sırtüstü uzanmış ve kolları yana savrulmuş bir dinginlikle göğe yükselip yıldızlara karışması gibi. Alın beni bu insan eli değmiş aşağılık zindandan, der gibi. 

İçimde ne korku ne de bir endişe!.. Kulağımda toprağın sesi, tenimde rüzgarın dokunuşu ve gözlerimde keşif ışıltısıyla yürüyorum tepenin zirvesine doğru. Sağımda ve solumda irili ufaklı yüzlerce dağ meşesi ve ara ara karşıma çıkan heybetli dut ağaçları... Önümde uzanan, dolunayın aydınlattığı toprak bir yolda yürüyorum ne yaptığını bilen bir insan kararlılığıyla. 

Hislerim daha dingin şimdi. Dünyaya henüz gelmiş bir bebek gibi hissediyorum. Çünkü doğa daha önce hiç konuşmadığı bir dille konuşmaya başladı benimle. Daha doğrusu o dil hep vardı da ben onun dilini öğrenmeye başladım sanki. 

Uzun bir yürüyüşten sonra zirveye ulaştım, gözüme bir yer kestirdim ve orada büyük bir kayanın üstüne oturarak seyre daldım. Aşağıda Fırat’ın durgun suları, etrafımda vadiler, gökte yıldızlar, dolunay ve Samanyolu’nun eşsiz manzarasına bıraktım kendimi. Hava serin, rüzgar sakin, sema engin, karşımda alabildiğine uzanan Fırat dingin. 

Her biri bin mucize doğuran şaheserler silsilesi, ben burdayım diye göz kırpıyor. Bu muhteşemliği görebilen gözler de muhteşem, hissedebilen kalp de muhteşem, anlayabilen akıl da. Samanyolu, yıldızlar ve ay neyse ben de oyum. Tenime dokunan rüzgar, ayaklarımın altında ufalanan toprak, sırtımı dayadığım taş… Hepimiz devasa bir ağacın gövdesinden fışkıran dallarız. Aynı kaynaktan fışkırıp farklı dallara ayrılan pınarlarız. 

Ama ben… Şehrin beton duvarlarının, günübirlik çabaların, değersiz hedeflerin, pespaye ilişkilerin zindanında kendi mezarını kazan bir idam mahkumu gibi “yaşamak” girdabında sürüklenen… “Anlam”a sırtını dönen yığınların arasında bir mum ışığı arayan…  Bir çığlık olup kulaklara dayanan “ölüm” mucizesini korku perdesiyle perdeleyen ben…

İçine daldığım düşüncelerden bir gök taşı kaymasının sebep olduğu aydınlanmayla irkilerek çıkıyorum. Her şey yerli yerinde. Aynı mucizevi tablo karşımda. Hep buradaydı, binlerce yıl önce de buradaydı, taktir edilen zamana kadar da hep burada olacak. Gözler, hırsların kan çanağından çıkıp özgürlüğüne kavuşsa bir adım ötede onu bekleyen hediyelere hayran kalır. 

Oturduğum yerden kalkıyorum. Üstüme bulaşan toprağı temizleme zahmetine girmeden geri dönüyorum ruhumda huzura evrilen sükunetle. Kırk yıldır karşılaşmadığım bilge bir dostu gördükten sonra onunla derin bir sohbete dalmış da ayrılmış gibiyim. Bu dostu bir daha kaybetmeye hiç niyetim yok. 

Geldiğim toprak yolu takip ederek, aynı görsel şölene eşlik ederek, aynı mucizevi notaları dinleyerek usul usul varıyorum dağ evine. Odaya giriyorum, demirden yapılma altı ayaklı somyenin üzerine serili yatağıma oturuyorum. Bir kez daha tahta pencereden aklımı ve ruhumu selamlayan şah esere bakarak uzanıyorum ve kendimi uykunun kucağına bırakıyorum.

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum