"Batı, tarihin en büyük günahıdır. (Roger Garaudy)"
Hepimiz dörtnal koşan kar beyazı yılkı atlarının tutsağıyız. Kalemimizin ucu kırıldı. Mürekkebimizi döktüler. Kalem ve mürekkep bekçisi kılıç kınından çıkmadan paslandı. Ne yazık!
Her yüze uygun maskeler bulundu. Cilalı maskelerin altında saklı cehennem kaçkını zebani suratları… Cilalı yüzler zifiri karanlığı nasıl da maskeliyor. Bu çöl serabında onları ele veren tek şey gözleri. Ya onlar da olmasa!
Her köşe başını tutmuş ağır adamlar. Her biri bir pusuda. Pençeleri tam yüreğimizin üstünde. Durmadan kanatıyorlar. Hepsi bir anda nişan alıyor. Çakallar, sırtlanlar, yarasalar… Yalnızlığın soğuk dehlizlerinde sırtı kamburlaşan ve alnında derin izler oluşan “erdem” in alnını ve kalbini hedef alıyorlar. Kahrolasıcalar, ne de keskin nişancılarmış meğer! Bir yana “ilim” düşüyor, bir yana “irfan”. Devam ediyor Şeytan'ın mücessem çağdaşları. Yere seriyorlar bir bir izzeti, şerefi, onuru, haysiyeti. Yani “insan”ı ki o “eşref-i mahlukat”tır. Eşref-i mahlukat insan… Yani adil insan… Şerefli insan… Sabırlı insan… Merhamet sahibi insan…
Çoğumuz kurucusu olmadığımız bir oyunun çamur kaplı sahnesinde sesi soluğu çıkmayan figüranlar olmaya razı olduk veya “olmayı seçtik” demeliydim belki de. İster razı olalım ister seçelim sonuç bizim açımızdan değişmeyecek hiç. Sessiz figüranların payına düşen kucak dolusu acıdan başkası olmamıştır hiçbir zaman. Gerçek lanetliler tarafından lanetlenmişiz. Lanetlenenler olarak biz lanetleyenlerimizle aynîleşmişiz.
Kıymetlimiz olan inciyi dipsiz kuyuya düşüreli çok oldu. Karanlığa yuvarlanırken kopardığı vaveyla kulaklarımızda çınlamakta. Dipsiz kuyunun kenarında “Bir umut belki döner!” diye nöbetleşenlerimiz hayata karşı bu kadar acemi mi olmalıydı? Yanan ciğerlerimize bir tas soğuk suyu uçsuz bucaksız sahralarda mı aramalıydık? Oysa inci kaplı mercan kayalıklarımız ve bir tas soğuk suyumuz hep yanı başımızdaydı.
Gerçek aşkı ıskalayan kalbimiz teselliyi sürekli akıp giden gölgelerde aradı. Gölge sürekli aktı, kalp takipten yoruldu. Şifayı gölgede arayan kalp, azık olarak elmasın üstünü örten küçük kum tanelerini seçti. Hafif bir rüzgarda uçuşup kaybolan kum taneleri… Ne garip bir tercihtir, elmas dururken kum tanelerinin peşine takılmak. "Zaman"a hükmedenin üflediği ruhla, "zaman"a meydan okumak dururken, "zaman"ın çürüttüklerinde neden teselli arar insan? Ki o “esfele safilin”dir. Esfele safilin insan… Nankör insan… Cahil insan… Aceleci insan… Zalim insan…
Önünde keskin bir uçurum olduğunu bile bile dörtnal koşan küheylanlar gibiyiz. Gecenin bir yarısında sahte bir huzurla yıldızlara dalıp ikbalimizin tuğlalarını bir bir dizerken başımızı okşayan dost eli değil düşman eliydi. Gümüş taslarda bize sunulanı kana kana içtik. İçtiğimiz ab-ı hayat değil Sokrates katili baldıran zehriydi. Bunların da farkındaydık oysa. Yanı başımıza sağdan, soldan, önden ve arkadan sızanlar bu korkunç çelişkiyi bize İrem bağlarını vadederek yutturdular.
Evrenin künhüne varmış mütevazı bilgeliği çarmıha germeye çalışanlar şaşaalı cehaletin ayaklarına dolanan zincirleri paramparça ettiler. Bilgi çarmıha gerili, cehalet özgürleşti. Ne yazık! İlmin rengarenk çiçeklerle bezeli bahar kokan bahçesinin kapısında nöbet tutan kalemler haramilerin saldırısına uğradı. Kılıç kalemi kesti, ne yazık! Tarumar edilen bahçemiz artık bakar kokmuyor.
FACEBOOK YORUMLAR